Evet, Türk ordusu, beş yüz sene önce de, bugün de, Avrupa için korku ve endişe kaynağıdır.

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedince, galip devletlerin, yani Avrupalıların yaptığı ilk iş, Türk ordusunu dağıtmak oldu. Çünkü ordu ayakta olduğu sürece, amaçlarına ulaşamazlardı.

Nitekim Kazım Karabekir komutasındaki 3. Ordu askerlerini terhis etmemiş ve Kurtuluş Savaşı’nın lokomotifi olmuştur. 3. Ordu terhis edilmiş olsaydı, belki de bugün, Sevr’in bize çizdiği sınırlar içerisinde yaşıyor olacaktık. Yani yarım yamalak. Yani utanç içinde.

Hıristiyan dünyasının yüzyıllardır yapmaya çalıştığı şey, Türk milletini bir daha savaşamayacak duruma getirmektir. Bunun için, esirlere bile fena muamele yapmaktan çekinmediler. Geri döndüğünde tekrar silaha sarılmasın, sarılsa bile kullanamasın denilerek, esirlerin kimi kör bırakıldı, kiminin kolu veya bacağı vücudundan alındı.

Osmanlı idaresi, Birinci Dünya Savaşı’nı bıraktığı zaman bile, Türk ordusunun savaşçı kapasitesi bir milyon askeri buluyordu. (Bu, resmi rakamdır.) Avusturya-Macaristan, hatta Almanya bile bu kadar kuvvetli değildi. Dolayısıyla, sadece bizler değil, yabancı tarihçiler de şunu söyler: Osmanlı, yenilmeden kaybetti.

Devletin başındakiler, tıpkı Balkan Harbi gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın da ikinci bir raundu olacağına inanıyorlardı. İleriyi görmek işte böyle bir şey…

Balkan Harbi’nin ikinci raundunda Edirne’ye kurtarmıştık. Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci raunda da belki Selanik’i, Batı Trakya’yı, bazı Ege adalarını ve diğer birkaç yeri kurtarabilirdik.

Birincisinde artık yapacak bir şey kalmamış, sadece kaynaklar değil, ümitler de tükenmişti. Yapılacak olan, birincisinden vazgeçip tüm gücümüzle ikincisine, yani İkinci Dünya Savaşı’na hazırlanmak olmalıydı. O gün geldiğinde, belki kaybettiklerimizin önemli bir kısmını geri alabilirdik. (Bu cümleler bana değil, Enver Paşa, Sait Halim Paşa gibi dönemin önemli şahsiyetlerine aittir. Onlar, ikinci raunt geldiğinde, Filistin ve Mısır’ı bile geri almayı planlıyordu.)

Cumhuriyet’ten sonra bizi öyle bir noktaya getirdiler ki, İkinci Dünya Savaşı başladığında, elimizde, korkudan başka bir şey yoktu. Ayrıca zihinsel olarak dejenere olmuştuk. Bu milleti, dolayısıyla bu orduyu ayakta tutan şey, geri plana atılmış, hatta istenmeyen ilan edilmişti. Özetlemek gerekirse, ikinci bir raunt olmuş, fakat buna hazırlıksız yakalanmıştık. Ya da bazı iddialarımızdan vazgeçmiş, kalan sağlar bizimdir politikasına dört elle sarılmıştık.

Sonrası malum. İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmamıza rağmen, Avrupa’nın, ordumuz hakkındaki tutumu değişmedi. Mesela Kıbrıs’ta bir katliam vardı ve Türk ordusunun Ada’ya müdahale etmekten başka çaresi kalmamıştı. Hemen silah ambargosu uygulayıp ordumuzu felç etmeye kalkıştılar.

Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi operasyonlarda da tutumları değişmedi. Amaç, Talabani ve Barzani’yi korumak değil; Türk ordusunun, dolayısıyla Türk milletinin başını kaldırmasını önlemekti.

Evet, Türk ordusu, beş yüz sene önce de, bugün de, Avrupa için korku ve endişe kaynağıdır.

Avrupa Birliği mensuplarının, en ufak bir fırsatta bile Türk ordusuyla ilgili olumsuz açıklamalar yapması boşuna değildir. Mesela ordumuzun küçültülmesinden yana tavır alırlar. “Ordunuz, siyasetçilerin emrinde olsun” derler. Bu elbette doğrudur. Ama siyasetçilerimizin Türk milletinin emrinde olmadığını da pekâlâ bilirler. Tersi olsaydı, emin olun, bu kez “Türk ordusu siyasetçileri dinlemesin” diyeceklerdi.

Tamam, ordunun siyasete karışmasına, iç politikayı ilgilendiren konularda görüş beyan etmesine ben de karşıyım. Ama benim karşı oluşumla Avrupa’nın karşı oluşu aynı kapıya çıkmıyor.

Bunların hepsini neden anlatıyorum?

Hıristiyan Avrupa’nın 1400 ile 1918 yılları arasındaki tarihi, aynı zamanda, bir korkunun tarihidir. Türk ordusunun varlığından kaynaklanan korkunun tarihi…

Hıristiyan Avrupa, bu ordu karşısında alçalmış, ezilmiş, çoğu zaman onurunu kaybetmiştir.

Türk ordusunu yok etmek için hür türlü yola, ittifaka başvurmuşlardır. Hatta araları iyi olmayan Katolikler ve Ortodokslar, konu Türk ordusunu yok etmek olunca, hemencecik birleşmişlerdir.

Projelerin neredeyse tamamı Vatikan çıkışlıdır. Çünkü ordumuz, Hıristiyan dünyasının niyetleri, projeleri karşısında dalgakıran gibi durmasını bilmiştir. Sahip olduğu Fetih ruhu, bu orduyu Orta Avrupa’ya kadar götürmüştür.

Bütün bunları üst üste koyarsanız, Papalığın Türk ordusuna nasıl baktığını görürsünüz.

Nitekim gördük.

Ülkemizi ziyaret eden Papa, Çankaya köşkünde, kendisini karşılayan tören mangasına, bildiğiniz gibi, “merhaba asker” demedi. Buna rağmen, askerimiz “sağ ol” demeyi bildi.

Papa’nın Türk askerine selam vermemesi, bana kalırsa, üzerinde durulması gereken bir konuydu. Ama herkes bu konuyu es geçti. Papa’nın unuttuğu için selam vermediğini söylediler, o kadar.

Her bir ayrıntıyı defalarca hesaplayıp gözden geçiren, onlarca danışmanı olan, ayinde bile bülbül gibi Türkçe konuşan Papa’nın, sıra Türk askerine gelince unutkan olması, üzerinde durulması gereken bir konu. Nitekim duruyoruz.

Bu bir tutumdur.

Kasıtlı yapılmıştır.

Anlamayana davul zurna az. Bizler ise, gördüğünüz gibi, sivrisineğe bile ihtiyaç duymadık.

Eğer herhangi bir İslam beldesinden bir misafir gelseydi ve tören mangasına “merhaba” demeseydi, onun hali acaba ne olurdu? Bence, bu soruyu da cevaplamamız gerekiyor.

(İbrahim Tenekeci – M.Gazete)

HASTALIKLAR VE BİTKİLERLE TEDAVİ

APANDİSİT

Bu hastalığı önleyici en etkili şey, Böğürtlen çayıdır.

ARPACIK AĞIZ YARALARI

Sirke ve susam yağı karışımı ile gargara yapılabilir

Birer çorba kaşığı böğürtlen yaprağı, hunnap, mercimek ve sinirli yapraktan oluşan karışımı kaynatıp, ılıkken gargara yapabilirsiniz.

Kuru üzüm, anason ve balı aynı ölçüde karıştırıp, yaraların üzerine sürebilirsiniz.

Bol kekik çiğneyin.

AKCİĞER RAHATSIZLIKLARI

Isırgan tohumu, karabiber, mürsafi, bal ve hardal eşit miktarda karıştırılır ve sabah akşam birer çorba kaşığı yenir.

ALERJİ

100gr. ısırgan otu + 100gr. kırkkilit otu karışımını çay gibi demleyip, günde 3 çay bardağı içmek ve bu tedaviye en az 20 gün devam etmek gerekir.

Şahtere otu çay gibi demlenip, sabah akşam 1 su bardağı içilebilir.

Birer çorba kaşığı Acı yonga ve Ravend çini, demlenip sabah akşam birer bardak içilir.

Kaşınan bölgeye Oğulotunu

1 çay bardağı sıcak suya bir tutam papatya konur ve bir müddet sonra süzülerek bununla göze masaj yapılır. Bu tedavi 2 saatte bir, 5-10 dakika tekrarlanır.

ASTIM

1 lt. suya 1 tutam Mersin yaprağı veya ısırgan konur ve 10 dk. kaynatılıp demle-
nir ve süzülür. Günde 8-10 çay bardağı, şekersiz olarak içilir.

1 lt.sıcak suya 5 yemek kaşığı Isırgan otu konur, 5 dk. sonra süzüp günde 8-10 bardak şekersiz içilir.

BADEMCİK

Kekik gargarası çok etkilidir.

Balık yağı içirilmelidir.

BASUR

Zulumba ve Üzerlik tohumu eşit oranlarda katıştırılıp, sabahları aç karnına 1 çay kaşığı yenir.

BAŞ AĞRISI

Baş ağrısının pekçok sebebi olabilir. Etkili tedavi için bu sebepleri ortadan kaldır-
mak gerekir.

1 bardak sıcak suya birer tutam lavanta, papatya, nane, biberiye ve kekik konur,
5 dk. sonra süzerek günde 2-4 bardak içilir.

BÖBREK VE MESANE TAŞI

1 lt. suya birer tutam Kırkkilit otu, Mısır püskülü ve Kiraz sapı konur, 5 dk. kay-
natılır ve süzerek günde 2-4 bardak içilir.

Ağrıyı dindirmek içinse; 1 lt. suya birer tutam Keten tohumu ve Meyan kökü ko-
nur, 15 dk. kaynatılıp süzülür ve günde 3-4 bardak, aç karnına içilir.

CİLT HASTALIKLARI

80g. ravent çini, 1kg bal ile karıştırılarak günde 3 öğün aç karnına 1 tatlı kaşığı yenir.

DAMAR TIKANIKLIĞI

250g.Hayıt tohumu, 6lt suda yarım saat kaynatılır ve günde 3 öğün, aç karna, bir çay bardağı içilir. ( Tansiyon düşürücü etkisi vardır. )

DUDAK ÇATLAMASI

Balmumu ve gülyağı birlikte eritilerek çatlaklara sürülür.

Susam yağı da iyi bir koruyucudur.

ERGENLİK SİVİLCELERİ

Şap ve narkabuğunu sirkeli suda kaynatıp bu su ile sivilceleri silmek yararlıdır.

GASTRİT

Hergün kahvaltıdan önce 1 çay kaşığının dörtte biri oranında Hardal tohumunu, ılık su ile içmek ve bu tedaviyi 20 günlük kür halinde yapmak faydalıdır.

GUATR

Tere tohumu, nöbet şekeri veya bal ile eşit oranlarda karıştırılıp yenir.

Deniz süngeri kurtulup toz haline getirilir ve balla karıştırılarak yenir.

KALP KRİZİ

Ökseotu çayı, Melisa çayı ve Adaçayı içmek kap krizini önleyici etkiye sahiptir. Ayrıca Civanperçemi, Atkuyruğu ve kekik oturma banyoları da yararlıdır.

KANSIZLIK

50g. Kınakına, 1kg siyah kuru üzüm ve 1/2kg Mürdüm eriği ile, 3lt suda bir müddet kaynatılır ve günde 3 öğün içilir.

KAS ERİMESİ

Günde 3-4 bardak Aslanpençesi çayı yudum yudum içilmelidir.

KEMİK ERİMESİ

Günde 3-4 bardak Civanperçemi çayı yudum yudum içilmelidir.

KİREÇLENME

400g. Ardıç tohumu, 1kg bal ile karıştırılır ve bu karışımdan, günde 3 öğün, aç karnına, 1 tatlı kaşığı yenir.

NEFES DARLIĞI

Bir miktar Deniz kadayıfı, toz haline getirilir. Ihlamur içine 1 çay kaşığı oranında katılarak kaynatılıp içilir.

ÖKSÜRÜK

Günde 20g.’dan fazla olmamak kaydıyla, Defne tohumu bal ile karıştırılıp yenir.

100g. toz zencefil ve 100g. toz zerdeçal 1kg bal ile karıştırılarak günde 3 öğün aç karna, 1 tatlı kaşığı yenir.

PROSTAT

100g. Eğir kökü, 5lt suda, 2.5lt kalıncaya dek kaynatılır. Günde 3 öğün, yemeklerden yarım saat önce, 1 çay bardağı içilir.
Aynı miktarda Kereviz tohumu da aynı şekilde hazırlanarak günde 3 öğün, yemeklerden 15dk. önce, 1 çay bardağı içilir.

ROMATİZMA

Hardal tohumu dövülüp, bal ile karıştırılarak yenir. Ayrıca, ağrılı bölgeye sürülür.

Aşağıdaki yağlar belli oranlarda karıştırılıp ağrılı bölgeye tatbik edilir ;

· Pelesenk yağı : 100g.

· Kekik yağı : 70g.

· Alabalık yağı : 50g.

· Karanfil yağı : 25g.

SEDEF HASTALIĞI

50g. Isırganotu, 50g. Şahtereotu ve 50g. Civanperçemi 1 lt. sıcak suda 15 dakika bekletilip süzülür ve günde 3-4 bardak içilir.

ŞEKER HASTALIĞI

1 lt. sıcak suya 20g. Mersin yaprağı konup 5-10 dakika demlenir ve gün boyu içilir.

250g. servi kozalağı, 250g. pelinotu ve 100g. melisa 2.5lt. alkole konur. Hava almayan bir kapta 45 gün bekletilir ve günde 3 üğün, aç karna, 1 kahve fincanı suya 8-10 damla damlatılarak içilir.

Beynimize faydali besinler

Beynimiz, vucudumuzun kucuk bir bolumunu olustursa da, yiyeceklerle alinan
enerjinin yuzde yirmisini harciyor. Iste onu daha saglikli ve faydali beslemenin
yollari..

Belirli yiyecekler algilama yetenegimizi arttiriyor daha verimli yapiyor,
daha hizli dusunmemizi ve dikkatimizi daha iyi vermemizi sagliyor.
Reklamlarin isiltili dunyasindan olmayan!.. yan etkilerden uzak, dogal,
tabi, katkisiz olan besinlerin sinirsiz faydalarindan istifade etmek
isteyenler icin bitkilerin gizemli dunyasina bir goz atalim.
Saglikli beslenmek isteyenler icin de bazi kucuk onerilerimiz
olacak!..Yedigimiz besinlerin beyin fonksiyonlari uzerinde etkileri oldugunu
biliyor musunuz?
Bellegini kuvvetlendirmek isteyenler!

HAVUC’u oneriyoruz. Oncelikle hatirlama yetenegimizi arttirir, cunku havuc
beyin metabolizmasini canlandiriyor. Bir sey ezberlerken bir ufak tabak sivi
yagli havuc salatasi yiyin.

ANANAS: Sanatcilarinin ihtiyaci olan bir meyvedir. Ornegin uzun bir metin
ezberleyebilmek icin fazla miktarda C vitaminine ihtiyac vardir. Ayrica
onemli bir eser halinde element olan mangan da icerir.

AVOKADO: Kisa sureli bellek icindir (Ornegin alisveris listesini yaparken,
yarim avokado yemek yeterlidir.

*Mutluluk icin*

KIRMIZI BIBER: Ne kadar aci olursa o kadar iyidir. Aroma maddeleri vucudun
kendi mutluluk hormonu endorphinin salgilanmasini hareketlendiriyor. En
iyisi cig yenmeli.

CILEK: Stresi gideriyor. lifli maddesi mutluluk veriyor Dozu en az 150 gram
olmali.

MUZ: Sirri serotonin. Bu maddeye beynimizin mutlu olmasi icin ihtiyaci var.

*Ogrenme guclugu cekenler*

LAHANA: Lahana sinirliligi giderir. Ornegin sinav oncesi bol bol
yemelisiniz.

LIMON: C vitamininden dolayi canlandiriyor, algilama yetenegini artiriyor
Dil ogrenme kursundan once 1 bardak limon suyu icmelisiniz.

YABAN MERSINI: Uzun sureli bir ogrenmede ideal bir meyve… Beynin kanla
daha iyi beslenmesini sagliyor.

*Dikkat guclugu cekenler *

SOGAN: Asiri yipranmaya, fiziksel yorgunluga karsi iyi gelir, boylece kani
sulandirir, beyin oksijeni daha iyi alir

CEVIZ, FINDIK, FISTIK: Konferanslarda, konserlerde, uzun araba
yolculuklarinda, sinirleri kuvvetlendirirken, beyindeki haber alma
maddelerinin olusumunu hareketlendiriyor.
Sanata egilimi olanlar

ZENCEFIL: Icerdigi maddeler beynin yeni fikirler uretmesini sagliyor. Kan
sulandigi icin vucutta daha serbest akar boylece beyin oksijenle beslenir

KIMYON: Insanin aklina birden bir fikir getirtir. Aniden bir fikre, bir
bulusa ihtiyaci olan bir fincana iki tatli kasigi dolusu kimyon koyarak bu
cayi icmeliler.

*Sinirli olanlar ise;
*Kepek, cavdar, baklagiller, bal kabagi ve ay cicegi cekirdegi, et balik ve
koyu yesil sebzeler yemeliler…

*10 adimda saglikli beslenme*

1- Cesitli besinler tuketin: Hicbir besin tek basina vucudumuzun ihtiyaci
olan besin ogelerini icermez. Ihtiyacimiz olan besinleri almak icin her
ogunde 4 ana besin gurubundan onerilen miktarlarda almaya ozen
gostermelidir. Yeterli ve dengeli beslenmek icin gereken protein, yag,
karbonhidrat vitamin ve mineral gibi besin guruplarindan bize gereken kadar
kullanilmalidir.
2- Boyunuza uygun vucut agirliginizi koruyun.
Bunun icin enerji alimini enerji harcamaniza esit olacak sekilde ayarlayin.
3- Besinleri kayiplari onleyecek sekilde hazirlayin, pisirin ve saklayin.
4- Kuru baklagiller, tam tahillar, meyve ve sebze tuketimini artirin.
Kuru baklagiller protein acisindan zengindir. Tam tahil urunleri, sebze
meyveler ise, vitamin mineral, posa gibi saglik ogeleri icerir. Ayrica
bircok sebze ve meyve hipertansiyon, kalp hastaligi ve kansere karsi
koruyucu ozelliklere de sahiptir.
5- Beslenmenizde seker miktarini azaltin. Saf seker dislerimizin curumesine
neden olur. Kalp hastaliklari ve seker hastaliklari riskini artirir.
Ozellikle kalp hastaligina yatkin kisilerin diyetlerindeki seker miktarini
minimum duzeyde tutmalari tavsiye edilir.
6- Gunluk tuz tuketiminde asiriya kacmayin. Asiri tuz tuketimi
hipertansiyon, kemik erimesi ve mide kanseri riskini artirir. Tuz yerine,
lezzet verici olarak baharat ve cesitli otlari kullanmayi deneyin.
7- Sigara kullanmayin.
8- Su tuketiminizi artirin. Her gun ortalama 8 -10 bardak su icmelidir.
9- Ogun atlamamaya ozen gosterin.
10-Doymus yag ve kolesterol tuketimini azalt

Şifalı Bitkiler

ADAÇAYI: Mide ve bağırsak gazlarını giderir. Mide bulantısını keser. Hazım sisteminin düzenli çalışmasını sağlar. Göğsü yumuşatır. Astım hastaları için yararlıdır.

AHUDUDU: Kanı temizler, vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Terletir ve idrar söktürür. Kabızlığı giderir. Vücuda dinçlik verir.

ANASON: Hazmı kolaylaştırır. İştahsızlığı ve yemeklere karşı duyulan tiksintiyi giderir. Mide ve bağırsak gazlarını söktürür. İdrarı arttırır. Öte yandan kusmayı ve ishali keser.

ASMA: Yaprakları ile yapılan ilaçlar kanamayı durdurur. Vücuda kuvvet verir. Sarılığı keser. İshali durdurur.

AVOKADO: Çok kalorili olmasına rağmen içerdiği Glutathion süper bir hücre koruyucusudur, çünkü en iyi antioksidanttır. Antioksidantlar hücrelerin yaşlanmasını yavaşlatırlar ve kanseri önlerler. Tüm meyveler arasında protein bakımından en zengin olanıdır. Bol miktarda E vitamini de içerir. Bu vitamin kalp ve deriyi koruyarak dolaşımı düzene sokar. Ayrıca potasyum ve B6 vitamini de içerir. Kadınlar açısından çok gereklidir.

