Yildirim Bayezid DÖnemi

Babasi, Murad Hüdavendigâr’in tahta cülûs etikleri 761 (1360) yilinda dünyaya gelen Bâyezid, âdil, yigit, bilginlerle yoksullari seven, zenginlere sefkat, zahidlerle iyi insanlara saygi gösteren bir hükümdar idi. Ela gözlü, arslan simali, kumral sakalli, görünüsü kirmiziya mail, ak, müdevver ve berrak idi. Heykel gibi saglam ve güçlü kuvvetli idi. Cenk ve savas günlerinde korkusuz bir padisah idi. Giydigi elbise genellikle Bursa kadifesindendi. Annesi Gülçiçek hatundu.
Osmanli pençesinin kavradigi Rumeli agacinda, harp sahasinda hükümdar ilân edilip babasinin tahtina oturan Yildirim’in bâzusu, daha nice meyvelerini Osmanlilarin etegine düsürmek üzere bekleyici idi. O, harp sahasinda hükümdar ilân edildiginden muharebeye devam etmekten geri durmadi. Ayrica komutanlardan Pasa Yigit’i Bosna, Firuz Bey’i de Vidin taraflarina akina gönderdigi gibi bizzat kendisi de Kratova gümüs madenlerini zapt ile Üsküp sehrine Türk göçmenlerini iskân ettirdi.
Avrupa’nin siyaset aktörleri, Yildirim ünvani ile anilan Bâyezid’in fikir ve düsüncelerini pek de bilmez sayilmazlardi. Babasinin biraktigi hududu, mucizeli ordusuyla gögüsleyip alabildigine açan, açarken de karsilastigi sayisiz müsküllere yutkunmadan katlanan, özellikle kilise için bir Isa düsmani sayildigi halde, feth ettigi Hiristiyan ülkelerinin halkina bu kilise mensuplarindan, hatta papalardan daha müsfik ve anlayisli davranan koca Hüdâvendigâr gibi, oglu da acaba ayni siyaset ve insanlik yolu üstünde mi yürüyecekti?
YAKUB ÇELEBI OLAYI
Sultan Murad’in, Kosova Savasi’nda sehid olmasindan sonra devlet adamlari ile askerî erkânin ittifaki üzerine yerine büyük oglu Bâyezid geçti. Askerî hareketlerdeki sür’ati yüzünden “Yildirim” ünvanini alan Bâyezid, Kosova savasinda Rumeli askeri ile sag cenaha kumanda etmisti. Savasin kazanilmasinda da büyük bir rol oynamisti. Bâyezid, henüz düsmani kovalamakla mesgul olan kardesi Yakub’u çagirtarak hükümdarliga ortak olur endisesiyle onu öldürtmüstü. Böylece yeni bir buhranin çikmasina da engel olmustu. Bu olay, bazi devlet adamlari ile askerler arasinda ve Osmanli sinirlari disinda kalan Anadolu Beylikleri arasinda Yildirim Bayezid’e karsi bir hosnutsuzlugun dogmasina sebep olur. Âsikpasazâde, bu olayla ilgili olarak “Ol gece askere izdirap düstü” diyerek, askerin bu hadiseden nasil müteessir oldugunu anlatmaya çalisir.
Gerçekten bazi yazarlar, Yildirim Bâyezid’in bu hareketini çok dramatik bir sekilde vermekte ve bunu, Yildirim’in Timur karsisindaki maglubiyetinin sebeplerinden biri olarak görmektedirler. Bu cümleden olarak Fatma Aliye sunlan söyler:
“Sehzadeler ve askerî komutanlar, hezimete ugrayanlan takib ediyorlardi. Yildmm Bâyezid’e haber verildi. Hemen gelip zât-i sâhâneye mahsus olan ak sancak altina oturdu. O ak sancak, Selçuklu Sultani’nin Osman Gazi’ye vermis oldugu sancakti ki o zaman o sancagin altina zat-i sâhâneden baskasi oturamazdi. Yildirim Bâyezid, o sancagin altina oturmakla ilan-i saltanat etmis oldu.