AYRIKOTU: İdrar söktürür. Böbrek ve mesane taşlarının düşürülmesine yardımcı olur. Buralardaki iltihapları da giderir.

AYVA: İshal ve dizanteriyi keser. Mide ve bağırsakları kuvvetlendirir. İnce bağırsak iltihabını giderir. Kanı temizler. Çarpıntıyı dindirir.

BADEM: Bedeni ve zihni yorgunluğu giderir. Böbrek, mesane ve tenasül yollarındaki iltihapları giderir. Baş ağrısı, karaciğer ve böbrek ağrılarını hafifletir.

BAKLA: İdrar yollarını temizler. Böbrek ağrılarını dindirir. Böbrek iltihaplarını giderir. Böbrek kum ve taşlarının düşürülmesine yardımcı olur.

BAMYA: Halsizliğe karşı bire bir. 100 gram bamya günlük magnezyum (hücrelerin enerji depolamasına yarayan madde) ihtiyacımızın üçte birini ve yüzde 10’dan daha fazla miktarda ise günlük demir (akyuvarların vücut içinde oksijen taşımasını sağlıyor) ihtiyacımızı karşılıyor.

BEZELYE: Taze ve donmuş olarak kullanılabilen bezelye B1, C vitaminleri, protein, lif ve folik asit içerir. Sinir sisteminde sorunları olanlara tavsiye edilir.

BROKOLİ: Kansere karşı bizi koruyan ve ömrümüzü uzatan müthiş bir sebze. Çok miktarda kalsiyum içerdiği için kemik erimesine bire bir. Mineral ve demir eksikliğini gideren brokoli, vitamin deposudur. Brokoli tutkunlarında ender olarak bağırsak ve akciğer kanseri görülür, kalp dolaşım hastalıklarına da pek fazla rastlanmaz. Kadınlarda göğüs kanserini önler.Göğüs kanserine ve spinabifida hastalığına karşı etkili. Brokoli bol miktarda, göğüs kanseri riskini azaltan ‘indole’ adlı bir madde içeriyor. İndole, göğüs kanserine neden olan östrojen bozukluklarını engelliyor. Ayrıca brokolinin diğer bir özelliği de, spinabifida hastalığını (doğuştan belkemiğinde son omurun kapanmamış olması) önlemesi.

BUĞDAY: Lifli gıdalar sağlıklı bir beslenmenin temelidir. Buğdayın dış kabuklarından elde edilen kepek de, genellikle mısır gevreği türü yiyeceklerle tüketilir. Kepekli buğday unundan yapılan kurabiye vb. bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar ve kabızlığı önler. Buğday tanesinin özü olağanüstü besleyicidir. Vücudun özümsediği kalsiyum, demir ve çinko burada depolanır. Besin değeri, potansiyel olarak yulaf ve mısırdan daha yüksek olan buğday, bağırsak ve rektum kanserini önleyici faktörler içerir. Ama, yulaf ve mısıra kıyasla sindirimi biraz daha zordur.

CEVİZ AĞACI: Yaprakları ve kabuklarıyla hazırlanan ilaçlar kanı temizler, kansızlığı giderir. İshal ve dizanteriyi keser. Verem ve şeker hastalığında hem besleyici, hem de tedavi edicidir. Saç ve elleri boyamakta da kullanılır.

ÇAMFISTIĞI: Bronşit, verem, akciğer hastalıklarının çabuk iyileşmesine yardımcı olur. Ruhi çöküntüyü giderir. Kalp hastalıklarında da faydalıdır.

ÇEMEN: Balgam söktürür. Vücuda rahatlık verir.

ÇİLEK: Körpe ve bol sulu çilekler sistemi temizliyor. Cilt sorunları olanlar için de iyi bir meyvedir. Böbrek, idrar yolları ve bağırsak sorunları için de birebirdir. Ayrıca diş etlerini güçlendiriyor, dişlerdeki tartarı önlüyor, ağız kokularını ve boğaz ağrılarını gideriyor. Çilekte yüksek oranda C vitamini bulunduğu gibi, yüksek tansiyon ve kolesterolü düşüren maddeler içeriyor. Çilek C vitamini ihtiyacını karşılar. Ayrıca bol miktarda potasyum içerir ve lifli besinler arasında önemli bir yer tutar. Diyabetli hastalar, çileğe şeker ilave etmemek şartıyla bu meyveyi bol bol yiyebilirler.

ÇÖREKOTU: İştah açar. Vücuda kuvvet ve dinçlik verir. Hazmı kolaylaştırır. Mide ve bağırsak gazlarını söker. Koklanacak olursa baş ağrısını keser.

DEFNE: Terletir, ateşi düşürür. Vücuda rahatlık verir. İdrar ve adet söktürür. İştah açar. Sinir ağrılarını dindirir.

DENİZ KADAYIFI: Solunum ve hazım sistemi nezlelerini giderir. Vücudu besleyici olarak da kullanılır.

DENİZ YOSUNU : Metabolizmanın işleyişini hızlandırıyor. Troid hormonundaki dengesizlikleri engellen maddeleri içeren su yosunu, metabolizmayı hızlandırıyor. Ayrıca, B vitamini, kalsiyum ve çinko içeren yosun; deriye, tırnaklara ve saça karşı etkili.

DEVEDİKENİ: Ateş düşürür. Terletir ve vücuda rahatlık verir.

DOMATES: Kanserden koruyucu ve yaşlanmayı zihinsel ve bedensel olarak yavaşlatıcı bir sebze. C ve E vitaminleri içerir. Domates zengin bir potasyum kaynağıdır ve çok az miktarda tuz bulunur. Yüksek kan basıncını düşürmeye yardımcı olur ve vücudun su tutmasını engeller. Kalp hastalıklarına ve prostat kanserine karşı etkili. ‘Beta karotin’e yakın olan likopen içeriyor. Likopen vücudu kalp hastalıklarına karşı koruyan maddeler arasında yer alıyor. Araştırmalar domatesin prostat kanseri riskini azalttığını gösterdi. Haftada en az iki kez domates yiyen erkeklerin, diğerlerine oranla prostat kanserine yakalanma riskleri az.

DUT: Beyaz dut yaprakları idrar söktürür. Vücutta biriken suyu boşaltır. Aç karnına yenen beyaz dut bağırsak solucanlarını söktürür.

EBEGÜMECİ: Göğsü yumuşatır. Öksürük keser. Mide bulantısı ve kusmaları önler. Ateşi düşürüp vücuda rahatlık verir. Boğaz ve bademcik iltihaplarını giderir. Dişeti hastalıklarını tedavi eder.

ELMA: Günde bir elma yemek doktoru evinizden uzak tutar. İki elma yerseniz, kalp ve dolaşım sorunlarına karşı korunmuş olursunuz. Kolesterolü yok eder ve kabızlığı önler. Sindirimi kolaylaştırır. Kokusu rahatlatır ve kan basıncını düşürür. Artrit, romatizma ve gut hastalıklarına karşı da yararlıdır.

ENGİNAR: Kandaki üre ve kolesterolü düşürür. İdrar söktürür. Kandaki şeker miktarını ayarlar. Damar sertliği ve kalp hastalıklarını önler. Böbrekteki kumların dökülmesine yardımcı olur. Prostat, meme ve rahim ağzı kanserine karşı iyi gelir. Enginarın içinde bulunan Silymarin maddesinin, hücrelerin hasar görmesini engellediğine işaret eden araştırmacılar, ayrıca Silymarin maddesinin, prostat, meme ve rahim ağzı kanserini önleme konusunda da etkili olduğunu belirtti. Enginarın içinde, fiber, magnezyum, folate ve C vitamini bulunduğu, bu sebzeyi bol miktarda tüketenlerin, bulundukları yaşın daha altında gösterdikleri belirtildi.

FESLEĞEN: Öksürüğü keser. Baş dönmesini durdurur. Arı sokmasında faydalıdır. Ağız yaralarını tedavi eder. Fesleğen kokusu, sivrisinek ve tahtakurusu gibi haşaratları kaçırır.

FINDIK: Bedeni ve zihni yorgunluğu giderir. Vücuda kuvvet verir. Nekahat devresinin çabuk geçmesini sağlar.

GELİNCİK: Nefes darlığı, astım ve bronşitte rahatlık verir. Kan tükürme ve kusmayı önler. Yanıkları iyileştirir.

GREYFURT: C vitamini bakımından çok zengindir. Yarım greyfurt günlük C vitamini ihtiyacının yüzde altmışını sağlar. Kolesterol oranını düşüren pektin maddesi bulunur. Kansere karşı koruyucu özellik taşır. İştah açar.

HATMİ: Ağız, boğaz ve dişeti iltihaplarını iyileştirir. Bağırsak iltihaplarını giderir.

HAVUÇ: Haftada beş kere yendiği takdirde Harvard’ın araştırmalarına göre kadınlarda kalp enfarktüsünü, felç tehlikesini yüzde 68 oranında azaltıyor. Günde iki havucun erkeklerde kandaki kolesterolü yüzde 10 oranında azalttığı görülmüştür. Her gün yenen bir havuç da akciğer kanseri tehlikesini yarıya indiriyor. Havuçtaki Beta-Karotin de gözleri yaşlılığın getirdiği görme zayıflığından koruyor ve bağışıklık sistemini kuvvetlendiriyor. Mide ve bağırsak kanamalarını önler, kansızlığı giderir, anne sütünü arttırır, yüz ve boyun kırışıklıklarını giderir, idrar ve bağırsak gazlarını söktürür, ülserdeki şikayetleri giderir Kansere karşı etkili olduğu gibi cildin kurumasını da engelliyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Beta karotin (kansere neden olan serbest radikallari durduruyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor) içeren havucun en büyük özelliklerinden biri içerdiği bu maddenin cildin kurumasını engelleyen A vitaminine dönüşebilmesi.

ISIRGAN: Dıştan tatbik edildiği zaman iç organlarda biriken kanı çeker. Burun kanamalarını keser. Balgam söktürür.

ISPANAK: Kalp hastalıklarına, felce, yüksek tansiyona, yaşlılığın getirdiği göz hastalıklarına, kansere, hatta psişik rahatsızlıklara karşı da etkili bir sebze. Göz hastalıklarına ve derideki lekelenmelere karşı etkili. Ispanak içerdiği iki kimyasal madde sayesinde görme bozukluklarına karşı etkili. Haftada 6 kez ıspanak yiyenlerin yüzde 86 oranında yaşın ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan derideki lekelenmeler gibi bir sorunlarının olmayacağını gösteriyor. Ayrıca yaşla birlikte ortaya çıkan göz hastalıklarına karşı da etkili. Bir porsiyon ıspanak, günlük demir ihtiyacımızın onda birini karşılıyor.

İNCİR: Bağırsakları yumuşatır. Kabızlığı giderir. Bronşit, öksürük ve boğaz ağrılarında faydalıdır. Enerji verir.

KARANFİL: Mikropları öldürür. Ağrıları dindirir. Sinirleri uyarır. Hazmı kolaylaştırır. Koku giderir. İştah açar.

KEKİK: Bedeni kuvvetlendirir. Hazmı kolaylaştırır. Kalp çarpıntısını keser. Bağırsak iltihaplarını iyileştirir. Bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardım eder. Kandaki şeker miktarını azaltır.

KIRMIZI BİBER: Bulaşıcı hastalıklara karşı etkili. Vücudun özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı olan direncini artırıyor. Portakaldan daha fazla miktarda C vitamini içeren bu sebze, aynı zamanda içerdiği beta karotin ile bağışıklık sistemimizi güçlendiriyor. 100 gram kuru kırmızı biberin 318 kalori enerji verdiğini, 148 miligram kalsiyum, 76 miligram C vitamini (taze biberde 340 miligram), 8,1 gram su, 2 bin 14 miligram potasyum, 41 bin 610 IU A vitamini, 12 gram protein, 293 miligram fosfor, 15 miligram B3 vitamini, 17,3 gram yağ, 152 miligram magnezyum, 2 miligram B2 vitamini, 56,6 gram karbonhidrat, 30 miligram sodyum, 1 miligram B1 vitamini, 24,9 gram lif, 8 miligram demir yanında acılık ve renk maddesi gibi organik bileşikler içerdiğini vurguladı Beslenmede çok büyük öneme sahip kırmızı biberin, bir o kadar da insan sağlığında aranılan bir materyal olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Tuncer, şöyle devam etti: ”Kırmızı biber mide suyu ve tükürük oluşumunu artırır, sindirimi kolaylaştırır, romatizma, mafsal ve diş ağrılarını azaltır, krampları giderir, kolera ve azaltır ve kanser tedavisinde kullanılır. Terlemeyi artırır, gut hastalıkları başta olmak üzere bir çok hastalığa iyi gelir. Kanser riskini serinlik verir (sıcak iklimlerde kullanılmasının nedenlerinden birisi budur), öksürük ve boğaz ağrılarını gidermede (gargara olarak) kullanılır, sinir hastalıkları için doğal yatıştırıcıdır, vücuttaki aşırı yağ ve kolesterol birikiminin önlenmesini sağlar. Antibakteriyel etkisi ile hastalıkların önlenmesinde de etkili olan kırmızı biber ülkemizde ağırlıklı olarak Kahramanmaraş, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere Güney ve Güneydoğu illerinde fazlaca tüketilir. Bu bölgenin kırmızı biberleri acı tiplerdir. Kırmızı biber kuzeyde ise en çok Bursa ve Bilecik’te üretilmektedir. Bu biberler ise genellikle tatlıdır.”

KINAKINA: Ateş düşürür. Sıtmayı tedavi eder. Tifoda faydalıdır. İştah açar. Cilt kaşıntılarında faydalıdır.

KİRAZ : Aspirin yerine kiraz. Kiraz yemek ağrıların dindirilmesinde aspirinden çok daha etkili oluyor. Michigan eyaletinde yaşayanlar, bu yörede çok yetiştiğinden, bol bol kiraz yiyorlar. Kimileri bu meyvenin gut ve mafsal iltihabından kaynaklanan ağrılara bire bir olduğunu ileri sürüyor. Michigan Eyalet Üniversitesi’nden Muraleedharan Nair kirazda bulunan ve ”antosiyanin” olarak bilinen kırmızı renkteki kimyasalların bu etkiyi yaratabileceğine dikkat çekiyor. Nair ve ekibi genelde uygulanana deneylerden yararlanarak söz konusu belişimlerin aspirin ve ibuprofen gibi ağrı kesicilerde bulunan enzimleri içerip içermediğini araştırdı. Ardından kimyasalların serbest radikallerin zararlı etkilerini yok edici özelliklerini inceleyerek bunları vitaminlerle karşılaştırdı. Sonuçta, 20 kirazda 12-25 miligram arasında antosiyanin bulunduğu ve bu maddenin ağrı kesici etkisinin aspirinden on kat daha fazla olduğu görüldü. Kirazda bulunan antosiyanin maddesinin E ve Ca vitaminlerine benzer antioksidan etkiler yarattığına da tanık olundu. Nair’e göre, günde 20 kiraz yemek bir aspirin almakla özdeş etki yaratıyor. Nair kirazdaki antosiyaninin tablete dönüştürülmesine çalışıyor.

KİVİ: Bir kivide, bir portakalda olan C vitamininin iki katı vardır. Potasyum bakımından da zengindirler. Sindirimi kolaylaştırır ve kabızlığı önler.

KUŞBURNU: Çok yoğun vitamin zenginliği nedeniyle gözlerin dostudur. Vücuda dirilik sağlar. 100 gram kuşburnunda bir sandık portakala eşdeğer C vitamini vardır. İyi bir raşitizm ilacı, etkin bir kan temizleyicisidir. Güçlü bir kurt düşürücü ve bağırsak yumuşatıcısıdır. Mide kramplarına ve sindirim sistemi zorluklarına karşı faydalıdır. Romatizma ağrılarını gideriyor. Basur tedavisinde iyi sonuç veriyor.

KUŞKONMAZ: Hazımsızlığa karşı etkili. Antitoksit maddeler içeren bu sebze böbreği toksinlerden arıtıyor ve besinlerin hazmedilmesini kolaylaştırıyor.

LAHANA: Kansere karşı etkili olduğu bilinen sebzelerin başında gelir. Bol miktarda B, C ve E vitamini, potasyum içerir. Özellikle meme ve rahim kanserine karşı etkilidir. Vücutta biriken zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Kandaki şeker miktarını düşürür. Sarılık ve safra kesesi hastalıkları için iyidir. Astıma faydalıdır. Bağırsak kanserine karşı etkili. Lahana kanser hücrelerinin üremesini engelleyen kimyasal bir madde (isotiocyanates) içeriyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, haftada bir gün lahana yiyenlerin bağırsak kanseri olma riskleri üçte iki oranında azalıyor.

MAYDANOZ: Bir demir deposudur. Genellikle taze yenen maydanozda, kalsiyum, potasyum ve A vitamini vardır. Bir tutam maydanoz, günlük C vitamini ihtiyacının çoğunu karşılar. Böbrekleri çalıştırarak idrar getirir, kan şekerini normal seviyede tutar ve kansere karşı da koruyucudur.

MANTAR: Bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Özellikle Çinliler’in ilaç niyetine yedikleri bu sebze, bünyeyi hastalıklara karşı koruyor ve bağışıklık sistemini güçlendiriyor.

MARUL : Kemik erimesine karşı etkili. Sütten bile daha fazla kalsiyum içeren bu sebze, kemikleri güçlendirmesi açısından bir numara. 100 gramında, küçük bir bardak sütün içinde bulunan kalsiyumdan daha fazlasına sahip. Bu miktar günlük kalsiyum ihtiyacının dörtte birine tekabül ediyor.

MELEKOTU: Kan dolaşımını düzenler. Terletir. Kurutulmuş melekotu dövülüp başa sürülecek olursa bitleri öldürür. Astım nöbetlerine faydalıdır.

MEYANKÖKÜ: Grip, nezle, anjin ve nefes darlığına faydalıdır. Öksürük ve balgam söktürür. Yüksek tansiyonu düşürür.

MISIR: Yüzde 18.3 gibi yüksek oranda lif içeriyor. Mısırın içeriğindeki yüksek karbonhidrat, enerji seviyenizi yükseltir. İçinde protein, kalsiyum, demir, fosfor, A ve B2 vitaminleri bulunur.

MUZ: Folik asit, potasyum ve B6 vitamini bakımından son derece zengin bir meyvedir. Potasyum krampları önler. Adet sancılarını gidermeye birebirdir.

NAR: Vücudu kuvvetlendirir. İshali keser. Burun poliplerine faydalıdır. Şerit düşürür. Kalbi kuvvetlendirir. Mide, bağırsak hastalığı olanlar, küçük çocuklar ve hamileler fazla kullanmamalıdır.

NOHUT: Vücudu kuvvetlendirir. Anne sütünü arttırır.

ÖKSEOTU: Kalbin atışlarını arttırır. Damar kireçlenmelerinde faydalıdır. Sara ve akciğer kanamalarında kullanılır.

PATATES: Kızarmış yemezseniz kilo aldırmaz. Sindirimi kolaylaştırır, kabızlığı önler. Yorgunluğa karşı birebirdir. Bol miktarda C vitamini ve protein içerir. Halsizliğe karşı etkili. Vücuda enerji veren madde olan karbonhidrat içeren patates, C ve E vitaminleri ve beta karotin açısından en zengini.

PIRASA: İdrar söktürür. Mide rahatsızlığına iyi gelir. Kabızlığı giderir. Basur memeleri için faydalıdır. Böbreklerdeki kum ve taşların düşürülmesine yardımcı olur.

PORTAKAL: Antioksidantlar ile dolu bir meyve. Kanseri önleyici olarak bilinen bütün maddeleri içeriyor. Ayrıca bol miktarda C vitamini içeriyor.

SALATALIK: Salatalığın kendisi ya da suyu cildimizi bir tonik kadar temizler. Salatalık kabızlığı önler, böbrek ve kalp hastalıklarında vücutta biriken suyun atılmasına yardımcıdır. Kalp hastalıkları ve enfeksiyonlara karşı etkili. Kükürt içeriyor ve bu madde vücudun enfeksiyonlara karşı dayanıklılığını artırdığı gibi, kolestrolü de düşürüyor.

SALEP: Öksürük ve bronşite faydalıdır. Aybaşı kanamalarının düzenli olmasını sağlar. Zihni çalıştırma gücünü arttırır.

SOĞAN VE SARIMSAK: Yüksek tansiyon ve kalp hastalığı tehlikesini azaltırlar. Soğan, mide kanserine yakalanma riskini; sarımsak da bağırsak kanserine yakalanma riskini azaltıyor. Sarımsağın mayasında bulunan maddeler hücrelerin zarar görmesini önleyerek, vücudu erken yaşlanmaya karşı koruyor. Antibiyotik ve nefes darlığını gideren bileşimler içeren sarımsak bağışıklık sistemini de kuvvetlendiriyor. Kalbe ve alerjik hastalıklara karşı etkili. Soğan içerdiği kimyasal maddelerle kalbimizi güçlendiriyor ve alerjik reaksiyonları engelliyor. Newcastle’da yapılan araştırmalar, düzenli bir şekilde soğan yiyenlerin damarlarının tıkanma riskinin azaldığını gösteriyor.