Zavalli Yakub Çelebi, hadiseden habersiz olarak ordugâha geldiginde yorgunlugunu geçirmeye ve rahat bir nefes almaya firsat bulamadan “pederin seni istiyor” diyerek Hüdâvendigâr’in mübarek cesedi üzerine kurulan çadira götürülüp orada bogduruldu. Bu vak’a, bütün tarih kitaplarinda mühim bir konunun açilmasina sebep olmustur. Bunu, Yildirim’in maglubiyet sebeplerinden biri ve belki birincisi olarak kayd edenler de olmustur. Savci Bey de buna bir örnek teskil etmiyor. Çünkü Savci Bey, isyan bayragini çekmisti. Andronikos ile birlikte bir eskiya grubunun basina geçmisti. Yakub Çelebi ise o zaman önemli bir vilayet olan Karesi’yi çok iyi idare etmis, harplerde zaferler kazanmis ve herkesi kendinden memnun etmisti.”
Murad Hüdâvendigâr’in sehadeti üzerine meydana gelen saltanat degisikligi, Anadolu Beylerinin ve özellikle kendisini Selçuklularin mirasçisi sayan Karamanlilarin ortadan kalkmis gibi görünen düsmanligini tekrar ortaya çikardi. Sehzade Yakub’un öldürülmesini bahane ederek, güya onun intikamini almak üzere Bâyezid’e karsi harp açip her taraftan tecavüze kalktilar. Karamanaoglu Alaeddin Bey tarafindan kiskirtilan bu beylikler, Aydinli, Saruhanli, Germiyanli, Menteseli ve Hamideli beylikleri idi. Nitekim Germiyanogullari’ndan Sah Çelebi oglu Yakub Bey, daha önce Osmanlilar eline geçmis olan Germiyan kasaba ve bölgelerini geri aldigi gibi Karamanlilar da Beysehri’ni zapt ettiler. Anadolu’da Kara Tatar denilen Mogollarin reisi Mürüvvet Bey de Kirsehir’i zapt edip Sivas emiri Kadi Burhaneddin’e teslim etti. Diger beylerin her biri, bu karisikliktan istifade ederek bir takim yerlerin zaptina kalkistilar. Bu durum, Osmanli Devleti’ni çok zor durumlara sokmustu. Babasi tarafindan saglanmaya çalisilan Anadolu birligi yeniden tehlikeye girmisti. Sultan Yildirim Bayezid’in bunlara süratli bir sekilde çare bulmasi ve isleri düzeltmesi gerekiyordu. Bunun için Bâyezid, Anadolu’ya geçmeden önce Rumeli’deki durumu derhal düzeltmek gerektigini düsünerek kendisine muhalefette bulunan emir ve askerleri yeniden kendine bagladi. Sonra Sirp Krali Lazar’in henüz küçük yastaki oglu Istefan Lazaroviç’in vasisi olan annesiyle anlasti. Bu yeni Sirp despotu da vergi (harac) ve gerektiginde muharebelerde bütün askeri ile birlikte padisahin maiyetinde bulunmayi taahhut ettigi gibi her yil Osmanli padisahini ziyaret etmeyi de kabul ediyordu.
Kosova maglubiyetinden sonra gerek Istefan Lazaroviç, gerek Pristine hakimi Vuk Brankoviç yerlerinde kalabileceklerini hiç ümid etmiyorlardi. Onlar, Yildirim’la anlasmayi canlarina minnet bildiler. Bu antlasmayi kuvvetlendirmek için yeni Osmanli hükümdari, maktul Lazar’in kizi Marya Despina’yi nikahlamisti. Bayezid’in bu sekildeki genis müsamahasina Anadolu’daki vaziyetin kritik durumu sebep olmustu. Bu baris sayesinde Rumeli’de, disardan gelebilecek ve özellikle Macarlar tarafindan yapilacak tahrik ile meydana gelmesi muhtemel bir muhalefet önlenmis oluyordu. Böylece meydana gelen dostluk, samimi bir sekilde Bâyezid’in vefatina kadar devam edecekti. Sirplar, Kosova’da hâkimiyetlerine son veren darbeyi yemis olmalarina ragmen, dinî ve millî degerlerine karsi gördükleri genis müsamaha ve müsaade yüzünden fatihlerin (Osmanlilarin) idaresine tereddüdsüz katildilar. Hele Arnavud, Macar ve Dalmaçyalilara karsi yapilan akinlarda ganimetlere istirak etmeleri, anlari yeni idareye çarçabuk isindirdi.