SOYA: Uzun yaşamak isteyen herkes mutlaka soya tüketmelidir. Soya, içerisinde östrojen hormonuna benzer işlev gören ve bu hormonun etkilerini sulandıran bir madde içerir ve bu da kadın bünyesi için son derece yararlıdır. Çünkü, hücre yenilenmesini hızlandıran östrojen hormonunun aşırı üretimi, göğüs, rahim ve boyun kanserine yakalanma riskini çok arttırır.

TARÇIN: Ruhi sıkıntıları giderir. Sürmenajda faydalıdır. Kalbi kuvvetlendirir. İştah açar, hazmı kolaylaştırır.

TERE: İştah açar. Hazmı kolaylaştırır. Bronşları temizler, öksürük söktürür. İdrar söktürür, böbrekleri ve idrar yollarını temizler. Kanser, anemi ve lif hastalıklarına karşı etkili. Tere kanserle savaşan sebzelerin arasında olduğu gibi aynı zamanda en fazla kalsiyum, demir ve folik asit içerenlerin başında geliyor. Tere gibi yeşil sebzeler yiyen kadınların, life ilişkin hastalıklara yakalanma riskleri daha az.

TON BALIĞI: Çok yağlı olmasına rağmen Omega-3 adlı önemli bir yağ asiti içerir. Bu madde, yüksek tansiyon, kalp çarpıntısı ve şiddetli migren ağrılarına iyi gelir. Ayrıca cilt kuruluğunu ve egzamayı tedavi eder. Ancak taze olarak yenmelidir. Konserve olarak satılan ton balığı yüksek D vitaminin içermekle birlikte Omega-3 yağ asitinden yoksundur.

TURP: Böbreklerdeki mikropları öldürür. Kum ve taşların dökülmesine yardımcı olur. Karaciğer şişliğini indirir. Sarılıkta faydalıdır. Safra taşlarının düşürülmesine yardımcıdır. Romatizma, siyatik astım ve bronşite faydalıdır.

ÜZÜM: Üzümde bilinen 20 antioksidant var, siyah üzüm ise yeşil üzümden fazlasını içeriyor. Kan yapar, kanı temizler. Yüksek tansiyonu düşürür. Böbreklerdeki kum ve taşların düşürülmesine yardımcı olur. Besleyicidir.

VİŞNE: İshali keser. Ateşi düşürür. İdrar söktürür. Vücuda rahatlık verir.

YENİBAHAR: Damar sertliğini önler. Hazmı kolaylaştırır. Mide ve bağırsak gazlarını giderir.

YOĞURT: Vücudun çeşitli organlarında bulunan bakterilerden bağırsakta barınanları, sindirim sisteminin düzenli çalışması açısından önemlidir. Bu bakteriler, enfeksiyonların ve bulaşıcı bir hastalık geçirirken almak zorunda kaldığımız antibiyotiklerin saldırısına uğrayabilir. Bu da sindirim sistemini harap eder. Yoğurt bu sorunu çözer, azalan bakteri miktarını normal seviyesine getirir ve enfeksiyonları hem önler, hem de onlarla mücadele eder. Bağışıklık sistemini de canlandırır. Kalsiyum oranı sütten fazla olan yoğurdun, protein oranı süte eşittir.

YULAF: Çocukların hazım güçlüklerini giderir. Bedeni ve ruhi yorgunlukları giderir. Kandaki şeker miktarını azaltır.

YERALMASI: Şeker hastaları için faydalıdır. Besleyicidir. Vücudun direncini arttırır. Kabızlığı giderir.

ZENCEFİL: İştah açar. Kusmayı önler. Bağırsak bozukluklarını giderir.

ZEYTİN: Zeytinyağı, safrayı artırır. Karaciğeri çalıştırır. Karaciğer ağrılarını keser. Sarılıkta faydalıdır. Yaprak ve kabukları yüksek tansiyonu düşürür. Kandaki şeker miktarını düşürür. Bağırsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur.

DENİZ YOSUNU : Metabolizmanın işleyişini hızlandırıyor. Troid hormonundaki dengesizlikleri engellen maddelir içeren su yosunu, metabolizmayı hızlandırıyor. Ayrıca, B vitamini, kalsiyum ve çinko içeren yosun; deriye, tırnaklara ve saça karşı etkili.

GEÇMİŞTE YAŞAMIŞ OLAN İMAN EDEN BİLİMADAMLARI

Roger Bacon (1220-1292)

“İnancın rahmeti çok büyüktür”

Çağdaşları tarafından “muhteşem doktor” olarak anılan Roger Bacon, deneysel metota önem vererek, bilimde eski geleneklere son veren ünlü bir İngiliz din ve bilim adamıdır. Işığın, Allah tarafından insanların görebilmelerini sağlamak için yaratıldığına inanan Bacon, bu alanda kendi gözlemlerini yapmış, yaşadığı çağda kolay kolay düşünülemeyecek birçok teknik gelişmeyi yüzlerce yıl öncesinden haber vermiştir. Buharlı gemiler, trenler, otomobiller, uçaklar, vinçler ve asma köprüler Bacon’ın daha 13. yüzyılda tasarladığı gelişmelerden yalnızca birkaçıdır.

Bir arkadaşına yazdığı mektupta Bacon şöyle demiştir:

Gelecekte bir tek kişi tarafından yönetilen ve birçok kürekçinin çektiği bir tekneden çok daha hızlı yol alabilen gemiler, deniz taşıtları ve bir canlının gücünden yararlanmaksızın inanılmaz bir hızla gidebilen arabalar yapılacaktır.

Ayrıca Bacon, merceklerin büyütme özelliklerini ve kullanım yerlerini açıklamış, yıldızlardan gelen ışığın Dünya’ya aynı anda ulaşmadığını ilk kez o fark etmiştir. Kristof Kolomb’un doğumundan 200 yıl önce Dünya’nın düz değil yuvarlak olduğunu ve Avrupa’dan hep batıya doğru gidildiğinde Hindistan’a ulaşılabileceğini savunmuştur.

Yaptığı deneyler sonucu ulaştığı bilgilerin inançlı insanlara faydasının dokunacağına inanan Bacon şöyle demiştir:

Gelecekte, şimdi ve geçmişte göreceğimiz gibi bilim, inananlar için yararlıdır.

Bacon, bir araştırmacı olarak, bilimin dinle çelişmediğini, aksine bilimin inanmayan kişilere karşı kullanılabilecek önemli bir ikna aracı olduğunu savunmuştur. “Bilim insanların inancı kabul etmelerini sağlamada büyük bir avantaja sahip” sözü, kendisine aittir.


Francis Bacon (1561-1626)

Bilimsel metodun kurucularından olan ünlü bilim adamı Bacon güçlü bir imana sahip bir kişi olarak bilinmektedir. Francis Bacon, bilimsel araştırmaların, kişiyi Yaratıcı’ya yakınlaştırdığını şu sözleriyle ifade etmiştir:

Hataya düşmemizi engellemek için çalışmamız gereken önümüzde iki kitap var, birincisi Allah’ın vahyi olan Kutsal Kitap, ikincisi O’nun gücünü ifade eden yaratılanlar.

İlk önce Allah’ın isteklerini ve emirlerini açıklayan Kutsal Kitabı, sonra da O’nun gücünü gösteren varlıkları incelemeliyiz. Sonraki öncekine anahtardır. Bize mantığın ve konuşmanın genel kurallarını öğreterek ilahi emirlerin gerçek anlamını bilmemize yardımcı olur, aynı zamanda inancımıza yeni pencereler açar. Bize Yaratıcı’nın büyüklüğünü anlatır. Zira, O’nun sonsuz kudreti ve büyüklüğü, fiillerinde ve yarattığı varlıklar üzerinde açıkça görülmektedir.


Galileo Galilei (1564-1642)

Galilei’nin yazımını 1629 yılında tamamladığı Büyük Dünya Sistemleri Konusunda Diyalog isimli kitabının baş sayfasıydı. (yanda)

Galileo Galilei, teleskop kullanarak gökyüzüne bakan ilk kişidir. Galilei, hem Dünya’nın yuvarlak olduğunu söylemiş, hem de Ay’daki karanlık bölge, kraterler ve tepeleri ilk ortaya çıkaran kişi olmuştur. Bilime yaptığı bu büyük hizmetlerle tarihte önemli bir yeri olan Galilei, duyuların, konuşma yeteneğinin ve zekanın insanlara Allah tarafından verildiğine ve bunların en iyi şekilde kullanılması gerektiğine inanıyordu. Doğanın bir Yaratıcı tarafından tasarlandığının her haliyle açık olduğunu savunuyordu. “Tabiat hiç şüphesiz Allah’ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır” diyen Galilei, Allah’ın Kitapları ile yarattıkları arasında hiçbir çelişki olamayacağını, çünkü her birinin Allah tarafından yaratıldığını söylüyordu.56

Galilei, hem Dünya’nın yuvarlak olduğunu söylemiş, hem de Ay’daki karanlık bölgeyi, kraterleri ve tepeleri ortaya çıkaran ilk kişi olmuştur.


Johannes Kepler (1571-1630)

Tabiat kitabına göre biz astronomlar, Yüce Allah’ın din adamları olduğumuzdan, bizim Allah’ın şanını konuşmamız gerekir.

Astronomi biliminin kurucusu olan Kepler, gezegenlerin hareketlerini, güneş sisteminin uzaklığını hesaplamış ve yıldız hareketlerinin haritasını gösteren ilk astronomik takvimi yayınlamış büyük bir bilim adamıdır.

Bu güçlü bilimsel kişiliğinin yanında Kepler, aynı zamanda evrenin bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanmıştır. Neden bilim ile uğraştığını soranlara Kepler’in cevabı, daha önce de belirttiğimiz gibi “Yaratıcı’nın eserlerindeki lezzeti tatmak için” olmuştur

Allah’ın, yarattığı herşeyde kendini gösterdiğine inanan Kepler’in hayatı ve yaptıkları incelendiğinde, evrende ilahi bir tasarımın var olduğuna inanan bir insanın, bilimsel çalışmalarında çok geniş ufuklu ve başarılı olduğu görülür. Kepler, “beyaz ayıları ve beyaz kurtları Kuzey’in karlı bölgelerine gönderen kimdir? Ayıların, balinaların ve kurtların beslenmesi için, kuşların yumurtalarını da onlarla birlikte orada bulunduran kimdir?” diye sorduğu sorunun cevabını yine kendisi şöyle cevaplamıştır: “Bizim Allah’ımızdır ve O en büyüktür ve O’nun üstünlüğü en büyüktür ve O’nun aklı sonsuzdur, O’nun sonu yoktur.” Kepler sözlerini şu şekilde sürdürmüştür: “Yaratıcıyı anlamak için sahip olduğunuz tüm duyularınızı kullanın.”


Johannes Baptista von Helmont (1579-1644)

Helmont, gaz kimyası ile kimya fizyolojisinin kurucusu olan ve termometre-barometreyi keşfetmiş ünlü bir bilim adamıdır. Dindar kişiliği ile tanınan Helmont için ünlü yazar Walter Pagels, bilimsel çalışmalarında dini inancından güç aldığını yazmıştır.


Blaise Pascal (1623-1662)


Çok önemli buluşların sahibi olan birçok bilim adamı aynı zamanda dindarlıklarıyla da tanınmaktadırlar. Termometre ve barometreyi bulan Helmont ve yanda resmi bulunan Pascal bu bilim adamlarındandır.

Eski Yunan’dan sonra geometride en büyük ilerlemeyi sağlayan ünlü bilim adamı Pascal, çok küçük yaşlarda bile birçok keşfin sahibi, çok başarılı bir bilim adamıdır. Matematik alanındaki pek çok çalışma ve buluşunun yanında Pascal, fizik alanında da önemli keşifler yapmıştır. Örneğin atmosfer ve sıvı mekaniği hakkında araştırmaları olan Pascal, atmosferde yüksekliğe göre değişen bir basınç olduğunu keşfetmiştir.

Bilim tarihinde çok önemli bir yeri olan Pascal, inançlı bir bilim adamıdır. Pascal sözlerinde Allah’ın, matematikten elementlerin düzenine kadar herşeyin Yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz gücünü ifade etmiştir.


John Ray (1627-1705)

Ünlü İngiliz botanikçisi John Ray inançlı bir kişiydi. Ona göre, “eğer insanoğlu yeryüzüne Allah’ın güzelliğini yansıtmak için getirilmişse, o zaman çevresinde yaratılmış olan her şeye dikkat etmeliydi”. Bu düşünceyi kendisine prensip edinen Ray, çok genç yaşta bilimsel araştırmalar yapmaya yöneldi. Hem botanikte hem de hayvan biliminde zamanının en büyük otoritelerindendi. Ray, Allah’ın yaratışındaki sonsuz aklı anlattığı bir kitap yayınladı. Bu çalışmada Ray, binlerce türdeki bitki, böcek, kuş, balık ve benzeri canlıyı tanıtarak, doğanın bir Yaratıcı’nın varlığını gösterdiğini anlattı. Kitabında Ray şöyle diyordu: “Başta bütün işler Allah tarafından yaratıldı, sonra bugüne kadar O’nun tarafından muhafaza edildi ve hala ilk yaratıldıkları gibiler.”

Botanik bilimine birçok hizmette bulunan Ray: “Özgür bir adam için doğanın güzelliklerini ve Allah’ın sonsuz aklını ve yüceliğini düşünmekten daha değerli bir şey olamaz” diyerek bilim ve dinin içiçe olduğunu her zaman vurgulamıştır.


Robert Boyle (1627-1691)

Modern kimyanın kurucusu olan Boyle, bilimde çığır açan birçok keşfin sahibidir. Bunlara örnek verecek olursak; Boyle, gazların havadaki basıncı ile havanın hacmi arasında bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmış ve böylece bugün “Boyle Kanunu” olarak bilinen prensipler meydana gelmiştir. Ayrıca Boyle, turnusol kağıdı ile basit bir buzdolabı da icat etmiş, suyun donunca genleştiğini göstermiş, elementin ilk modern tanımını yapmıştır. “Hava, basınçlı olduğuna göre atomun parçaları arasında boşluk olmalıdır” diyen Boyle, böylece atom teorisine de katkıda bulunmuştur.

Böylesine önemli bilimsel buluşların sahibi olan Boyle, Allah’ın varlığına iman ediyordu. Evrende akıllı bir tasarım olduğunu ve bu tasarımın üstün güç sahibi bir Yaratıcı tarafından yapılmış olduğunu düşünüyordu. Boyle konuşmalarında ve yazılarında sık sık bilimle Allah inancının yan yana olması gerektiğini vurgulamıştır. Boyle bir mektubunda şöyle demiştir:

Şanı, tabiatı yaratana verin…İnsanlığa iyilik getirmek için bilgiyi kullanın.

Boyle bir başka sözünde ise, canlılardaki mükemmelliğin Allah’ın varlığını açıkça gösterdiğini şöyle ifade etmiştir:

Dünyadaki mevcut sistemin mükemmel bir şekilde planlanmış olması, özellikle de hayvanların sahip oldukları ilginç özellikler, duyular ve hayranlık uyandıran yapıların hepsi tarih boyunca düşünürlerin Allah’ın varlığını kabul etmelerine neden olmuştur.


Antonie von Leeuwenhoek (1632-1723)

Leeuwenhoek, bakteriyi ilk kez keşfeden bilim adamıdır. Gözlüklerini büyüteç gibi kullanarak kumaşları incelemeye başlayan Leeuwenhoek, gördükleri ilgisini çekince diğer büyüteçleri üretmiş ve böylece mikroskobuyla ilk bakteriyi tanımlayan kişi olmuştur.

Bir Yaratıcı olmaksızın, kendi kendine var oluş fikrini çürütme amacı onu çok önemli bilimsel araştırmalar yapmaya yöneltmiştir. Bu amaçla, hayvanlar ve bitkilerin beslenme sistemi, üreme, bitkilerde besin transferi, yine bitkilerin farklı yapı ve bölümleri ile kan hücreleri üzerinde araştırmalar yapmıştır. Kılcal damarlar üzerinde çalışarak kan hücrelerinin geçişini gören ilk bilim adamıdır. Ondan önce kimse kasların liflerden oluştuğunu bilmiyordu.


Isaac Newton (1642-1727)

Tüm zamanların en büyük bilim adamı olarak kabul edilen Newton, hem matematikçi hem de fizikçiydi. Newton’un bilime yaptığı büyük hizmetler hatırlanacak olursa; bunlardan en önemlisi yer çekimi kanununun keşfidir. Newton, kuvvet ve ivme arasındaki mükemmel ilişkiyi kütle kavramı ile bağdaştırmış; etki ve tepki prensibini bulmuş, bileşke kuvvetlerin sıfır olması halinde hareketli cisimlerin hızının hiç değişmeyeceği tezini ortaya atmıştır. Newton’un hareket yasaları, 4 yüzyıldır en basit mühendislik hesaplarından, en karmaşık teknolojik projelere kadar aynen uygulanmaktadır. Newton’un sadece çekim konusunda değil, mekanik ve optik gibi temel konularda da çok önemli buluşları olmuştur. Işığın 7 rengini keşfeden Newton, böylece optik adı verilen yepyeni bir bilim dalının da temelini atmıştır.

Newton bilimde çığır açan bu buluşlarının yanı sıra, ateizmi reddeden, Yaratılışı savunan ciddi eserler yazmış, “Yaratılış tek bilimsel açıklamadır” düşüncesini savunmuştur. Newton, mekanik evrenin kendi deyimiyle “bu hiç durmaksızın çalışan dev saatin” ancak güçlü ve üstün akıl sahibi bir Yaratıcı’nın eseri olabileceği gerçeğine inanıyordu.

Newton’un, dünyanın seyrini değiştiren buluşlarının temelinde, onun Allah’a yakınlaşma isteği vardır. Newton, Allah’ı daha yakından tanımak için yol olarak, Allah’ın yarattığı eserleri araştırmayı bulmuştur. Bu amaçla büyük bir şevkle araştırmalarına sarılmıştır. Newton, bilimsel araştırmalarını yapma gayretinin ardındaki sebebi Principia Mathematica adlı eserinde şu sözlerle ifade etmiştir:

Bizler Allah’a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah’ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O’na teslim olmalıyız.

Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve herşeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; herşeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan herşeyi bilir. O sonsuz ve sınırsızdır; … Daimidir ve vardır; Varlığı daimidir, her yerde mevcuttur; her zaman ve her yerde var olmasıyla O, tüm zamanı ve aralıklarını yaratır.


John Flamsteed (1646-1719)

Ünlü Greenwich gözlem evinin kurucusu olan John Flamsteed, İngiltere’deki ilk astronomlardan biridir. Yaptığı sayısız gözlemden sonra teleskop çağının ilk büyük yıldız haritasını çıkaran Flamsteed, aynı zamanda bir din adamıydı.


John Woodward (1665-1728)

Woodward, jeoloji biliminin gerçek kurucularındandı. Bilime en büyük katkılarından biri Cambridge’de paleontoloji müzesinin kurulmasını sağlamak ve jeoloji dalını geliştirmek olmuştur.


Carolus Linnaeus (1707-1778)

İnançlı bir bilim adamı olan Linnaeus botanik konusunda çok önemli çalışmalar yapmıştır. Bitkilerin eşeyli ürediklerini ortaya çıkaran Linnaeus, bilime “biyolojik sınıflandırma” kavramını kazandırmıştır.


Jean Deluc (1727-1817)

İsviçreli bir fizikçi olan Deluc, “jeoloji” kelimesini keşfeden bilim adamıdır. O ve babası modern civa termometresi ile hidrometreyi bulmuşlardır. Deluc, evrenin ve canlılığın tesadüfen oluştukları fikrine karşı çıkması ve yaratılışa inanmasıyla tanınmaktadır.


Sir William Herschel (1738-1822)

Herschel 18. yüzyılın en ünlü astronomlarındandır. Zamanının en fazla yansıtma özelliğine sahip olan teleskoplarını inşa ederek daha önce incelenemeyen nebula ve galaksileri incelemiş olmasıyla ünlü olan Herschel, inançlı bir bilim adamıydı. Herschel, “inançsız astronomlar deli olmalı” sözleriyle, astronomi ile uğraşan ve evrendeki mükemmel düzene şahit olan bilim adamlarının Allah’a inanmamalarının hayret verici olduğunu ifade etmiştir.

Sir William Herschel, Kral III. George’dan sağladığı bağışla yaptığı teleskopları kullanarak araştırmalarını sürdürmüştür.


William Paley (1743-1805)

Paley, yaratılışa inanan bir bilim adamıydı. Önceki sayfalarda değindiğimiz “Doğal İlahiyat” isimli eseri, kendi döneminde en fazla satılan kitaplardan biriydi. Paley’in, “sanat eserleri eğer insanın eseriyse, o halde canlı varlıklar da insandan çok daha üstün bir varlığın eseridir” yaklaşımı çok ünlüdür. Paley, canlıların yaşadıkları ortamlarda hayatlarını sürdürebilmek için gerekli olan her türlü özellikle donatılmış olmalarını kendi ifadesiyle “bir keşfin işareti, bir dizaynın ve dizayn edici bir Yaratıcı’nın delillerini temsil etmektedir.” diyerek açıklamaktadır.


Georges Cuvier (1769-1832)

Bilim tarihinin en önemli anatomist ve paleontologlarından biri olan Cuvier, karşılaştırmalı anatomi biliminin kurucularından, ve paleontolojinin ayrı bir bilim dalı olarak ayrılmasını sağlayan bilim adamlarındandır. Cuvier, yaratılışa olan kuvvetli inancı ve yaratılışın delilleri ve evrimin geçersizliği üzerine yaptığı tartışmalarıyla da ün kazanmıştı.


Humphrey Davy (1778-1829)

İman sahibi bir insan olmasıyla bilinen Davy zamanının büyük kimyagerlerindendi. Ünlü bilim adamı Faraday onun yanında çalışmıştı. Birçok önemli kimyasal elementi ilk defa kendisi izole etti. Isı hareket teorisini, güvenlik lambasını, elmasın bir karbon olduğunu ilk defa ortaya koyarak bilime önemli katkıları oldu.


Adam Sedgwick (1785-1873)

19. yüzyılın önde gelen jeoloji uzmanlarından olan Sedgwick, özellikle Kambriyen ve Devonyan olarak bilinen başlıca kaya sistemlerini tanımlayıp isimlendirmiştir. Aynı zamanda bir rahip olan Sedgwick, Charles Darwin’in arkadaşı olmasına rağmen onun evrim fikrini reddetmiştir.


Michael Faraday (1791-1867)

Zamanının en büyük fizikçisi olarak tanınan Faraday, özellikle elektrik ve manyetizmanın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Faraday’ın sadece fizik değil, kimya alanında da bilime büyük katkıları olmuştur.

Faraday, bir Yaratıcı’nın varlığına ve din ile bilimin uyum içinde olduklarına inanan bir bilim adamıydı. “Dünyayı tek bir Yaratıcı yarattığına göre, bütün tabiat bir bütünün parçaları olmalı” diye düşünen Faraday, bu prensipten yola çıkarak, elektrik ve manyetizmanın birbirleriyle ilgili olduğu sonucuna varmıştı.


Samuel Morse (1791-1872)

Morse, insanlık tarihi için önem taşıyan telgrafı keşfetmiş büyük bir bilim adamıdır. Amerika’daki ilk kamerayı yapmıştır.

Morse, herşeyi bir amaç doğrultusunda yaratan bir Yaratıcı’nın varlığına inanıyordu. Ona göre maddi dünya ve manevi dünya beraberce uyum içinde işlemekteydi. Morse, şunları yazmıştı:

Bilgim arttıkça dinin ilahi kaynağının kanıtları daha da netleşiyor, Allah’ın büyüklüğü anlaşılıyor, gelecek ümit ve zevkle aydınlanıyor.


Joseph Henry (1797-1878)

Amerikalı ünlü fizikçi ve dindar bilim adamı Joseph Henry, Princeton Üniversitesi’nde profesördü. Galvanometre ile elektromanyetik motoru keşfeden Henry, yaptığı deneyler ve çalışmalar esnasında mutlaka Allah’a dua etmek ve ibadette bulunmak için zaman ayırırdı.


Louis Agassiz (1807-1873)

Birçok kişiye göre Amerika’nın en büyük biyoloğu olan Agassiz evrim teorisine şiddetle karşı çıkmasıyla tanınan bir bilim adamıdır.

Agassiz, doğanın her yerinde Allah’ın ilahi planı olduğunu düşünüyordu ve yaratılışı inkar eden teoriyi kabul etmiyordu. Agassiz şöyle söylemişti:

Zaman ve mekanın birleşmesi sadece düşünceyi göstermez, tasarıyı, gücü, aklı, büyüklüğü, geleceği önceden görmeyi, herşeyin bilgisinin olmasını, basireti de gösterir. Tek bir kelimeyle, tüm bu özellikler insanın tapacağı ve seveceği Allah’ın bir olduğunu yüksek sesle ilan etmektedir.


James Prescott Joule (1818-1889)

Termodinamiğin birinci kanununu keşfeden ünlü bilim adamı Joule, ayrıca bir telde ilerleyen elektrik akımının ürettiği ısıyı hesaplamış ve ilk kez gaz molekülünün hızını bulmuştur. Joule’un en büyük keşfi “mekanik ısı denklemi”ydi. Bu önemli keşif, en temel evrensel bilim kanunu olan “enerjinin korunumu” kanununa da rehberlik etmiştir.

Böylesine önemli bilimsel buluşları olan Joule, tabiat kanunlarını öğrendikçe Allah’ı daha yakından tanıyabileceğine inanan bilim adamlarındandır. Bu inancı onu daha da fazla araştırma yapmaya sevk etmiştir. 1864 yılında Darwin’e karşı bir manifesto imzalayan 717 bilim adamının en önde gelenlerinden olan Joule’ün Allah inancını ifade eden şu sözleri ünlüdür:

Allah’ın isteklerini öğrendikten ve itaat ettikten sonra yapacağımız diğer şey O’nun aklını, gücünü ve iyiliğini yaptığı işlerin kanıtından bilmektir. Tabiat kanunlarını bilmek Allah’ı bilmektir.


George Gabriel Stokes (1819-1903)

Başta fizik ve matematik olmak üzere birçok alanda önemli keşifleri bulunan Stokes ünlü bir İngiliz bilim adamıdır. Yer çekimi farklılıkları, astrofizik, kimya, sesle ilgili problemler ve ısı konusunda araştırmalar yapmıştır. Kuartzın, camın tersine ultraviyole radyasyonuna karşı transparan olduğunu gösterdi. Lord Kelvin ile elektro termodinamik araştırmaları yaptı. Stokes, X ışınlarının Maxwell’in elektromanyetik spektrumunun bir parçası olduğunu gösterdi. Bir süre Londra Victoria Enstitüsü’nün başkanlığını yapan Stokes, aynı zamanda Cambridge Üniversitesi Felsefe Topluluğu’nun faal bir üyesiydi.

Doğayı, Yaratıcı’ya inanarak inceleyen bir bilim adamı olan Stokes’un Allah inancını dile getirdiği pek çok yazısı vardır. Stokes bu sözlerinde doğa kanunlarının Allah’ın emri altında olduğunu ve Allah’ın bu kanunları dilediği gibi yönlendirmeye güç yetiren olduğunu belirtmiştir.


Rudolph Virchow (1821-1902)

Virchow’un bilime başlıca katkısı ilaç alanında olmuştur. Modern patolojinin babası sayılan Virchow, hücre ile ilgili hastalıkları incelemiştir. Lösemiyi ilk defa o tarif etmiş, ayrıca antropoloji ve arkeoloji konularında araştırmalarda bulunmuştur. Virchow, Darwin ve Haeckel’in öğretilerine karşı çıkan en önemli bilim adamlarından biridir. Hatta bilimsel çalışmalarının yanı sıra, politikaya atılarak Alman okullarında okutulan evrim öğretisine şiddetle karşı çıkmıştır.


Gregory Mendel (1822-1884)

Mendel kanunları olarak bilinen 3 genetik kanununu bulan ünlü bilim adamı, kalıtımın prensiplerini ortaya koyan kişi olarak tarihe geçmiştir. Mendel’in kalıtım prensipleri, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan en önemli bilimsel dayanaklardan biri olmuştur.

Gregory Mendel bezelyeler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucunda kalıtım kanunlarını keşfetti. Aynı zamanda bir din adamı olan Mendel’in bu keşfi Darwin’in evrim teorisinin önemli bir çıkmaza girmesine neden oldu.

Kendi bulduğu kalıtım prensipleri bir yandan evrim teorisini çürütürken, diğer yandan Mendel kişisel olarak da tesadüflerin dünyayı oluşturamayacağına, herşeyi olduğu gibi, dünyayı da Allah’ın yarattığına inanan bir din adamıydı.


Louis Pasteur (1822-1895)

Tıp bilimi tarihinde önemli bir yere sahip olan Pasteur, özellikle hastalıklar hakkındaki mikrop teorisiyle ve evrim inancına kesin karşı oluşuyla ünlüdür. Mayalanmanın organik temelini ve kontrol edilebilme metotlarını ilk defa o açıklamıştır. Yaptığı çalışmalar onu bakteriyolojiye yöneltmiştir. Pasteur bu alanda yaptığı araştırmaları sonucunda, kuduz, difteri, şarbon ve diğer hastalıklarla mücadele için en önemli yol olan aşıyı geliştirmiş, pastörize etme ve sterilize etme işlemlerinin yöntemini ortaya koymuştur.

Çok güçlü bir Allah inancı olan Pasteur, yaşadığı dönemde Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle pek çok sözlü saldırıya uğramıştır. Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur’ün bu konuda söyledikleri çok ünlüdür. Bu sözlerinden bazıları şöyledir:

Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor.

Bilim insanı Allah’a götürür.


William Thompson (Lord Kelvin) (1824-1907)

Lord Kelvin, dindarlığı ile tanınan zamanının önde gelen fizikçilerinden birisidir. Matematiğe ve fiziğe yaptığı katkıları ve keşifleriyle bilim çevrelerinin saygısını kazanmıştır. Lord Kelvin, hidrojen ve helyumu sıvılaştırmak için başarılı bir metot geliştiren ilk kişidir. Isı ile ilgili buluşları nedeniyle, ısı derecelerine bugün “Kelvin derecesi” denmektedir. Ayrıca, termodinamiği resmi fizik kuralı haline getirerek, birinci ve ikinci kanunlarını kesin bir şekilde formülleştirmiştir.

Lord Kelvin’in Allah’a olan inancını ifade eden sözlerinden birkaç örnek şöyledir:

Hür düşünen insanlar olmaktan korkmayın. Eğer derin düşünürseniz, bilim aracılığıyla Allah inancına yönelirsiniz.

Hayatın kökenine baktığımızda, bilim, kesin bir şekilde o Büyük Kudret’in varlığını onaylar.


J.J. Thomson (1856-1940)

Elektronun varlığını ilk ortaya çıkaran (1897) J.J.Thomson, Cambridge Üniversitesi’nde fizik profesörüydü. Güçlü bir inancı olan Thomson’un, bilimin ulaştığı sonuçların Allah’ın varlığını gösterdiğini ifade eden sözleri şöyledir:

Bilim kalesinin yüksek zirveleri Allah’ın muhteşem işlerini gösteriyor.


Sir William Huggins (1824-1910)

Hem iyi bir astronom, hem de inançlı bir bilim adamı olan Huggins, yıldızların, çoğunlukla dünyada bulunan elementlerin yanı sıra hidrojen de ihtiva ettiklerini keşfetmiştir. Huggins aynı zamanda evrenin genişlemekte olduğunu açık bir şekilde ortaya koyan Doppler etkisini (yıldızların birbirinden uzaklaştıkça kırmızıdan maviye doğru bir ışık saçması) ilk defa tanımlamıştır.


Joseph Clerk Maxwell (1831-1879
)

Maxwell, kısa ömrüne rağmen bilime çok önemli katkıları olan büyük bir bilim adamıdır. Modern fiziğin kurucularından kabul edilen Maxwell, ışıkla elektriğin birbirleriyle bağlantılı olduğunu göstermiş, ışık, elektrik ve manyetizmayı tek bir denklem halinde ifade etmeyi başarmıştır. Einstein, rölativite teorisinin üzerinde çalışırken Maxwell’in denklemlerinden yararlanmıştır.

Albert Einstein tarafından başarıları “Newton’dan beri fiziğin sahip olduğu en üretken ve gururlu deneyim” olarak nitelendirilen Maxwell, aynı zamanda inançlı bir kişiydi. Evrim teorisine karşı olan Maxwell, Fransız ateist Laplace’ın ünlü “nebula hipotezi”ne ve evrimci bir filozof olan Darwin’in savunucusu Herbert Spencer’e karşı keskin bir itiraz hazırlamıştır.

Yazdığı bir mektupta, inançlı bir bilim adamının çalışmalarını dinin yararı için yapması gerektiğini düşündüğünü belirtmiştir.


John Strutt (1842-1919)

John Strutt, elektromanyetik dalga hareketi üzerinde çalışmalar yapmış, optik, ses ve gaz dinamiği gibi çeşitli bilimsel konulara da katkıda bulunmuştu. Strutt aynı zamanda argonu ve az bulunan gazları keşfetmiştir. Dindarlığıyla tanınan bilim adamı yayınlanan yazılarının ön sözüne “Allah’ın işleri büyüktür” diye yazmıştı.


George Washington Carver (1865-1943)

Tarım 1880’li yıllardan itibaren çok önemli bir bilim dalı olmuştur. Carver bu alanda çok önemli keşifleri olan ünlü bir bilim adamıdır.

Carver Allah’a olan inancıyla tanınırdı ve tüm konuşmalarında konuyu Allah’a olan derin bağlılığına getirirdi. Atlanta dergisi ile bir röportajında kendisine bulduğu kil boya ile ilgili bir soru yöneltildiğinde şöyle cevap vermiştir: “Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu Allah’ın eseri, benim değil.”


Sir James Jeans (1877-1946)

Ünlü fizikçi Sir James Jeans, evrenin sonsuz ilim sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanıyordu. Aşağıda Jeans’in inancını açıkladığı bazı sözleri yer almaktadır:

Biz, evrenin bir dizaynı ve kontrol gücünü gösterdiğini keşfettik..

Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiştir.


Albert Einstein (1879-1955)

Çağımızın en önemli bilim adamı olan Albert Einstein aynı zamanda Allah’a olan inancı ile de tanınmaktadır. Bilimin dinsiz olamayacağını savunan Einstein’ın din ve bilimle ilgili bir sözü şöyledir:

Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.

Einstein, evrenin tesadüflerle oluşamayacak kadar harika bir düzene sahip olduğuna ve evrenin Üstün Akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanıyordu.

Yazılarında Allah’a olan inancından sıkça söz eden Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, “Dinsiz bir bilim topaldır;” sözleriyle Einstein, dinle bilimin nasıl ayrılamaz bir bütün olduklarını ifade etmiştir.

Einstein, “Tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı” olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir:

Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.

Einstein’in dine bakış açısını, aşağıdaki sözlerinde de görmek mümkündür:

Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor.


Paris’ te ders verirken görülen Einstein, bilimin dinden ayrı olarak düşünülemeyeceğini belirtmiştir. Albert Einstein dünya tarihinde yeralan en önemli bilim adamlarından biridir. Einstein önemli buluşlarının yanısıra Allah inancı ile tanınmaktadır.


George Lemaitre (1894-1966)

George Lemaitre evrenin yaratılışını ifade eden Big Bang teorisini ortaya atmıştır. Lemaitre, evrenin bir başlangıcı ve sonu olduğunu, bunun da pek çok insanın Allah’a inanmasında önemli bir rol oynadığını savunmuştur. Aynı zamanda bir din adamı olan Lemaitre, dinin ve bilimin insanlığı aynı gerçeklere ulaştıracağına inanıyordu.


Sir Alister Hardy (1896-1985)

Hardy, modern okyanus biliminin kurucusudur. İnançlı bilim adamlarını, dine yaptıkları hizmetler nedeniyle ödüllendiren Templeton Vakfı, 1985 yılında bilim yoluyla dine ulaştığı ve bu konuda yaptığı çalışmalar nedeniyle Hardy’i ödüllendirmiştir.


Wernher von Braun (1912-1977)

Wernher von Braun, dünya çapında tanınan en popüler uzay bilimcilerden biridir. Wernher von Braun, II. Dünya Savaşı sırasında ünlü V-2 roketlerini geliştirerek Alman roket mühendisliğine önderlik etmiştir.

Wernher von Braun (resimde kolu sargılı olan) II Dünya Savaşı sırasında üst resimde V-2 roketlerini geliştirmiş ve Alman roket mühendisliğine önderlik etmiştir. Dr. Braun dünyanın en tanınmış uzay bilimcilerindendir.

.
Güçlü bir inanca sahip olan Dr. Braun ABD Başkanı John F. Kennedy ile birlikte görülmektedir. Dr. Braun bir bilim adamının Allah’ın varlığını reddetmesini anlayamadığını söylemiştir.


NASA’nın direktörlüğünü de yapan Dr. Braun, aynı zamanda güçlü bir inanca sahip dindar bir bilim adamıydı. Yaratılış ve doğadaki tasarım için şöyle demişti:

İnsan eliyle uzayda uçmak şaşırtıcı bir başarı ama uzay, kapılarının çok az bir kısmını insanlara açıyor. Bu delikten evrenin geniş esrarına bakmak, Yaratıcı’ya olan kesin inancımızı onaylıyor. Evreni var eden üstün bir Aklı tanımayan bir bilim adamını ve gelişen bilimi reddeden bir din adamını anlamakta güçlük çekiyorum.

Wernher von Braun, Mayıs 1974’te yayınlanan bir makalesinde şöyle diyordu:

İnsan, tasarım ve amaç olmadan, evrenin kanunu ve düzeni ile bırakılamaz. Evrenin ve onun barındırdığı herşeyin şaşırtıcı yönlerini daha iyi anladıkça, zaten bu amaçla yaratılan tasarımda hayrete düşülecek çok daha fazla neden bulmuş olduk… Tek sonuca inanmaya zorlanmakla -yani evrendeki herşeyin tesadüfen oluştuğuna inanmaya zorlanmakla- bilimin tarafsızlığı ihlal edilmiş olur… Rasgele meydana gelen hangi işlem bir insanın beynini veya bir insan gözünün sistemini oluşturabilir?…


Max Planck (1858-1947)

Ünlü Alman fizikçi Max Planck, kendi ismiyle bilinen bir fiziksel sabitin kaşifidir. 1900’lü yıllarda Berlin Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Planck, ışığın (radyasyon) bir akarsudaki suyun sürekli akışı gibi değil, bir yağmur damlasının pencerenin camında oluşturduğu görüntü gibi bir yapıya sahip olduğunu savunmuştur. Planck’a kadar olan zaman zarfında bilim adamları, ışığın bir dalga hareketi olduğunu düşünüyorlardı. Herbir ışık parçacığının bir enerji paketi olduğunu ortaya çıkaran Planck, her bir pakete “foton” adını verdi. Foton kavramı, fizik alanında bir devrim meydana getirdi. Işık, ses gibi havada dalgalar halinde yayılmakla kalmıyor, aynı zamanda parçacıklar halinde de hareket edebiliyordu.

Bu çok önemli buluşların sahibi Planck, evreni idare eden büyük bir “Güç”ün aklına inanıyordu. Evrendeki düzenin Yaratıcısı’nın Allah olduğunu söyleyen Max Planck, Allah’a olan inancını şu sözlerle vurgulamıştır:

Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: ‘İman et. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.’


Charles Coulson (1910-1974)

Oxford Üniversitesi’nde yıllarca matematik profesörlüğü yapan Coulson, sözlerinde Allah’a olan inancını, Allah’a yakınlaşma isteğini, Allah’a dua edişlerini ve yaşamının amacının Allah’a yakınlaşmak olduğunu belirtmektedir.



GÜNÜMÜZÜN İMAN EDEN BİLİM ADAMLARI

20. yüzyılda bilimde büyük ilerlemeler kaydedilmiş ve yüzyıllardır sır olan pek çok bilgi açığa çıkmıştır. Ve ilerleyen bilim, açıkça bir gerçeği göstermiştir: Yaratılış Gerçeği.

Her bilimsel bulgu evrende var olan canlı ve cansız tüm varlıklardaki kusursuz tasarımı, düzeni ve planı göstermektedir. Bu bulgulara bizzat şahit olan birçok bilim adamı ise tüm evrenin tasarımının üstün bir Aklın ürünü olduğunu görmüş, herşeyin sonsuz kudret sahibi Allah tarafından yaratıldığını anlayarak, Yaratılış Gerçeği’ni savunmuştur.

Bugün, başta ABD olmak üzere, batılı ülkelerde inançlı bilim adamları tarafından kurulmuş olan birçok ciddi akademi ve organizasyon mevcuttur. Aynı zamanda bu bilim kuruluşları, bilimsel delillerin evrendeki kusursuz tasarımı ortaya koyduğunu göstermek için çalışmalarını sürdürmektedirler.