Yildirim Bayezid, Balkanlar’da kuvvetli kalabilmek için akinci teskilatini yeniden canlandirmak ihtiyacini hissederek Evrenos Bey, Pasa Yigit Bey ve Firuz Bey gibi komutanlarin, basta Bosna olmak üzere Eflak ve Tuna’nin kuzey taraflarina kadar akinlar düzenlemelerini emr etti. Daha önce de kisaca temas edildigi gibi bu akinlar esnasinda Üsküp alinarak sehre Türk ahali yerlestirilmisti. Bu sirada Edirne’ye dönen Bâyezid, Anadolu’ya hareket etmeden önce burada dinî ve sosyal müesseselerin kurulmasini emr etti. Böylece Edirne bir kültür merkezi haline gelmeye basladi. Gerçekten de hâlâ bu gün Yildirim adi ile anilan mahallede bir imâret ile kubbesi dört kemer üzerinde durmakta olan caminin temellerini atti. Bu arada kendisini tebrike gelen Venedik ve diger Italyan siteleri ile olan ticaret antlasmalarini yeniledi. Yeni hükümdar, Venedik ticaretini himaye etmeyi kabul ediyorsa da gelecek için fazla teminat vermiyordu. Bu antlasma, daha sonraki Anadolu seferi için büyük bir önem tasiyacakti. Zaten bu yüzden Bâyezid müsamahali davranmisti.
Bâyezid, Bursa’ya dönmeden önce hemen hemen bir sehir devleti haline gelmis olan Bizans gailesini de ber taraf etmek istiyordu. Bunu gerçeklestirebilmek için de Bizans’taki taht kavgalarindan istifade etmeyi düsünüyordu. Böylece Anadolu’da girisecegi faaliyet esnasinda Bizans tarafindan gelebilecek tehlikelerden emin olmak istiyordu.
Osmanli Sultani, vaktiyle Savci Bey ile müstereken isyan edip fesat çikarma suçundan dolayi hapse atilmis olan Imparator Ioannis’in oglu Andronikos ile onun oglu Ioannis’in müracaatlarini kabul ederek bir miktar askerle Edirne’den Istanbul’a yürür. Imparator Ioannis ile saltanat ortagi olan Manuel’i hal’ ederek hapse attirir. Bu arada hapisteki prensleri de kurtarip hükümdar yapar ve bir vergi ile kendine baglar. Fakat kisa bir müddet sonra iki mahpus hapisten kurtularak sultana iltica ederler. Onlar, daha önceki vergiden baska belli bir miktarda asker vererek seferlere katilmayi da taahhüd ederler. Bunun üzerine Bâyezid, onlari tekrar hükümdarliga getirir. Bununla beraber Bâyezid, Andronikos ile oglunu hapse attirmayip kendilerine Bizans topraklarindaki Silivri, Eregli, Selanik vs. gibi yerlerin hâkimiyetini verir.
BATI ANADOLU’DA TÜRK BIRLIGININ KURULMASI
Osmanli tahtinda meydana gelen degisiklikten istifadeyi düsünen ve Yakub Çelebi’nin öldürülmesini bahane eden Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, komsu beylikleri de Osmanlilar aleyhine kiskirtmaktan geri kalmiyordu. O, bununla da yetinmeyerek Osmanlilara ait bazi yerleri de isgal etmisti.
Bâyezid, Balkanlar’da gerekli tedbirleri aldiktan sonra Anadolu harekâtina baslamak üzere eski taht sehri olan Bursa’ya gelir. O, burada, Rumeli’de bulunup devletin sinirlan üzerinde gerekli tedbirleri almakla mesgul olan komutanlarin islerini bitirip gelmelerine kadar bekledi. Bu esnada Bursa’da imar faaliyetlerine devam ederek sehirde cami, medrese, imâret, misafirhane, dâru’s-sifa gibi hayir eserleri yaptirir. Ayrica Seyh Ebu Ishak dervisleri için de büyük bir zaviye insa ettirdi. Sükrullah, onun Bursa’da insa ettirdigi hayir müesseselerinden bahs ederken söyle der:
“Bursa’da bir Dâru’l-hayr, bir hastahâne, Ebu Ishakhâne, iki medrese, bir cami yaptilar. Onlarin evkafini tayin buyurdu. Daru’l-hayrin evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil bilginlere ve yerli yabanci yoksullara 600 müd bugday verilmek, her gün konuga ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin buyurdu. Hastahâne, Ebu Ishakhâne, medreseler ve caminin her biri için ayrica vakiflar tayin buyurdu. Görenek oldugu üzere bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini tayin ettirdi. 30 hafiz, daru’l-hayra, 30 hafiz, camiye tayin buyurdu ki, her gün biri Tanri kelamindan bir cüz okuya.” Keza o, kaynaklarin ifadesine göre üç degirmen çalistiracak kadar bol ve lezzetli içimi ile taninan Akçaglayan adindaki suyu kapali künklerle Uludag’dan sehre indirterek yaptirdigi imâret yaninda kemerler üzerinden geçirip cami, medrese ve hamama taksim etmisti. Artan suyu da mahallelere taksim edip çesmelerden akitmisti. Bütün hayir ve sosyal tesisler için de vakiflar tahsis etmisti.