Günümüzde yaşayan ve bilimsel çalışmaları ile tanınan inançlı bilim adamlarından bazıları şöyledir:


Dr. Henry Fritz Schaefer

Schaefer, Georgia Üniversitesi’nde kimya profesörü ve Kuantum Kimya Merkezi’nin direktörüdür. Tam 5 kez Nobel ödülüne aday gösterilen Schaefer için dünyanın en nitelikli üçüncü kimyageri denmektedir. İnançlı bir bilim adamı olan Schaefer, bilimsel çalışmalarının amacının Allah’ı tanımak olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir:

Bilimin bir anlam kazandığı ve bana zevk verdiği anlar; kendi kendime ‘İşte bu Allah’ın yaratması” dediğim anlardır.


Isaac Bashevis Singer

Günümüz ünlü fizikçilerinden Singer, evrim teorisini reddeden ve Allah’a inanan bir bilim adamıdır. Verdiği bir konferansta evrim tezini şu ilgi çekici hikaye ile eleştirmiştir:

Bilim adamları şimdiye kadar hiçbir insanın ayak basmadığı ıssız bir ada keşfetmişler. Bu adaya ilk kez çıkan bilimciler gördükleri doğal hayattan oldukça etkilenmişler. Vahşi hayvanlarla balta girmemiş ormanlar onlara çok çarpıcı gelmiş. Sarp yamaçlara tırmanıp etrafı gözden geçirmişler. Adada en ufak bir uygarlık izi bulamamışlar. Tam gemilerine dönerlerken bir de bakmışlar ki kumsalda son model zarif bir kol saati duruyor. Hem de tıkır tıkır işliyor. Bilimciler için can sıkıcı bir durum. Bu saat buraya nereden geldi? Kesin olarak biliyorlar ki adaya kendilerinden önce hiçbir insanoğlu uğramamış. O halde ortada tek bir seçenek kalıyor. Bu saat, pahalı deri kayışı, değerli camı, akrep ve yelkovanı, pili ve diğer parçaları ile kendiliğinden şans eseri tesadüfen bu adaya geldi ve bu kumsala yerleşti. Başka alternatif yok!” Singer evrimcilerin içinde bulundukları yanılgıyı açıklamak için hikayesinin sonunda şöyle bir açıklama getirmiştir: “Her saati yapan bir saatçi vardır.”

Evrende var olan canlı ve cansız her varlık üstün bir tasarıma ve kusursuz bir düzene sahiptir. Dolayısıyla hiçbirinin varlığı tesadüflere dayandırılamaz. Her birinin üstün ve güçlü bir Yaratıcı’nın eseri olduğu açıktır. Günümüz bilim adamlarının büyük bir bölümü ise Singer’da olduğu gibi bu kusursuzluğu ve düzeni ortaya koyarak, hepsinin Allah’ın yaratışının eseri olduğunu insanlara göstermektedirler.


Prof. Malcolm Daneken Wintis

Huittin Üniversitesi’nde ve North Western Üniversitesi’nde tıp profesörü olan Prof. Wintis da evrenin ve insanın mutlaka üstün bir Yaratıcı tarafından var edildiğine inanmaktadır. Bu inancını şu sözleriyle belirtmiştir:

Fiziki metotları kullanarak diyebiliriz ki bütün esrarengizliğiyle beraber gökler ve yeryüzü, değişik şekilleriyle insan hayatı ve en sonunda çok yüce kapasitesiyle insanın kendi varlığı… Bütün bunların kendiliğinden ve tesadüfen meydana gelmiş olmasını düşünmek kadar karmaşık ve anlamsız bir düşünce olamaz. Öyleyse, evrene hükmeden bir zeka bulunmaktadır. Bütün bunların ardında bir Yaratıcı vardır. Madem ki insan, çevresinde bulunan değişik varlıklardan çok daha üstün bir yapıya sahiptir, öyleyse onun Yaratıcısı’na yönelmesi gerekir.


William Phillips

Lazer ışınıyla atomları yakalama metotları geliştirdiği için daha 50 yaşına varmadan Nobel ödülü kazanan günümüz fizikçilerinden William Philips inançlı bir bilim adamıdır. Nobel ödülünü kazandıktan sonra katıldığı bir basın toplantısında şöyle demiştir:

Allah, bize içinde yaşayabileceğimiz ve keşfedebileceğimiz muhteşem bir dünya verdi.


Prof. Will Draper

Iowa Üniversitesi’nde doktorasını yapan, California Üniversitesi’nde toprak bilimleri yardımcı profesörlüğü görevinde bulunan Prof. Draper, aynı zamanda Amerikan Toprak Bilimleri Enstitüsü üyesidir. Tüm evrenin kesinlikle tesadüfen oluşamayacağını ve bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu Prof. Draper şu sözleriyle belirtmiştir:

Şurası muhakkaktır ki, gerek üstümüzdeki olağanüstü gökyüzünde olsun, gerek bize göre altımızdaki yeryüzünde olsun, herşeyde bir plan ve bir amaç vardır. Bu maksadı ve planı meydana getiren bir kuvvetin, yani sonsuz Yaratıcı’nın, varlığını inkara kalkışmak, akıl ve mantık kurallarıyla çelişir. Bu yazın, sararmış, boyunlarını bükmüş buğday başaklarıyla dolup-taşan ve bir buğday denizini andıran tarlayı gördüğü halde, onu eken bir çiftçinin bulunduğunu ve onun tarlanın yakınındaki bir kulübede veya başka bir yerde oturmakta olduğunu inkar edip kabullenmeyen kişinin düşebileceği çelişkiden, çok daha büyük bir çelişkidir.


William Dembski

Günümüz matematikçi bilim adamlarından olan Dembski’nin araştırmaları aynı zamanda felsefeden ilahiyata kadar geniş bir alan içerir. Dembski, bilimin dünyayı anlamaya çalıştığını ve bilim adamlarının da ancak birer kaşif olduklarını savunur. Dembski’nin düşüncelerini ifade eden sözlerinden birkaç örnek şöyledir:

…Dünya, Allah’ın yaratmasıdır, bilim adamları ise dünyayı anlamaya çalışırken, Allah’ın düşüncelerini tekrarlarlar. Bilim adamları yaratıcı değil, kaşiftirler.

…Yaratılış her zaman Yaratıcı’nın varlığını gösterir.


Prof. Steven Meyer

Whitewort Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Meyer, Yaratılışa inanan ve bu konuda pek çok eseri olan günümüz bilim adamlarındandır. Evrenin, bilinçli bir tasarımın ürünü olduğunu savunduğu sözlerinden birkaçı şöyledir:

Doğada akıllı tasarımın muhteşem kanıtlarını görürsünüz.

Teknolojide Minyatürleşme Devrimi: NANOTEKNOLOJİ

atomlar veya molekülleri tek tek alıp hassas şekilde birleştirerek her istenen ürünü elde etmek olarak tanımlayabileceğimiz
bu teknolojinin temeli, doğadaki atomik dizilimi taklit etme ilkesine dayanıyor.

Dünya, insanın tüm yaşamını etkileyecek kadar büyük yeni bir teknolojik devrimin eşiğinde. Nanoteknoloji adı verilen ve

Nanoteknoloji nedir?
Yunancada ‘cüce’ anlamına gelen nano, fizikte bir metrenin milyarda biri anlamına gelen ölçü birimidir. Bu tanıma göre “nanoteknoloji” insanın saç kılının 80 binde biri büyüklüğünde “nano” ölçüdeki parçalarla uğraşan bilimdir. Tıpkı yap-boz oyununda parçaların birleştirilerek istenen şeklin oluşturulması gibi, nanoteknolojide de atomlar veya moleküller tek tek alınıp hassas şekilde birleştirilerek istenen ürün elde edilir. Bilindiği gibi bütün maddeler atomlardan oluşmuştur. Özelliklerini de atomlarının dizilişlerinden alırlar. Atomları hareket ettirebilecek boyutlarda aletler geliştirilebildiği takdirde, doğadaki atomik dizilim taklit edilerek herşey kopyalanabilir. Çünkü maddeleri farklı kılan; en küçük birim olan atomların dizilişlerindeki çeşitliliktir. Atomları hareket ettirebilecek bir teknoloji de bu çeşitliliğe bir ölçüde ulaşabilir. Sözgelimi kömür moleküllerindeki atomları düzenleyebilirsek aynı moleküllerin farklı bir dizilimi olan elmas elde edebiliriz.

Nanoteknolojide Nasıl Bir Üretim Gerçekleşir?
Günümüzde kullanılan üretim teknikleri, moleküler anlamda çok kaba tekniklerdir. Döküm, taşlama, tornalama vs. atomların büyük kitleler halindeki hareketlerine dayanır. Yapı taşları olan atomlar tek tek alınıp istenildiği gibi, üstelik de ucuza mal olacak şekilde birleştirilebilir. Bu gelişme özellikle bilgisayar sektöründe önümüzdeki yıllarda kullanıldığında tümüyle daha temiz, daha dayanıklı, daha hafif ve daha hassas ürünlerin üretilmesi mümkün olacaktır. Nanoteknolojiyle ilgili iki kavram daha vardır; mikro montaj ve kendi kendine çoğalma. Mikro montaja olan ihtiyaç moleküler robot sanayiine olan ilgiyi artırıyor. Bu şekilde moleküler boyutlarda ve hassasiyette robotlar üretilmesi söz konusu olabilecek. Bu nano makineler aslında günlük hayatta kullanılan aletlerin ve sistemlerin çok küçük birer kopyaları olacaktır. Nano makinelere en iyi örnek tüm canlıların hücrelerinde bulunan ve hemen hemen her çeşit proteini üretebilen ribozomlardır.
Ribozomlar oldukça küçük organellerdir (sadece birkaç mikro metre küp boyutunda) ve amino asitleri hassas çizgisel bir sırayla arka arkaya dizer ve proteinleri oluştururlar. Bu işlem için ribozomun belirli bir amino asidi seçebilme tekniği vardır. Bunu özel bir tür transfer RNA molekülünün yardımıyla yapar. Ribozomun bu işlemde izleyeceği sıra ona haberci RNA (mRNA) tarafından bildirilir. İşte ribozomların bu işleyiş prensibi, mühendislik alanında uygulanabildiğinde nanoteknoloji
hayatımızın her yönüne hitap edecektir.
Nanoteknoloji, benzeri görülmemiş özelliklerdeki yeni aygıtları üretmek için atomların ve moleküllerin bilinen özelliklerini kullanacaktır. Eğer bilim adamları bağımsız atomları ve molekülleri bir yapılanmada belli ölçülerde ve sürede bir araya getirebilirlerse, bu buluş “programlanabilir kendinden inşâ ve türeyen makineler çağı”nın başlangıcı olacaktır. Nanoteknoloji ile üretim yapabilmek için bilim adamlarının üzerinde çalıştığı üç temel adım vardır:
1. Bilim adamlarının bağımsız atomları tek tek kontrol edebilmeleri için tek bir atomu tutup istenen noktaya
getirebilmeyi sağlayacak bir tekniğin geliştirilmesi.
2. İkinci adım nano ölçekli gözlem yapabilen, atomları ve molekülleri isteğe göre kontrol etmeye
programlanabilen iş makineleri, yani “derleyici”ler üretmektir. Uygun bir zaman çerçevesinde eşya üretebilmek için
trilyonlarca derleyicinin kullanılması.
3. Üçüncü adım olarak ise, yeterli sayıda derleyiciyi elde etmek için varolanı sayısız kez “çoğaltmaya”, “kopyalamaya” programlanabilecek “çoğaltıcı”ları geliştirmesi. Otomatik bir şekilde belirli bir ürünü üretmek için bu nanomakinelerin trilyonlarcası bir arada çalışarak alışılmış üretim kalıplarını değiştirecek, üretim maliyetini neredeyse sıfıra indirgeyebilecek, bol üretim yapılabilecek ve ürünler hiç olmadıkları kadar ucuz ve sağlam olabilecektir.
Atomları ve molekülleri taşıyacak, yerleştirecek küçüklükteki ilk robot kolun yapılmasıyla nanoteknolojinin ilk aşaması gerçekleşmiş olacaktır. Böyle bir minyatür robot kolun ürettiği robot kollar da kendi benzerlerini ve diğer nano ölçekli aygıtları yapacaklardır. Sayıları trilyonlara ulaştığında da süper nano bilgisayarlar tarafından kontrol edilen bu sürü ile nesneler üretilebilecektir.

Nerelerde Kullanılabilecek?
Nanoteknoloji birçok bilim dalını kapsamasına karşın tıp alanında oldukça çarpıcı gelişmelere imkan tanıyacaktır. Uzmanların görüşüne göre; gelecekte mikroskobik robotlar vücudun dolaşım sistemine girerek hücre seviyesinde onarım yapıp hastalıkları iyileştirebilecek. Nano algılayıcılar insan vücudundaki hastalıkları çok önceden saptayarak erken tedavi olanağı tanıyacaktır. Dahası ameliyat esnasında vücudun sadece hastalıklı bölgesine inen mikroskobik cihazlar; yiyecekleri saran ve bakteriyel bozulma olduğunda rengi değişen alüminyum folyo gibi ürünler elde edilebilecektir. Bu teknolojiyle üretilen minik
aygıtlar adeta minik birer denizaltı gibi damarlarımızda dolaşabilecek , yönlendirdiğimiz hücreye alıcıları vasıtasıyla yapışabilecek ve mikro makaslarıyla adeta bir cerrah gibi hücredeki aksaklıkları giderebilecek, hatta DNA üzerinde değişiklikler yapabilecekler.
Bu konuda en çok gelecek vaat eden ise nano materyallerdir. Çok hafif ve dayanıklı olacak olan bu materyallerden yapılacak araba, uçak ve uzay araçları ile çok az enerji tüketimiyle daha uzun ve güvenli yolculuklar yapılabilecektir. Ayrıca doğada mevcut olan birçok teknoloji hayata geçirilebilecek örneğin; lotus çiçeği yaprağının hiç ıslanmaması ve kirlenmemesi özelliğinden yararlanılarak kirlenmeyen, ıslanmayan kaşıklar, çatallar, tabaklar, elbiseler üretilebilecektir.

Bu teknolojinin uzun vadede kullanılacağı alanlar şunlardır:
n Mikroskobik moleküler bilgisayarlar, enformasyon teknolojisi dünyasında bir devrim yaratacaklardır. Moleküler bilgisayarlar sadece hesap ve işlem yapmayacaklar, aynı zamanda kendilerini de çoğaltabilecekler.
– Bütün eşyalar atomlarına kadar ayrılıp tekrar daha yararlı malzemelerin üretilmesinde kullanılabileceğinden mükemmel bir geri dönüşüm sağlanmış olacak.
– Dünyadaki çevre kirlenmesinin önünün alınması ve mevcut kirlenmiş kaynakların otomatik olarak temizlenmesi mümkün olabilecektir.
– Medikal Nanoteknoloji alanında sanal olarak hastalıkların önüne geçilmesi ve yaşlanmanın yavaşlatılması mümkün olabilir. Bir süper bilgisayar tarafından kontrol edilen ve vücudumuzun yapay bağışıklık sistemini oluşturacak nanobot ordularının üretilmesi; moleküler seviyede hücrelerin tamir edilmesi, DNA’yı işleyebilecek hatta yaşlanmayı durdurabilecek robotların üretilmesi teorik olarak mümkündür.
– Vücuda gönderilecek programlanabilir makinelerin kullanımları çok geniş olabilir. Hatta vücuda ek birbağışıklık sistemi de kazandırabilirler. Hedef hücrelerin özellikleri programlandığında, mesela grip virüslerine saldırabilir ve bünye hastalanmadan virüs istilasını durdurabilirler. Aynı zamanda vücuttaki her bulguyu rapor edip doktorluk da yapabilirler.
– Asfalt yerine yüksek etkinlikli ve kendini türetebilecek solar hücrelerden oluşan yollar dünyadaki enerji
üretimini dörde katlayabilir.
– Moleküler gıda sentezi ile kıtlık ve açlığın önlenmesi mümkün olabilir.
– Nanoteknoloji çevre konusunda da kullanılabilir. Temiz su kaynaklarını kirleten maddeler ayrıştırılabilir,
denize dökülen petrol çözülerek temizlenebilir.
– Atom seviyesinde üretim yapılacağından çevreye verilecek zarar minimuma indirilebilir.

İlk Gelişmeler Nasıl Sonuç Verdi?
Nanoteknoloji alanında başta NASA olmak üzere dünyanın pek çok büyük araştırma merkezleri ve önde gelen teknoloji enstitüleri milyonlarca dolarlık bütçelerle araştırmalarını büyük bir hızla sürdürüyorlar. Geçtiğimiz Şubat ayında yapılan Kolorado Bilim Konferansı’nda, 2004 yılı içerisinde, bir tuz zerresi üzerine monte edilebilecek 400 adet dünyanın en yoğun bilgisayarının ilk yürüyen çip yapımında kullanılabileceği, bunda başarılı olunduğu takdirde gelecek adımın sinek büyüklüğündeki bir robot böcek yapımı olduğu dünya basınına açıklandı ve bu büyük bir ilgiyle karşılandı. Bilgisayar alanında bu gelişmelere paralel olarak, Malzeme Bilimindeki araştırmalarla çelikten çok daha sağlam,
fakat çok daha hafif ve esnek, nano ölçülerde karbon borular yapılmıştır. Üretim maliyeti günlük hayatta kullanılmasına şimdilik imkân vermeyen karbon boruların gittikçe ucuzlaması, imalat alanında bir devrim yaratacaktır. Başka örnek olarak deniz suyunu temizleme ve tuzdan arındırma amacıyla üretilen nanomakineler, aktive edilmiş karbon atomlarından, genişlikleri metrenin milyarda biri kadar olan “mikroborular” üretmekte kullanılabilirler. Elektrik akımıyla harekete geçirilen bu borular deniz suyundaki sodyum ve klor atomlarını ayrıştırabilirler. Bu teori de şu an proje aşamasına geçmiş durumdadır. A.B.D Boston Üniversitesi’nde bağımsız bir grup araştırmacı konu üzerinde çalışmalarına başlamıştır.

Nanoteknoloji Hayatı Nasıl Değiştirecek?
Tüm insanlık için kökten değişim ve dönüşümleri beraberinde getirecek bu gelişmelerin olası sonuçları üzerinde herkesin düşünmesi gerekmektedir. Nano gelecekte herkes kendi bilgisayarına temel tüketim maddelerini üretmesi için emir verebilecek. Evin bir köşesinde çalışan nanobot sürüleri de istediğiniz malzemeyi, etrafımızda serbestçe dolaşmakta olan atomları toplayıp işleyerek üretecekler.
Diğer akla gelen soru ise nano çağda paranın değerinin ne olacağıdır. Ne de olsa atomlardan her şey sonsuz kere tekrar dönüştürülebilecek. Tuzlu deniz suyundan bile altın ve kobalt üretmenin mümkün olduğu bir çağda altının ne anlamı kalır? Paylaşımı üzerine savaşların yapıldığı kaynaklar anlamını yitirince nasıl bir uygarlıkta yaşayacağız?
Öyle görülüyor ki insanlık olarak maddi zenginliğe ve gelişmiş fiziksel sağlığa ulaşmanın eşiğindeyiz. Bilim adamlarının nanoteknoloji gibi doğayı taklit yolu ile geliştirmeye çalıştığı birçok teknoloji, doğada zaten yaratıldığı ilk günden itibaren mevcut… Bedeninizin her hücresi ve maddeyi oluşturan her atom üstün bir yapıya sahiptir. Bilim adamlarının taklit etmeye çalıştığı atomlardaki bu muhteşem düzen alemlerin Rabbi Allah’ın sonsuz aklının delillerinden
yalnızca bir tanesidir.
“Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)
Nanoteknolojinin sağlayacağı imkanları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
– Her atomu tam istenilen yere yerleştirme imkanı
– Fizik ve kimya kurallarının mümkün kıldığı hemen hemen herşeyi atom seviyesinde üretebilme imkanı
– Üretim maliyetlerinin ham madde maliyetlerini geçmediği ekonomik üretim imkanı

Nanoteknolojiden Ahir Zamana İşaretler
Ahir zaman, “son dönem” anlamına gelir ve İslam’a göre kıyamete yakın bir zamanda yaşanacak bir dönemi ifade eder. Kuran’daki işaretler ve Peygamberimiz (sav)’in hadislerindeki detaylı açıklamalar biraraya getirildiğinde ortaya önemli bir sonuç çıkmaktadır. Ayet ve hadisler ahir zamanın iki safhalı olduğunu göstermektedir. Birinci devre dünyanın maddi ve manevi sorunlarla dolu olduğu bir dönem; bunun ardından gelecek ikinci devre ise “Altınçağ” olarak adlandırılan, Kuran ahlakının ve
her alanda üstün bir refahın yaşanacağı bir çağdır. Dünyanın, Altınçağ’ın sona ermesiyle birlikte çok hızlı bir sosyal çöküş içine girmesiyle de kıyamet saatinin gelişi beklenmektedir. Altınçağ, ürünlerde ve mallarda çok büyük bolluk ve bereketin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde ihtiyacı olana istediğinden kat kat daha fazlası verilecek, en ufak bir sıkıntı, yokluk, açlık yaşanmayacaktır. Yeryüzündeki tüm zenginlikler ortaya çıkacak, topraktan her zamankinden çok daha fazla ürün elde edilecektir. Hayatın her anında yaşanan bolluk ve bereket, İslam ahlakını yaşayan müminlere Allah’ın verdiği bir güzellik
olacaktır. Konuyla ilgili Peygamber Efendimiz (sav)’in bazı hadisleri şöyledir:
“…Muhakkak ki o zamanda mal çoğalıp su gibi akacak da, onu hiçbir kimse (tenezzül edip) kabul etmeyecektir.”
“Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne dek onun mislini kesinlikle bulmamıştır. Yer yemişini (gıda ürünlerini) verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacak (vermemezlik etmeyecek)tır. Mal da o gün çok birikmiş olacaktır.” (Sünen-i İbni Mace, 10-347/ Ramuz el Ahadis, s. 508/ İbni Mace-Tabarani’nin Kebiri)/
Nanoteknolojide beklenen gelişmeler maddi bolluğun yaşanacağı müjdelenen bu döneme işaret ediyor olabilir. (Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.)

ELEKTRİĞİN TARiHi

Bilim, doğanın temel yasalarının araştırılması ve öğrenilmesi etkinliğidir. Teknoloji ise insanlığın doğa içindeki gücünü arttırmasına olanak sağlar. İnsanlık binlerce yıldan beri, hem doğayı anlamaya ve kavramaya, hem de onun yasalarına bağlı kalarak gücünü ve etkinliğini arttırmaya çalışmıştır.Taştan balta yapılması, ateşin keşfi, ok ve yayın icadı, bronz ve demirin keşfi ve eritilmesi, tekerleğin icadı, piramitlerin yapımı, hayvanların evcilleştirilmesi ve büyük tarım devrimi, insanlığın binlerce yıl önce sağlamış olduğu bilimsel ve teknolojik gelişmenin en önemli aşamalarından bazılarıdır. Ancak bu gelişmeler çok uzun tarihsel dönemlerde gerçekleşebilmiştir. Keşif ve icatların birikmesi, nüfusun artması, ulaşım araç ve imkânlarının çoğalması ve yazının bulunmasıyla, bilimsel ve teknolojik gelişmeler de hızlanmaya ve çeşitlenmeye başlamıştır.Bir enerji kaynağı ve aracı olarak elektriğin pratikteki kullanımı, henüz yeni sayılabilecek modern dönemlere özgü olmakla birlikte, elektrik kavramının ve elektrikle ilgili düşünce ve deneyimlerin doğuşu ve gelişimi oldukça eskidir.Elektrik ve mıknatıs ( magnet ) sözcüklerinin kökeni eski Yunanca’dan gelmektedir. Elektrik sözcüğünün kaynağı ” kehribar ” anlamına gelen Yunanca elektron sözcüğüdür. Mıknatıs ( magnet ) sözcüğünün de, mıknatıs taşlarına oldukça sık rastlanan Batı Anadolu’dakki Magnesia ( bugünkü Manisa ) bölgesinden türediği sanılmaktadır. Çinlilerin M.Ö. 1100 yıllarında mıknatıs taşları ile mıknatısladıkları madenî iğnelerden bir tür pusula yaptıklarını ve denize açıldıklarında bunlardan yararlandıklarını biliyoruz. Ancak elektrik ve magnetizma ile ilgili elimizdeki ilk yazılı belgeler eski Yunan filozof Tales’in
( M.Ö. 625 – M.Ö. 545 ) elektriğe ve magnetizmaya ilişkin önemli gözlemlerde bulunduğu, Aristoteles’in yazılarından öğreniyoruz. Bu gözlemlerinde Tales, kehribarın hafif cisimleri ve mıknatıs taşının da demiri çekebilme özelliği bulunduğunu saptamıştır. Hatta daha da ileri giderek bu iki tür olay arasında ilişki kurmaya çalışmıştır. Romalı şair Lukretyüs, De Nerum Natura adlı yapıtında mıknatıs taşının demir halkaları çekebildiğinden söz etmektedir.Bilimsel çalışmaların ve düşünsel gelişmelerin Batı da çok yavaşladığı Ortaçağ döneminde en göze çarpan yenilik, kehribar ve mıknatıs taşı üzerine yaptığı gözlemlerle Rönesans bilimcilerine ilham veren ünlü İngiliz bilimcisi Roger Bacon’ın ( 1220 – 1292 ) öğrencisi Peter Peregrinus’un 1269 yılında, pusulanın ilkel biçimini tanımlaması olmuştur.Ancak pusulanın Peregrinus tarafında icat edilmediği ve Avrupalıların bu aygıtın varlığını ve özelliklerini, Müslümanlar aracılığıyla Çinlilerden öğrendiği tarihçilerin genel olarak kabûl ettikleri bir görüştür. Pusulanın o dönemin en önemli teknolojik buluşu olması ve pratikte görülen büyük yararları, magnetizma olgusu üzerine ilginin ve çalışmaların artmasına yol açmıştır. Bu konudaki ilk önemli yapıtın yazarı William Gilbert ( 1544 – 1603 )’dir. İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in doktoru olan Gilbert’in De Magnete adlı kitabı 1600 yılında yayımlandı. Gilbert bu kitabında, dünyanın küresel bir mıknatıs olduğunu ve pusulanın ibresinin dünyanın magnetik kutbunu gösterdiğini ortaya koyarak magnetizma teorisine çok büyük bir katkıda bulundu. Pusula ibresinin, kuzey – güney doğrultusunun yanı sıra düşey yönde sapma gösterdiğini ilk kez söyleyen de Gilbert olmuştur.Magdeburg kenti belediye başkanı Otto Von Guericke ( 1602 – 1686 ), 1660 yılında elektriksel yük üreten ilk makinayı yaptı. Bu makina, kayışlı bir makara düzeneği aracılığıyla elle döndürülen kükürt bir küreden oluşuyordu. Çeşitli cisimlerin dönmekte olan kükürt küreye sürtünmesiyle belirli düzeylerde statik elektrik üretiliyordu. Avrupa’da kısa sürede büyük bir üne kavuşan bu makina ile Guericke, elektriksel itme ilkesini kurmuş ve yaygınlaştırmış oluyordu.Elektriğin iletilebileceğini kanıtlayan ilk deneyler Stephen Gray ( 1696 – 1736 ) adlı bir İngiliz tarafından yapılmıştır. Elektriklenmiş bir şişede elektriğin, şişenin mantar kapağına da geçtiğini gören Gray, bu gözleminden hareket ederek ipek, cam, metal çubuk ve benzeri cisimleri ard arda bitiştirerek elektriğin bu cisimler aracılığla iletilebileceğini gösterdi. 1729’da yaptığı bu tür bir deneyde elektriği 255 metrelik bir uzaklığa kadar iletmeyi başardı. Çeşitli maddeleri iletken ve yalıtkan olarak ilk kez sınıflandıran da Stephen Gray olmuştur.XVIII. yüzyılın en gözde buluşlarından biri, Leyden şişesidir. Alman E.G. Von Kleist ile Leyden (Hollanda’da bir kent) Üniversitesi matematik profesörlerinden Pieter Van Musschenbroek’in 1745 ve 1746’da birbirlerinden bağımsız olarak buldukları bu aygıt, içine metal bir çubuk batırılmış su dolu bir cam şişeden oluşuyordu. Cam şişenin izolatör rolü gördüğü tarihteki bu ilk kondansatör, elektriği depolanarak çeşitli deneylerde bir kaynak olarak kullanılabilmesine olanak sağlıyordu.Leyden şişesinin bulunmasının ardından elektriğin iletimine ilişkin deneyler arttı. Fransa’da yapılan bir deneyde Leyden şişesindeki elektrik 4 km. uzaklığa iletildi. Öte yandan elektriğin iletilebilir olması, onun hızının ne olduğunun merak edilmesine yol açtı. Fransa’da ve İngiltere’de elektriğin hzını ölçme deneyleri yapıldı. Bu deneylerin sonucunda elektriğin aynı anda kilometrelerce öteye ulaştığı düşüncesinden öteye gidilemedi.Elektrik yüklerinin artı ve eksi olarak belirlenip adlandırılmasını sağlayan Benjamin Franklin ( 1706 – 1790 )’dir. Franklin, yaptığı çeşitli deneylerin sonucunda elektriğin belirli ortamlarda fazla veya eksik ölçülerde bulunabilen bir sıvı olduğu görüşüne vardı. Her ikisinde de elektrik eksikliği yada fazlalığı bulunan cisimlerin birbirini ittiğini, birinde eksiklik diğerinde fazlalık olan cisimlerin ise birbirlerini çektiğini leri sürdü. Fazlalığı artı elektrik, eksikliği ise eksi elektrik olarak adlandırdı.Leyden şişesiyle ilgili deneyleri de sürdüren Franklin, Leyden şişesinden boşalan elektriğin oluşturduğu çatırtılar ve kıvılcımlar ile fırtınalı havalardaki gök gürültüsü ve şimşek arasında bir ilişki olması gerektiğini düşündü ve 1752’de, fırtınalı bir havada uçurduğu bir uçurtma ile bir leyden şişesini yüklemeyi başardı. Franklin’in bu deneyden pratik yararlar elde etme yönündeki girişimleri paratonerin bulunmasına giden yolu açtı. Bu nedenle, yıldırıma karşı bir korunma aracı olarak kullanılan ve toprağa bağlı bir metal çubuktan ibaret olan paratonerin gerçek yaratıcısı Franklin’dir. 1782 yılında Amerika’nın Philadelphia kentinde paratoner kullanan konut sayısı 400’ü geçiyordu.Elektriğin XVIII. yüzyıl tarihindeki en önemli simanın Coulomb ve en büyük bilimsel keşfin de Coulomb Yasasının formüle edilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Fransız fizikçi Charles Augustin de Coulomb ( 1736 – 1802 ), elektriğin niceliksel işlemler ve ölçümler ifade edilebilen bir kavram ve bilim dalı haline getirilmesine çok büyük katkılarda bulunmuştur. Coulomb, 1777 yılında, yüklü iki metal küre yada iki mıknatıs kutbu arasındaki itme veya çekme kuvvetini duyarlı bir biçimde ölçebilen burulmalı tartı aygıtını gerçekleştirdi ( Bu aygıtı icat etmesi nedeniyle 1781’de Fransız Bilimler Akademisi’ne seçildi). 1785’de ise bu tartı aygıtını kullanarak iki yük arasındaki itme veya çekme kuvvetinin, yüklerin çarpımı ile doğru, aradaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğunu deneysel olarak gösterdi. Günümüzde Coulomb yasası olarak bilinen bu büyük bilimsel keşif, elektriğin bir bilim dalı haline gelmesinde temel nitelikte bir rol oynamıştır. Coulomb yasası, Newton’un kütle çekimi yasasının elektrikteki karşılığıdır ( Kütle çekimi yasasından farklı olarak elektrikte iki yük arasında itme kuvvetinin varlığı da söz konusudur ).XVIII. yüzyılın sonlarında gerçekleştirilen çok önemli bir buluş da pildir. Pil sayesindedir ki, kimyasal enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürücek sürekli bir akım elde edebilme olanağı doğmuştur. İtalyan hekim ve fizik bilgini Luigi Galvani ( 1737 – 1798 ), hayvanların dokularında bir tür elektrik bulunduğuna inanıyordu. Laboratuvardaki kurbağalardan birinin açıktaki sinirlerine makasla dokunduğunda ölü hayvanın kaslarının kasıldığını fark etmişti. Galvani’ye göre,”hayvansal elektrik” adını verdiği bu yeni güç, sürtünmeyle oluşan statik elektrikten farklı, yeni bir elektrik biçimiydi. Pavia Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Alessandra Volta ( 1745 – 1827 ), Galvani’nin bu fikrine karşı çıktı ve oluşan elektriğin kaynağının kurbağa değil, ona dokundurulan metal parçaları olduğunu ileri sürdü. Galvani ile Volta arasındaki bu tartışma başka bilim adamlarının da katılımıyla yıllarca sürdü ve ancak Volta’nın 1800 yılında Royal Society’ye yazdığı yazıda, iki metal plaka arasına tuz karışımlı sıvı koyarak elektrik akımı elde etmiş olduğunu bildirmesiyle sona erdi. Böylece ilkel biçimiyle pil icat edilmiş oluyordu. Volta daha sonra buluşunu geliştirdi ve tuzlu suyla nemlendirilmiş kartonlarla birbirlerinden ayrılmış ince bakır ve çinko levhaları üst üste koyarak hazırlanabilen piller yaptı. Volta pili kısa bir süre içinde, özellikle kimya dalında olmak üzere önemli gelişmelere yol açtı. İngiliz kimyacı Humphry Davy ( 1778 – 1829 ), 1807 yılında, özel olarak yapılmış güçlü bir Volta pilini kullanarak bileşikler içinden elektrik akımını geçirmek suretiyle potasyum ve sodyumu bileşiklerinden ayırmayı başardı. Böylece XVIII. yüzyılın sonunda, sürekli elektrik akımı üretebilen bir kaynağın gerçekleştirilmesiyle, hem elektrokimya dalında büyük adımların atılabilmesi süreci başlamış, hem de yüzyıllar boyunca varlığını korumuş olan elektrik tarihinin en temel sorusunun yani elektrik ile magnetizma arasındaki ilişkinin niteliği konusunun yanıtlanabilmesinin nesnel temeli yaratılmış oldu. Bu sorunun yanıtının artık çok uzun bir süre geçmeden Kopenhag Üniversitesi’nde doğa felsefesi profesörü olan Hans Christian Oersted ( 1775 – 1851 )’den geldi. Oersted, 1819 yılında, öğrencilerine elektrik akımından ısı elde edilmesini göstermek amacıyla Volta piliyle deney yaparken önemli bir olguya tanık oldu. Kullandığı elektrik devresinin açılma ve kapanma anlarında, yakındaki bir mıknatıslı pusulanın iğnesinde sapmalar oluyordu. Gözlemlerini sürdüren Oersted bir telin içinden akım geçirildiğinde elektrik akımının telin çevresinde bir magnetik alan oluşturduğu sonucuna vardı. Oersted’in yaptığı deneylerin sonuçlarını 1820 yılında yayınlanması, bilim dünyasında büyük yankılar yarattı.Oersted’in keşiflerinin yayınlanmasından bir hafta sonra Fransız matematikçi ve fizikçi André Marie Ampére ( 1775 – 1836 ), bu yeni olguyu betimleyen ve Ampére Yasası olarak adlandırılan bir elektromagnetizma yasası formüle etti. Bu yasa magnetik alan ile bu alanı doğuran elektrik akımı arasındaki bağıntıyı matematiksel olarak belirtiyordu. Elektrodinamiğin kurucusu olan Ampére aynı zamanda elektrik ölçme tekniklerini de geliştirdi ve serbestçe hareket eden bir iğnenin yardımıyla elektrik akımını ölçen bir aygıt yaptı.İletkenlerden geçen elektrik akımına ilişkin çalışmalar yapan Alman fizikçi Georg Simon Ohm ( 1789 – 1854 ), bir iletkenden geçen akımın iletkenin uçları arasındaki gerilim ile doğru, iletkenin direnciyle ters orantılı olduğunu buldu. Ohm, günümüzde kendi adıyla anılan bu yasayı ve onunla ilgili düşüncelerini 1827 yılında yayınladı.XIX. yüzyılda elektrik teori ve pratiğine çok önemli katkılarda bulunmuş iki büyük bilim adamı vardır. Bunlar büyük deneyci İngiliz Michael Faraday ( 1791 – 1867 ) ile elektromagnetik kuramının kurucusu İskoç James Clerk Maxwell ( 1831 – 1879 )’dir.
Oersted, elektrik akımının bir magnetik alan oluşturduğunu göstermişti. İngiliz kimyacı ve fizikçi Faraday ise mıknatısların elektrik akımı yarattığını buldu ve mıknatısların oluşturduğu elektrik akımına ilişkin yasayı formüle etti : Akımın şiddeti, iletkeni birim zamanda kesen kuvvet çizgilerinin sayısıyla doğru orantılıydı ( Faraday, yaşamı boyunca tüm çalışmalarını düzenli bir biçimde defterine not ediyordu. Ölümünden sonra bu notlar 7 cilt halinde yayınlanmıştır. Faraday, 1822 yılında defterine şu notu düşmüştü ; “Magnetizma’yı elektriğe dönüştür!” ). Faraday’ın bu bilimsel keşfi, onun sürekli bir akım üretebilen elektrik motorunu buluşuyla sonuçlanmıştır.Faraday’ın elektriğin yanı sıra kimya alanında da önemli katkıları bulunmuştur. elektrokimyanın kurucusu olarak tanınan Faraday elektroliz yasalarının da kâşifidir. Ayrıca, elektroliz, elektrot, anot, katot gibi günümüzde kullanılan sözcükleri de ilk kez ortaya atan Faraday’dır.Faraday, ilkelerine son derece bağlı olarak yaşayan bir bilim insanıydı. 1850’li yıllarda İngiltere, Rusya ve Kırım’da savaş halindeyken, İngiliz hükümeti savaşta kullanılmak üzere bir zehirli gaz geliştirmesi için Faraday’a başvurmuştu. Faraday’ın yanıtı çok kesindi : Böyle bir gazın geliştirilmesi mümkündü, ancak kendisinin böyle bir araştırmada yer alması düşünülemezdi.Bilimsel gelişmeye çok önemli ve özgün katkılarıyla Maxwell, belki ancak Newton’un ve Einstein’ın etkisiyle eş düzeyde tutulabilecek bir etki yaratmıştır. Diğer şeylerin yanı sıra elektromagnetizma kuramı ile gerçekte XX. yüzyıl fiziğine en büyük etkide bulunan XIX. yüzyıl bilimcisidir. Maxwell’in 100. doğum yılında, 1931’de Einstein, Maxwell’in çalışmaları sonucunda fizikteki gerçeklik kavramlarında ortaya çıkan değişiklikleri, Newton döneminden bu yana fiziğin kazandığı en köklü üretici deneyimler olarak tanımladı.Işığın da bir elektromagnetik dalga olduğu görüşünü benimseyen Maxwell, elektromagnetik radyasyon kavramını ortaya attı ve alan denklemlerini, Michael Faraday’ın elektrik ve magnetik kuvvet çizgileri üzerine oturttu. Bu alan denklemleri daha sonra Einstein’ın özel görecelik kuramının gelişimine yol açtı ve kütle ile enerjinin eşdeğerliği ilkesine temel oluşturdu. Maxwell’in düşünceleri ayrıca XX. yüzyıl fiziğinin öteki büyük keşfi olan kuantum kuramının geliştirilmesine de öncülük etti. Maxwell’in elektromagnetik radyasyonu tanımlaması, ısıl radyasyon yasasının oluşumuna yol açtı ve bu yasa da daha sonra Max Planck’ın kuantum hipotezini formüle etmesine yaradı ( Bu hipoteze göre ısı enerjisi yalnızca sınırlı miktarlarda yada kuantalar halinde yayılır ).Maxwell’in elektromagnetizma üzerine yaptığı çalışmalar onu tarihin en büyük bilim adamları arasına yerleştirmiştir.Kuramın en iyi açıklaması niteliğindeki “Elektrik ve Magnetizma Üzerine Tezler” adlı yaptının önsözünde, Maxwell yaptığı en büyük şeyin Faraday’ın fiziksel düşüncelerini matematiksel bir yapıya dönüştürmek olduğunu belirtmektedir. Faraday indükleme yasalarını ( değişen bir magnetik alan, indüklenmiş bir elektromagnetik alana yol açar ) açıklama denemeleri sırasında Maxwell bir mekanik model oluşturdu. O bu modelin, enine dalgalara yataklık yapabilen dielektrik ortam içinde bir deplasman akımına neden olduğunu buldu. Bu dalgaların hızlarını hesapladı ve onların ışık hızına çok yakın olduğunu gösterdi. Maxwell ışığın, elektrik ve magnetizma olgularının nedeni olan enine dalgalanmalar içerdiği sonucuna varmanın kaçınılmaz olduğuna karar verdi.Maxwell’in kuramı, elektromagnetik dalgaların bir laboratuvarda elde edilebileceğini öngörüyordu. Bunu ilk olarak, Maxwell’in ölümünden sekiz yıl sonra, 1887’de Heinrich Hertz ( 1857 – 1894 ) gerçekleştirdi. Kökeni Maxwell’in yazılarında bulunan çok sayıdaki uygulama, radyo sanayiinin doğuşuyla sonuçlandı.Oersted ile yoğunlaşmaya başlayan bilimsel gelişmeler Maxwell ile doruğa erişmişti. Bu büyük gelişmeler sadece kuramsal düzeyde ilerlemekte kalmadı, teknolojik sonuçlara da yol açtı. Faraday 1831 yılında elektrik üretebilen küçük nir jeneratör de yapmıştı. Fakat onun bu icadı o yıllarda büyük teknolojik atılımlara neden olmadı. Ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında teknolojik gelişmeler yoğunlaştı ve hız kazanmaya başladı.1850’li yıllarda artık seri olarak üretilmeye başlanan dinomalar ilk kez yaygın olarak aydınlatma amacı için kullanıldı. 1858’de başlayarak dinamolardan İngiltere’de deniz fenerlerindeki kömür uçlu ark lambalarının enerji kaynağı olarak yararlanıldı. XIX. yüzyılın son çeyreğinde artık elektrik motorları küçük ve bağımsız mekanik enerji gerektiren, demiryolları, asansörler, madencilik, makina tezgahları, matbaacılık gibi alanlarda yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştı.İlk kez deniz fenerlerinde kullanılan ark lambaları daha sonra sokak aydınlatılmasında da kullanılmaya başlandı. Bu yöndeki ilk uygulama, 1877 yılında Paris’te Avenue d’Opera caddesinin ark lambaları ile aydınlatılmasıdır. Bu uygulama alternatif akımla çalışan ark lambaları ve enerji kaynağı olarak da Gramme dinomaları kullanılmıştı. Benzeri sokak ve işyeri aydınlatma sistemleri daha sonra Avrupa ve Amerika’nın belli başlı şehirlerinde de kullanılmaya başlandı.XIX. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de platin flâman kullanılan akkor lambalar yapılmıştı. Ancak lambalarda istenilen düzeyde vakum elde edilemediği için başarılı sonuçlar alınamamıştır. Civa pompasının bulunmasıyla yüksek vakum sağlama olanakları doğdu ve böylece daha iyi sonuçlar alındı. Ancak akkor lambanın ticari uygulamaya girebilmesini sağlayan mucit, Amerikalı Thomas Alva Edison ( 1847 – 1931 )’dır. Edison, 1877’de, sesi kaybedip yineleyebilen gramofonu ( fonograf ) geliştirmişti. İki yıl sonra da lamba üzerinde çalışmaya başladı. En uygun flâman maddesinin seçimi için yüzlerce deney yaptıktan sonra karbon flâmanlı akkor lamba için patent başvurunu yaptı. Üç yıl sonra New York sokakları artık bu lambalarla aydınlanıyordu. Edison yaşamı boyunca gerçekleştirdiği çeşitli buluşları için 1093 patent aldı.1833 yılında Almanya’nın Göttingen kentinde iki bilim adamı Gauss ve Weber, birbirlerine olan uzaklıkları 1,5 km olan evleri arasında bir tür telgraf düzeneği kurmuşlardı. Bu düzenekte alıcı olarak galvanometreler kullanılıyordu. Gerçekte bu yıllarda küçük ticari uygulamaları da içeren bir telgraf teknolojisi Avrupa’da ve Amerika’da gelişmeye başlamıştı. Ancak günümüzde telgrafın asıl mucidi olarak Amerikalı Samuel F. B. Morse ( 1791 – 1872 ) kabûl edilmektedir. Morse’un 1837’de geliştirdiği telgrafta alıcı aygıt, göndericiden gelen imle çalışan bir elektromıknatıs ve bu mıknatısın hareketiyle kâğıdın üzerine mors kodunu yazan bir düzenekten oluşuyordu. Mors kodu, bugün Mors alfabesi olarak bilinen nokta ve çizgileri içeriyordu. Samuel Morse’un telgraf sistemi, 1844 yılında Washington – Baltimore şehirleri arasında 65 km’lik bir telgraf hattı olarak uygulamaya sokuldu.1856 yılında New York ile Kanada’nın doğu kıyısındaki New Foundland adası arasında telgraf hattı kuruldu. Bundan sonra da New Foundland ile İrlanda arasındaki ilk transatlantik telgraf kablosunun döşenmesi girişimleri başladı. 6 Ağustos 1857’de başlayan kablo döşeme çalışmaları çok büyük güçlüklerle karşılaştı ve ancak bir yıl sonra 5 Ağustos 1858’de tamamlanabildi. Bununla birlikte henüz iletilen mesaj sayısı 400’ü bile bulmamışken, denizaltı kablosu 1 Eylül 1858’de onarılamayack biçimde arızalandı. Kıtalararası telgraf iletişimi ancak 8 yıl sonra, 7 Eylül 1866’da yeniden başlayabildi.XIX. yüzyılda telgrafın uygarlığın ve yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline gelmesinden sonra gerçekleşen en önemli aşama telsiz telgrafın bulunmasıdır. Alman fizikçi Heinrich Hertz ( 1857 – 1894 )’in Maxwell’in elektromagnetizma kuramından hareket ederek yaptığı deneyler sonucunda elektromagnetik dalgaların haberleşmede kullanılabileceği anlaşılmıştı. Bu gelişmeyi teknolojik sonucuna ulaştırmayı başaran mucit ise İtalyan fizikçi Guglielmo Marconi ( 1874 – 1937) oldu. Marconi, ile telsiz telgraf patentini, sinyalleri birkaç km uzağa ulaştırarak 1892’de aldı. Daha sonra çalışmalarını sürekli geliştirdi ve ilk kıtalararası radyo sinyalini göndermeyi başardı. 12 Aralık 1901’de, İngiltere’nin güneybatı ucundaki Cornwall’dan gönderilen sinyaller, Atlas Okyanusunun öte yakasından, Kanada’nın New Foundland adası kıyılarındaki St. John’dan alındı. Bu olayı izeleyen tarihlerde birçok yerde telsiz telgraf istasyonları kurulmaya başladı.Daha XIX. yüzyılın ikinci yarısının hemen başlarında insan konuşmasının elektrikle iletilebilmesi üzerine düşünceler ve tasarılar geliştirilmeye başlanmış ve hatta bazı deneylere bile girilmişti. Ancak telefonun gerçek mucidi olarak bilinen Alexander Graham Bell ( 1847 – 1922 )’in telefonun patentini alması 1876 yılını buldu. Bell’in telefon sisteminin esasını, elektromıknatısın, ses dalgasıyla orantılı olarak akım üretecek bir biçimde titreştirilmesi oluşuyordu. ABD Patent Dairesi’nden aldığı patent belgesinde buluşuna ilişkin olarak şu sözler yer alıyordu ; “Ağızdan çıkan seslere ya da başka seslere eşlik eden, hava titreşimlerine benzeyen elektrik titreşimleri yaratarak, ağızdan çıkan sesleri ya da başka sesleri telegrafik olarak iletmeye yönelik bir yöntem ve aygıt…”Patentin alınışını izleyen bir yıl içinde aygıt üretilerek piyasaya sürüldü ve telefonun kullanımı hızl yagınlaştı. XX. yüzyılın ilk yarısı için artık elektronik çağı nitelemesi yapmak mümkündür. Bu dönemde çok hızlı ve şaşırtıcı bir gelişme çizgisi izleyen elektroniğin uygulamaları, yaşamın her alanını artık doğudan etkiler hale gelmiştir. 1904 yılında J. A. Flaming elektron lambasını ( diyot ) gerçekleştirdi. 1907’de Lee De Forest triyot lambayı yaptı. 1923’te ise Rus asıllı ABD’li mühendis Vladimir Kosma Zworykin ( 1889 – 1982 )’in, görüntüleri elektrik işaretlerine dönüştüren ikonoskop lambasını bulmasıi televizyonun gelişiminde temel önemde bir adım oldu.Müzik ve konuşma içeren kısa mesafeli ilk radyo yayını, 24 Aralık 1906’da ABD’li mucit R. A. Fessender tarafından gerçekleştirildi. Radyo teknolojisi bu tarihten sonra sürekli gelişme gösterdi. Ayrıca 1920’de Kanada’da, 1921’de Avustralya, Yeni Zelanda ve Danimarka’da, 1922’de Fransa, İngiltere ve SSCB’de, 1923’de Belçika, Almanya, Çekoslovakya ve İspanya’da, 1924’te Finlandiya ve İtalya’da, 1925’de de Türkiye’de düzenli radyo yayınları başladı. Radyo teknolojisinin gelişimiyle birlikte, kullanılan elektronik devreler de gittikçe daha karmaşık biçimler almaya başlamıştı. Bu sorunlarla bağlantılı olarak, elektrik devrelerinin daha sistematik bir biçimde çözümlenmesi ve sentezlenmesine yönelik “devre teorisi” adı verilen matematiksel disiplin önemli gelişmeler gösterdi.Modern televizyon mucidi, Rus asıllı ABD’li elektrik mühendisi Vladimir Kosma Zworykin’dir. Zworykin 1923 yılında, televizyon kamerasının en önemli parçası olan ve ilk kez resim tarama yöntemini tümüyle elektronik olarak yapan ikonoskopu buldu. Ertesi yıl da kineskop olarak adlandırılan resim tüpünün patentlerini aldı. Bu iki buluş, tümüyle elektronik ilk televizyon sisteminin oluşturulmasını olanaklı kıldı. 1950’li yıllarda televizyon artık ticari uygulama aşamasına geçmişti.Elektronik teknolojisindeki en önemli aşamalardan biri hiç kuşkusuz, yarı iletken fiziğindeki gelişmelerin sonucunda transistörün icadıyla sağlanmıştır. Elektrik sinyallerinin yükseltilmesini, denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan bu yarı iletken aygıt, 1947 yılında ABD’deki Bell Laboratuvarları’nda, John Bardeen, Walter H. Brittain ve William B. Shockley tarafından icat edilmiştir. Mucitler bu buluşları nedeniyle 1956 Nobel Fizik Ödülü’nü paylaşmışlardır. Elektron lambalarının bütün işlevlerini yerine getirebilen transistörler ayrıca ek üstünlüklere sahiptirler. Transistörler, çok daha küçük boyutlu ve hafif, mekanik etkilere karşı daha dayanıklı, ömrü daha uzun, verimi daha yüksek, ısı kayıpları daha düşük ve harcadığı güç de çok daha az olan aygıtlardır. Bu özellikleriyle transistörler, elektronik sanayiinde devrim olarak nitelendirilebilecek gelişmelere yol açmışlardır. Transistörsüz bir dünyada küçük ve yüksek hızlı bilgisayar olanaksız olacaktı.
İlk hesap makinasını, XVII. yüzyılda Fransız matematikçi ve fizikçi Blaise Pascal ( 1623 – 1662 ) yapmıştı. Bu aygıt toplama çıkarma yapabilen dişli çarklardan oluşuyordu. Daha sonra Alman filozof ve matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz ( 1646 – 1716 ), çarpma ve bölme de yapabilen bir makina geliştirdi. Ancak bugünkü bilgisayarlara yakın makina tasarlayan mucit, İngiliz metamatikçi Charles Babbage ( 1792 – 1871 ) oldu. Bununla birlikte Babbage’ın otomatik sayısal bilgisayarı, elektroniğin olanaklarından yararlanamadığı için tam bir gelişim sağlayamadı.
XX. yüzyılda, oldukça karmaşık işlemler yapabilen ancak mekanik ve yavaş çalışan öğelerden oluşan ilk bilgisayar, ABD’li elektrik mühendisi Vannevar Bush ( 1890 – 1974 )’un yönetiminde 1930’lu yıllarda Cambridge’de Massachusets Teknoloji Enstitüsü ( MIT )’nde yapıldı. İlk elektronik bilgisayarın yapımına ise 1942’de başlandı ve aygıtın yapımı 1945 yılında tamamlandı. Yarı iletken teknolojiye geçilmesinden sonra bilgisayarların hızında ve bellek sığasında büyük ilerlemeler sağlandı. Transistör kullanan ilk bilgisayar 1950 yılında ABD Standartlar Bürosu tarafından yapıldı. Transistör çağından tümleşik devreler çağına geçilmesiyle, bilgisayarlar çok daha büyük işler yapan aygıtlara dönüştüler.
Elektriğin, 1950’li yıllara kadar getirmeye ve kısaca betimlemeye çalıştığımız yaklaşık 2500 yıllık tarihi bu şekildedir. Elektrik teori ve pratiğini etkileyenler ve ona yön verenler belirtmeye bile gerek yok ki, yukarıda adları geçen 30 kadar büyük bilim adamından ibaret değildir. Elektrik olgusunun anlaşılması ve insanlığın yararına kullanılması için her ülkede yüzlerce bilim insanı yaptıkları araştırmalarla bu sürece katkıda bulunmuşlar ve bilgi birikimi oluşturmuşlardır. Büyük dahilerle eşdeğerde ve eş zamanlı ve hatta daha önce keşif ve buluşlar yapan bazı bilimcilerin çalışmaları da çeşitli nedenler ve koşullar yüzünden yeterince etkili olamadan kalabilmiştir. Öte yandan yine her ülkeden binlerce eğitimci bilim insanı, elektrik teori ve pratiğinin gelişmesi ve yükselmesine eğitim yoluyla hizmet etmiştir. Eğitim, bilim için araştırma kadar önemlidir.
Bilimin gelişimi, toplumsal bir süreçtir ve bu nedenle ekonomik ve toplumsal koşullardan etkilenmiş ve aynı zamanda onu etkilemiştir. Bu çerçevede elektriğin gelişimi de ekonomik ve sosyal gelişmelerle ilişki içinde olmuştur. Sanayii devriminin getirdiği ihtiyaçlar, elektrik teori ve pratiğinin geliştirilmesi çalışmalarına itici güç olabilmiş, daha sonra elektrik ve elektronik teknolojisinin gelişimi de yeni bir sanayiinin gelişmesinin temellerini atmıştır.
Elektriğin gelişimiyle diğer bilimlerin gelişimi arasında da ilişki olduğunu söylemeliyiz. Klasik kronojik bir terim olarak “bilimsel devrim”, bilim tarihçileri tarafından Kopernik’in “De revolutionibus Orbium Coeslestium ( Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine )” adlı eserinin yayınlanmasından ( 1543 ), Newton’ın “Philosophia Naturalis Principia Mathematica ( Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri )” ‘sının yayınlanmasına ( 1687 ) kadar olan dönem için kullanılmaktadır. Ancak bu dönemde gerçekleştiği kabûl edilen bilimsel devrim, esas olarak astronomi, fizik ( mekanik ) ve matematik devrimlerini kapsıyordu. Kimya ve elektrik devrimlerinin başlaması için yaklaşık bir yüzyılın daha geçmesi gerekmiştir. Elektrik devrimi kavramını da Coulomb’un kendi adıyla tanınan yasasını yayınladığı 1785 ile Maxwell’in “Treatise on Electricity and Magnetism ( Elektrik ve Magnetizma Üzerine İnceleme ) ” adlı yapıtını yayınladığı 1873 tarihi arasındaki dönem için kullanabiliriz. 88 yıl süren bu dönemde matematikteki gelişmelerle elektrikteki gelişmeler arasında yakından ilişkiler vardır. Bu ilişkiye örnek olarak, elektrik ve magnetizmanın matematik kuramının kurulmasının öncülerinden biri olan G. Green’i ve çalışmalarını verebiliriz. [ Bir fırıncının oğlu olan ve kendisi de fırıncılık yapan Green ( 1793 – 1841 ), hiç eğitim almaksızın kendi kendini yetiştirmiş ender rastlanan matematikçilerden biridir. Elektrikle ilgili tüm matematiksel çalışmaları izlemiş ve 1828 yılında “Matematik Çözümlemenin Elektrik ve Magnetizma Kuramlarına Uygulanması Üzerine Deneme” adlı makalesini yayınlamıştı. Bu makalede geliştirilen ve bugün onun adıyla anılan Green karşılılık teoremi ile Green teoremi ve Green işlevleri, elektrik potansiyelinin hesaplanmasında kullanılan en önemli araçlardır. Green, 40 yaşında Cambridge Üniversitesi’ne kaydolmuş ve matematik bölümünü dördüncü olarak bitirmişti. ] Elektrik ile matematik arasındaki ilişki için daha özel olarak da şunu söylyebiliriz. Örneğin, Fransız matematikçi Pierre Simon Laplace ( 1749 – 1827 ) Laplace Denklemini, Fransız matematikçi Joseph Fourier ( 1768 – 1830 ) Fourier Serilerini ve Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss ( 1777 – 1855 ) vektör hesabının önemli bir teoremi olan Gauss Teoremini geliştirmiş olmasaydı, modern elektromagnetizma kuramı da geliştirilemezdi.