Rumeli ve Bizans islerini yoluna koyan Bâyezid, Sirp kralini maiyeti ile birlikte ordusuna çagirip harekete geçmek istiyordu. Bizans Imparatorunun oglu Manuel de kuvvetleri ile birlikte Sultan’in ordusuna katilir. Padisah, bundan sonra Kastamonu emîri Candarogullari’ndan Kötürüm Bâyezid’in oglu Süleyman Pasa’yi da ittifaka çagirir. Bu arada Edirne’de muhafiz olarak kalan Beylerbeyi Kara Timurtas Pasa’yi da Rumeli kuvvetleri ile birlikte Anadolu’ya getirtir. Bu kadar büyük bir kuvvet toplamis olan Bâyezid, bir taraftan Bizans Prensi Manuel’i Rum kuvvetleri ile Alasehir üzerine göndererek Bizans Imparatorlugu’na tabi olan bu sehri zapt ettirir. Bütün Osmanli kaynaklan ve özellikle bu olayin meydana geldigi anda yasayan Ahmedî bu sehrin Bâyezid zamaninda feth edildigine isaretle:
“Ne Alasar kodi vü ne Saruhan Ne Aydin u ne Mentese ne Germiyan” der.
Öbür taraftan Saruhan üzerine yürüyen Sultan Bâyezid, burayi harpsiz denecek bir sekilde almis ve emir Hizir Sah ile kardesi Orhan’i Bursa’ya gönderip haps ettirmisti. Bundan sonra Aydin iline giren Bâyezid, Isa Bey’in fazl, kemal ve yasina hürmet ederek ona kendinin ve ecdadinin evkafina mutasarrif olmak üzere kayd-i hayat ile (ölünceye kadar) kendisine Tire’yi ikta olarak vermisti. Bu arada Yildirim, Isa Bey’in kizi Hafsa Hatun ile evlendi.
Sultan Bâyezid, daha sonra kayin biraderi olan Germiyan oglu Yakub Bey’in de üzerine yürüyerek basta Kütahya olmak üzere bütün ülkesini alir. Anadolu birligini kurma gayretinde olan Bâyezid, bütün islerini tamamlamadan bu hareketten vaz geçecege benzemiyordu. Onun için Ahmed ve Mehmet Bey ismindeki iki kardesin idaresinde bulunan Mentese üzerine de yürüdü. Burayi da kendisine baglayan Sultan, aldigi bu yeni yerlerin her birine kendi ogullarini vali olarak tayin etti. Bu arada Kütahya merkez olmak üzere meydana getirdigi Anadolu beylerbeyligine Kara Timurtas’i getirmisti. Bundan sonra Hamidogullari beyligine ait yerlerin pek çogunu ele geçiren Bâyezid, bu arada beylige bagli olan Antalya’yi da Osmanlilara bagli bir sancak haline getirdi. Bütün bu hareketleri ile Yildirim Bayezid, Anadolu’yu bir Osmanli vilayeti haline getirerek merkeziyetçi bir devlet kurmak düsüncesinde oldugunu gösteriyordu.