Fatih ve İlim-Teknik

20/2/2007
Uğur ÖZTAŞ

Tarih, Yeni Çağ’a damgasını vuran en muktedir şahsiyet olarak Fâtih’i kaydeder.

Fâtih, Osmanlı Cihân Devletinin başına geçtiğinde henüz yirmi yaşlarında olmasına rağmen, Doğu ve Batı kültürü ile asrının ilimlerine vâkıf çaplı bir liderdi.

Tarihçilerin çoğu onun Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, İtalyanca ve Sırpça olmak üzere altı lisân bildiğini kaydederler. Ayrıca Çağatay şîvesini de bilmekte ve Uygur hurûfatıyla yarlığlar (ferman) kaleme almaktaydı.

Cihân tarihinin seyrini değiştirip yeni bir çağ açan Fâtih’in, önce kutlu İstanbul’un fethi sırasındaki hârika buluşlarını gözden geçirmeliyiz.

* Fetihten önce Boğazın en dar ve hâkim yerine Bizans’ın Karadeniz’le irtibatını kesen Boğazkesen (Rumeli) Hisârını inşa ettirdi. 31.250 m2 lik bir alanı kaplayan, stratejik ve san’at değeri yüksek olan bu dev âbide 3,5 ay gibi kısa bir zamanda bitirildi. Eserin projesini genç padişah kendisi hazırlamıştı.

* O tarihlerde İstanbul’un etrafını çeviren sûrların yüksekliği 17 metre, kalınlığı da zirvede 4 metreydi. Papa’nın tutumu ve Avrupa’nın siyâsf durumu dolayısıyla da sûrların kısa zamanda tahrîbi gerekiyordu. Bu maksatla Edirne’de çok büyük toplar döktürdü. Sayıları 200’ü bulan bu mütekâmil toplar sadece bir kış sezonunda döküldü ve orduya teslim edildi. İçlerinde iki tonluk gülle atanları vardı. Tarihin seyrini değiştiren bu çok güçlü topların plânlarını ve balistik hesaplarını genç padişah bizzat kendisi yapmış; imâl ve döküm işlerini de Edirne ve Bursa medreselerinden (üniversite) mezun Türk usta ve mühendisleri gerçekleştirmişti. Zannedildiği gibi Macar Urban bir mühendis değildi. Yüzlerce dökümcü ustasından sadece biriydi. Burada sözü yabancı tarihçilere bırakalım:

“Top, tarihte ilk defa olarak Bizans’ın fethinde söz sahibi olmuştur. (1) “Topçuluğa en büyük ehemmiyeti veren ilk hükümdâr Fâtih’tir. Fâtih’ten evvel topçuluk, bütün dünyada, hafife alınan daha çok sesiyle düşmanı ürkütmek için orduda kullanılan bir silâhtı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği akıldan bile geçirilmezdi..” (2)

HAVAN TOPU

* Haliç’te bulunan düşman donanması ile sûrların içindeki Bizans’lı askerlere toplar pek tesir etmiyordu. O kanlı ve çetin hengâmede Havan topunu icad ediverdi. Türk ordusu muhasara boyunca Fâtih’in icâdı olan bu toplarla Kasımpaşa sırtlarından gülle aşırıp Haliç’teki müttefik Haçlı donanmasını te’sîrsiz hale getirmiştir.

* Bizans’ın Türk askerine çok zarar verdiren meşhur “Greguar” ateşine karşılık tahrîb ve yangın bombalarını icâd etti. Avrupalı’ya göre bu buluş ünlü Alman bombası V-1’lerin esâsıydı: “V-1’lerin ceddi olan uçan alev füzeleri, ilk defa Türkler tarafından Bizans’ın fethinde kullanılmıştır ki. bu füzelerin işleme prensibi asırlardan beri unutulmuş ve ancak 20. asrın mühendisleri tarafından yeniden ele alınmıştır.” (3)

* 22 Nisan gecesi 67 gemiden mürekkeb Türk donanması karadan yürütülmek suretiyle Halic’e indirildi. Bir gecede gerçekleştirilen ve insanı hayrette bırakan bu muazzam teşebbüs karşısında Fâtih’in düşmanı olan Bizans’lı tarihçi prens Dukas dahi hayranlığını gizleyemez: “Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Mehmed, karayı, denizde olduğu gibi geçti ve Bizans’ı mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul’u fetheyledi.” (4)

HALİÇTE İLK KÖPRÜ

* İstanbul sûrlarının en zayıf ve alçak olan kısımlarının da kuşatılması için Haliç’ te, yine bir gece içinde büyük bir köprü kurdurdu. Takriben 650 metreyi bulan bu köprünün üstünde yan yana beş asker rahatça yürüyor, toplar da kolayca taşınabiliyordu.

* Sûrların önünde 9 metre derinliğinde ve 18,5 metre genişliğinde büyük hendekler vardı. Sûrlara tırmanmak imkânsızdı. Bizans’lılar sûrlarda açılan gedikleri 24 saat çalışmak suretiyle kapatıyorlardı. 18 Mayıs’ta bunun da çâresini buldu. Yürüyen zırhlı kuleler icâd etti. Sûrlarından yüksek olan bu kulelere hafif toplar yerleştirildi. Bu arada kuleler hendekleri doldurabilecek bir araç şeklinde imâl edilmişti. Böylece hem hendekler dolduruldu; hem de sûrlarda ordunun geçebileceği mühim gedikler açılmış oldu.

Hülâsa Türk tarihinin bu en mes’ûd anı, muâsır devletlere göre çok İleri bir seviyede bulunan Türk ilim ve tekniği ile gerçekleşti.

Fâtih hayatı boyunca ilme ve âlimlere çok değer vermiştir. Sarayı ilmi münakaşa ve mubâhasenin yapıldığı bir akademi halindeydi. Huzurunda âlimler rahatça oturup konuşabildiği halde Vezir-i a’zam dahil bütün devlet adamları ayakta beklerlerdi. Toplantılara çok defa reîs-ülulemâsı fatıyle Molla-Husrev başkanlık ederdi. Bazı toplantılara başında ulemâ sarığı, sırtında da “binişi” (âlimlere mahsus kıyafet) olduğu halde İştirâk ettiğini tarihçiler anlatırlar.

Fâtih ayrıca İstanbul’a Doğulu ve Batı’lı âlimleri davet eder; bu hususta hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Nitekim 15. yüzyılın en büyük astronom ve matematikçisi olan büyük âlim Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmiş ve kendisini günde 200 akça maaşla Ayasofya Medresesinde vazifelendirmişti. Halbuki o devirde kıdemli bir âlimin yevmiyesi 50 akçaydı. Bu arada Batı’lı bilginlerden filozof Amirutzes ile İtalyan arkeoloğu Anconalı Cyriacus dâvet edilenler arasındadır.

Fetihten sonra İstanbul’da iki üniversite kurulur. Bunlar Ayasofya ve Zeyrek medreseleridir. Her iki müesseseden de değerli ilim adamları yetişmiştir. Fâtih’in İstanbul’da kurdurduğu üçüncü büyük ilim ve kültür yuvası Fâtih medreseleridir. “Sahn-ı Semân” veya “Medrese-i Semâniye” diye de söylenen bu yüksek mektep Fâtih câmiinin etrafında inşâ edilen sekiz fakülteden ibaretti. İçlerinde Fen Fakültesi ile Tıp Fakültesi de vardı.

Öğretim üyelerinin Fâtih’in teveccühünü kazanabilmeleri için ilmî eser vermeleri şarttı. Çalışkan ilim adamlarını taltîf ederdi. Talebelere de çok ehemmiyet verir; geceleri geç vakit medreseleri dolaşır, talebelerin çalışıp çalışmadığını teftiş ederek çalışkan olanları mükâfâtlandırırdı.

Fâtih medreselerinin etrafında talebeler ve Öğretim üyeleri için bir kütübhâne, 70 yataklı bir dârüşşifâ (hastahâne) gurbetten gelen âlimlerin ve yolcuların barınması ve beslenmesi için bir Kalenderhâne (misafirhâne) ile dârüşşifâdan iyi olup ta çıkan, fakat bünyesi zayıf düşen hastaların bakılması için bir de Tâb-hâne inşa edilmiştir. Külliyede bir de akıl hastalan için dârülmeccânin (akıl hastahanesi) yapılmıştır. (5)

Fâtih hastahanesinde bütün hastalıkların tedâvisi ücretsiz yapılıyor; ilaçlar da halka bedava veriliyordu.

Hastahanede nazarî ve pratik bilgilerle donatılmış hâzık ve denenmiş hekimler, göz mütehassısları, cerrâhlar eczacılar, hastabakıcılar ve hizmetçiler vazife görüyordu.

Hekimler günde en az iki defa hastalan ziyaret ve muayene etmeye mecburdu. Hastabakıcılann da hastalarla güzel konuşan ve onlara iyi muamele eden kimselerden olması şarttı. (6)

Hastahanede her çeşit hastalar tedâvi edilir; aynı zamanda talebeler hastalar üzerinde tatbikat da yaparlardı.

Dârüşşifâ’nın Vakfiyesinde aynı zamanda bugün dahi ileri ülkelerde gerçekleşmesi zor olan şu bilgiler de vardır: “Haftada bir gün vakıf nâzın, hekimbaşı ve kâtip hastahanede toplanacaklar. İstanbul’da evinde hasta olup da ilaç almaya kudreti olmayan ve evine hekim çağırmaktan âciz ve muhtaç müslümanlar tarafından yapılan müracaatlar geri çevrilmeyecek; dilek sahiplerinin arzuları derhal yerine getirilecektir. (7)

Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyılda tıb ilminde de akıllara durgunluk verecek bir seyiyeye ulaşmıştı. Bunu muâsır hiçbir Avrupa ülkesinde göremediğimiz TIP AKADEMİSİ daha iyi ısbatlar. Fâtih’in kurduğu bu Akademide devrin önde gelen yedi bilgini vazife görüyordu. Akademinin başkanlığına ayda iki bin akça maaşla Ahmed Kudbeddin getirilmişti. Bazılarınca Tıb Şûrası olarak da isimlendirilen Akademide Hekim Mehmed Şükrüllah-i Şirvanî, Hoca Ataullah-i Acemî, Hekim Yakub Paşa, Hekim Lâri-i Acemî, Hekim Arab ve Altunîzâde aza idiler. (8)

Halbuki o tarihlerde Avrupa ülkelerinde değil bir Tıp Akademisi, hastahanelerde hekim bile yoktu. Strasburg Hastahanesi’ne ilk hekim 1500 yılında, Leipzig Hastahanesine 1517 yılında, nihâyet Paris Hastahanesi’ne de 1536 senesinde o da tek bir hekim tayin edilebilmiştir. Hele bir prevantoryum olarak vazife yapan Tâb-hânelerle, bugünkü darülacezelere benzer fonksiyonu olan Kalenderhâneler gibi hayır müesseseleri o çağlar Avrupası’nda meçhuldü.

Sarayda bir de esaslan Birinci Murad zamanında tesbit edilen Enderun mektebi kurulmuştu. Saray Üniversitesi mâhiyetindeydi. Tahsil müddeti 14 yıl olup vezirler, devlet adamları, subaylar ve sanatkârlar bu mektepte yetiştirilirdi.

Fâtih’in kitaba da büyük değer verdiği görülür. Sarayda bir kütübhâne kurdurmuş, başına da âlim Mollâ Lütfü’yü tayin etmişti. 1929 yılında Topkapı Sarayındaki bu kütübhanede incelemeler yapan Alman Prof. Adolf Diesman, Latince, Yunanca, İtalyanca ile diğer yabancı dillerde yazılı 587 eser tesbit etmiştir. Bu kütübhâne karşısında heyecanlanan ve duygulanan Diesman Fâtih’e duyduğu hayranlığı şöylece ifade eder: “Dünya tarihinde bir dönüm noktası meydana getirmiş; Doğu ve Batı’ nın kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış bir insandı. (9)

Fâtih zamanında sadece İstanbul’da 13 kütübhâne kurulmuştu.

Fâtih devrinde Türk Donanması da büyük bir gelişme gösterir. Babası II. Murad Han zamanında donanmada yalnız 30 adet büyük harb gemileri vardı. Büyük tersâneler inşâ ettirdi. 1470 senelerinde Osmanlı Devleti artık denizcilikte de öndedir. Zira Osmanlı Donanması 250 gemiden meydana gelen harp filosu ve 500 parçadan oluşan nakliye gemileri ile muazzam bir güce ulaşmıştır.

Ünlü Alman tarihçisi ve Türkoloğu olan Babinger bu gelişmeyi “hayrete sezâ” sözü ile Över. O’na göre Donanmay-ı Hümâyûn bütün Avru pa donanmalarından üstündür. (10)

Hülâsa üçü imparatorluk olmak üzere yirmiye yakın devlet ve 200 belde fetheden Fâtih zamanında yüz ölçümü 2.214.000 km2 yi bulan Osmanlı Devleti sadece askerî güce istinâd etmiyor; ilim, insanlık ve adâletle yer yüzünü süslüyordu.

Doğrusu, tarihin yüzünü ağartan Fâtih ne güzel bir sultan, silah arkadaşları olan yiğitler de ne güzel askerdi.

KAYNAKLAR
1) (Benoist- Mechin 54-55) Y. Öztuna. Büyük Türkiye Tarihi C.2, S. 461)
2) (Babinger, 616) Y. Öztuna. Büyük Türkiye Tarihi C. 3, S. 131)
3) (Benoist- Mechin 54-55) Y. Öztuna. Büyük Türkiye Tarihi C.2, S. 461)
4) Y. Öztuna- Büyük Türkiye Tarihi C.2, S. 440)
5) Süheyl Ünver. Fâtih Dârüşşifâsı S. 6
6) Fâtih Vakfiyesi. Vazâif-i Dârüşşifâ m. 2 73-284
7) Fâtih Vakfiyesi. Vazâifi-i Dârüşşifâ m. 282
8) A. Adnan Adıvar. Osmanlı Türklerinde İlim S. 46.
9) A. Adnan Adıvar. Osmanlı Türklerinde İlim S. 37.
10) Y. Öztuna Büyük Türkiye Tarihi C.3, S. 130.

Siyonizm ve B.M.

Tüm yeryüzünde ve insanlık aleminde barış ve güvenliği sağlayacak, temel insan hak ve hürriyetlerini koruyacak, evrensel bir oluşuma ihtiyaç vardır. Yani kuruluş gayesinin ve prensiplerinin açıklandığı şekilde bir “Birleşmiş Milletler Teşkilatı” aslında lazımdır. Ancak mevcut B.M Teşkilatı, bu haklı ve hayırlı ihtiyacı istismar etmek ve böyle bir oluşumu zulüm ve sömürü amacıyla kullanabilmek isteyen Siyonist merkezler tarafından ortaya çıkarılmıştır ve maalesef hala onların güdümünde bulunmaktadır. Yıllarca İsrail’in Filistin işgaline ve cinayetlerine, Sırpların Bosna vahşetine seyirci kalan bu teşkilatın, ikide bir basit bahanelerle Irak’a ve Afganistan’a saldırı kararı çıkarması, işte bu iddiamızın açık bir kanıtıdır.

Evet bugünkü Birleşmiş Milletler:
1- Önce İslam’ın temsilcisi ve Dünyanın dengesi konumunda olan Osmanlı Devletini yıkmak,
2- Sonra da bu örgüt eliyle dünya hakimiyetini kurmak üzere, Yahudi Siyonistler tarafından oluşturulmuş bir teşkilattır.

Bugünkü İsrail’in manevi kurucusu olan Siyonist Lider Theodor Hertzel, Osmanlının yıkılışını hazırlamak ve hızlandırmak için Sultan Abdülhamidi tahttan uzaklaştırmayı ve bu maksatla Jön Türkler’le ve ittihat Terakkicilerle irtibat kurmayı planladı.

Bu hedefe ulaşmak üzere son Osmanlı Meclisi’nde Selanik mebusu olan Emmanuel Karasso, İzmir Milletvekili Nessim Mazliyah, Selanik’teki eczanesi Jön Türklerin buluşma merkezi olan Rafael Benuziyar gibi yahudilerle temasa geçildi ve Sultan Abdülhamidin hall’i için kampanya başlatıldı.

Siyonist Lider Theodor Hertzel önce Abdülhamid’den Filistin’de yahudiler için bir yerleşim bölgesi istemiş, ama çok cazip teklifler ve rüşvetler karşılığı bile sultanı ikna edememiş ve “Şehit kanıyla kazanılan vatan toprakları parayla satılmaz” cevabıyla defedilmiştir. Bunun üzerine “Russo, Mazliyah, Ahmet Rıza, Enver, Talat ve Nazım beyler gibi İttihat ve Terakki masonlarını kullanarak Filistin’e Musevi göçmenler gönderme işini denemeye girişmiştir.”

Bütün bu şeytani heves ve hesaplarına asla müsade etmeyen Abdülhamid Han’ı, bu siyonist tasarılara mecbur etmek amacıyla, Theodor Hertzel bu sefer ortaya Birleşmiş Milletler planını çıkardı.

Amaçları sözde dünya barışı ve birliği adı altında, her ülkedeki siyonist bir Yahudiyi o ülkenin temsilcisi olarak Amerika’ya toplamak ve “görüyorsunuz işte, bütün dünya devletleri böyle istiyor” diye Sultan Abdülhamid’i İsrail’in kurulmasına mecbur bırakmak ve İslam vatanı olan Filistin’in Osmanlı’dan koparılmasına zemin hazırlamaktı.

Bu durumu hemen fark eden Sultan Abdülhamid, kendisi hayatta kaldıkça Birleşmiş Milletleri kurdurmamıştı.

Dünyadaki siyonist hakimiyetine kavuşmak için başlattığı 1. Dünya savaşı ile hem Avrupa’yı mahveden, hem de Osmanlıyı tarihe gömen Siyonistler, yine kendilerinin kışkırttığı 2. Dünya savaşı sonunda da, sözde yeryüzünde barışı ve huzuru korumak bahanesi altında asıl yeryüzü hakimiyetini yürütmek amacıyla Birleşmiş Milletleri kurdular.

Önce Roosevelt (ABD) ve CHURCHİL’in (İng) Almanlara karşı 1941′de yaptıkları Atlantik anlaşmasını, ardından 1 Ocak 1942′de Rus, İngiliz ve Amerikan temsilcilerinin Washington’da imzaladıkları “Birleşmiş Milletler” beyannamesi” takip etti. 30 Ekim 1943′te Çin’i de yanlarına alarak, sözde bütün barışçı ülkelerin katılımına açık “Moskova bildirisi” ni hazırladılar.

1945 Şubatında Kırım’daki Yalta şehrinde, Dünya Siyonistlerinin Kongresindeki gizli kararın hemen arkasından, 25 Nisan- 26 Haziran 1945′te San Fransisko’da, her ülkeyi temsilen gelen Yahudi ve Masonların toplandığı konferans sonunda, Birleşmiş Milletler Anayasası ve Adalet Divanı statüsü hazırlandı ve imzalandı.

Birleşmiş Milletler teşkilatı içinde kurucu rolü oynayan ve kendilerine “daimi ve değişmez delegelik” ve ayrıca “veto” hakkı sağlayan beş ülke (Amerika, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa) siyasi ve Ekonomik yönden siyonistlerin en etkili ve yetkili bulunduğu yerler olması da, oldukça dikkat çekicidir.

Ve bu arada Rusya’daki ve Çin’deki Komünist ihtilali yapanların, hem fikir babalarının, hem de eylem planlarının Yahudi ve Masonlar olduğunu hatırlatmak gerekir.

İşte Yahudi Siyonizminin sömürü ve zulüm saltanatını gerçekleştirmek için meydana getirilen ve “adalet ve hürriyet” kılıfı geçirilen Birleşmiş Milletler teşkilatı, görünürde ABD’nin, gerçekte ise siyonizmin güdümündedir.

Kendi anayasasında öngörülen şartlar bile göstermeliktir ve bunlara uyulmamaktadır.

Üye ülkelerin birer temsilcilerinden oluşan Genel Kurul, gölge ve göstermelik bir organdır. Asıl kararı veto hakkı bulunan 5 daimi üye ve diğer altısı genel kurulca iki yılda bir seçilen ve 6 kişiden oluşan Güvenlik Konseyi alır ve uygular.

Kofi Annan’dan önce koyu İslam Düşmanı bir Hıristiyan ve Yahudi damadı olan Butros Galinin temsil ettiği Genel Sekreteri ise, ancak Güvenlik Konseyi’nin önereceği isimlerden birini, yine Genel Kurul seçmekte ve ne hikmetse devamlı siyonizme hizmet edecek mason tipler bu makam getirilmektedir.

Yüzlerce ülkenin ortaklaşa alacağı bir kararı tek başına “veto etme” ve geçersiz hale getirme yetkisi olan 5 daimi üyenin ve onlarında arkasındaki siyonizmin, sadece oyuncağı ve zulüm aracı olan böyle bir teşkilatın, yeryüzünde barışı değil savaşı kışkırttığı ve hatta başlattığı yüzlerce tecrübeyle sabit olmuş bir gerçektir.

Önce Saddam’ı kullanarak ve Kuveyt’e karşı kışkırtarak Körfez Harbine zemin hazırlayan bunlardır… Somali’yi işgal eden ve sömüren bunlardır. İsrail’i kurdurtan ve kudurtan bunlardır. Ve şimdi “elinde kimyasal silah var” bahanesiyle yeniden Irak’a saldırıya ve bölgede nükleer bombalar kullanmaya hazırlanan bunlardır. ABD’yi yöneten gizli ve gerçek güç olan Siyonist CFR’nin kararlaştırdığı bu Afgan savaşının asıl hedefi de 100. yıl dönümü kutlamalarını ve büyük İsrail’in kurulması planları yapılan Basel Konferansı’nı amacına ulaştırmaktadır.

İşte bu BM, Kıbrıs hareketinde ve Azerbaycan işgalinde aleyhimize tavır almış ve saldırganları alkışlamışlardır. Bosna’da, Çeçenistan’da ve Kosova’da zalim saldırganların yanında yer almışlar ve cinayetlerine göz yummuşlardır.

Biz bütün ülkelerin ve milletlerin insani değerler etrafında birleşip barışacağı, her türlü zulme ve tecavüze karşı ortak cephe oluşturacağı bir teşkilatı elbette istiyor ve destekliyoruz.

Ne var ki, dünyayı süper güçlerin ve onların arkasındaki Siyonistlerin çiftliği haline getirmeyi amaçlayan, Çin ve Rusya gibi seküler yönetimleri, ABD, Fransa ve İngiltere gibi Hıristiyan milletleri temsilen veto hakkı bulunan ülkelere karşılık, 1.5 milyarlık İslam alemini ve 50 müslüman ülkeyi temsil edecek tek bir devlete bile veto hakkı tanımayan, bu art maksatlı ve çifte standartlı teşkilattan hiçbir hayır beklemiyoruz. Ve tabi Rusya ve Çin’in, Siyonizmin vahşi çehresini görmeye ve tepki vermeye başlamasını da hayırlı bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.

Tabii ve tarihi şartların bölgesel ve hatta evrensel bir güç merkezi ve kuvvet dengesi olmaya mecbur ettiği Türkiye’miz, böyle bir teşkilatta, ya etkili ve yetkili bir konuma gelerek, bu kuruluşu insanlığa ve Dünya barışına hizmet eder hale getirmeli, veya işte son Bosna ve Kosova vahşeti ve Afganistan dehşeti gibi sorumlulukları artık yüklenmemeli ve bir an evvel İslam Barış Milletlerinin kurulmasına öncülük etmelidir.

Çünkü bu haliyle ve geçmişteki tatbikat örnekleriyle BM, anlaşıldı ki dışı hoş, içi boş bir konumdadır. Ve maalesef Müslümanlara karşı devamlı çifte standartlıdır. Kıbrıs Barış harekatımızda 3 saatte toplanıp ateşkes kararı çıkaran BM. Maalesef İsrail’in katliamına seyirci kalmaktadır.

Bu giderek azgınlaşan ve canavarlaşan mikrobun ilacı ise, İslam Birleşmiş Milletleridir… Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan… Hak ve adalete dayanan Barış ve Bereket Medeniyetidir.

<!–

–>

II. Abdülhamid’in yahudilere cevabı.

Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:

“Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:

1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,

2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,

3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.

Bütün bunlar yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin’e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve yahudilerin Kudüs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır”.

Sultan II. Abdülhamid’e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. Yukarıda kendisinden söz ettiğimiz Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu.

Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamid’in cevabı şu olmuştur:

“Tahsin! Onlara de ki:

Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü, Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.

Kudüs-i Şerif’i İslam’a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.

Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye’nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.

Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar”.