OSMANLI DONANMASININ EGE VE AKDENIZDEKI FAALIYETLERI
1390 senesinin yumusak geçen sonbahar ve kis mevsimleri, Osmanlilarin faaliyetlerini daha rahat bir sekilde yapmalarina sebep olmustu. Bati Anadolu’daki beyliklerin Osmanli hâkimiyetine girmesi ile Osmanlilar, Ege ve Akdeniz kiyilarinda uzun sahillere sahip olmuslardi. Latinlerin idaresinde bulunan Izmir hariç olmak üzere bütün bir Ege sahilinin alinmasi ile özellikle Aydin ve Mentese Beyligine bagli bulunan deniz kuvvetleri de Osmanlilara geçmis oluyordu. Bu da Osmanli deniz gücünün gelismesine sebep oluyordu. Nitekim Osmanlilarin ilk mühim deniz faaliyeti bu zamanda yapilmis ve Sarica Pasa komutasindaki 60 parça gemiden mütesekkil bir Osmanli filosunun, Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan sahillerini vurmasi üzerine Venedikliler, adalardaki garnizonlan ve istihkamlari takviyeye baslamislardi. Sarica Pasa’nin faaliyetlerinden bahs ederken Hammer: “Bu siralarda Azepler komutani Sanca Pasa da Edirne’de baska bir cami yaptirmaya basladi. Bir kara kuvveti firkasinin (tümen) komutanligi ile Osmanli donanmasi komutanligini elinde toplamis olan bu vezir, Akdeniz Bogazi (Çanakkale) girisinde bir Frenk gemisini esir etmisti. Bu geminin içinde Imparator Manuel’le evlendirilecek olan bir prenses bulunuyordu. Sarica Pasa bu nisanli prensesi sultana takdim edince Bâyezid, onun güzelligine hayran olarak kendisiyle evlendi.” diyorsa da gerçekte böyle bir olay cereyan etmemisti. Çünkü Yildirim Bâyezid, sadece üç hanimla evlenmistir ki bunlar da Germiyan oglu Süleyman Sah’in kizi ve Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin torunu olan Devletsah Hatun, Sirp Krali Lazar’in kizi Maria Despina ve Aydinoglu Isa Bey’in kizi Hafsa Hatun’dur.
KARAMAN SEFERI
Sultan Bâyezid, Bati Anadolu’daki beylikleri ortadan kaldirip kendine bagladiktan sonra Karamanogullari üzerine yürür. Çünkü Karaman Beyi Alaeddin Ali Bey, Sultan Murad’in vefatini müteakip Hamideli taraflarindaki Osmanli topraklarindan bir kismi ile Beysehri’ni alarak o taraflari vurmustu. Sultan Bâyezid, önce Hamideli’ne geçti, oradan da Teke yani Antalya taraflarina indi. Antalya’yi alip Firuz Bey’e tevcih etti. 1391 senesinde meydana gelen bu hadiseler esnasinda daha önce Osmanli müttefiki olan Candaroglu II. Süleyman, Osmanli’yi kendisi için tehlike saymis olacak ki Osmanlilarla olan ittifakini bozup Sivas’ta hüküm süren Kadi Burhaneddin ile görüsmelere baslamisti. Bâyezid, Karamanogullari topraklarina girince Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Osmanlilara karsi koyabilmek için Kadi Burhaneddin ile Candaroglu Süleyman’dan yardim istedi. Fakat Bâyezid, bu birlik ve yardimlarin birlesmesine firsat vermeden Karamanogullari’na ait bazi yerleri alip Konya’yi muhasara altina aldi. Bu arada Bâyezid ile basa çikamayacagini anlayan Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Taseline çekilmisti. Kusatma, hasad zamanina tesadüf etmisti. Yildirim Bayezid de babasinin yaptigi gibi halkin mahsulüne asla el dokundurulmamasini emr etti. Sehir halkindan, kale disinda mahsulü olanlara teminat verilerek onlarin rahatlikla disari çikabileceklerini söyledi. Bu teminat üzerine sehir halki kaleden disari çikabiliyor, hasad edebiliyor ve istedikleri bedel ile Osmanli ordusuna satis yapabiliyorlardi. Gerçekten Bayezid, babasi gibi bölge halkina çok iyi davranmis ve satis yapmak isteyen halkin herhangi bir korkuya kapilmadan zahiresini getirip satabilecegini bildirmisti. Halk sattigi esyanin karsiligini tamamen aldiktan sonra çavuslar refakatinda yerlerine gönderiliyordu. Hammer, Aksehir, Aksaray ve Nigde gibi sehirlerin sirf bu sekildeki bir muamele üzerine teslim olduklarini ve kapilarini tekrar Osmanlilara açtiklarini yazar.
Alaeddin Ali Bey, Kadi Burhaneddin ile Candaroglu Süleyman’dan yardim gelmedigini görünce, kayinbiraderi olan Yildirim Bayezid’den baris istemek zorunda kalir. Bunun üzerine Yildirim Bâyezid, barisi kabul ederek zaten Osmanlilara ait olan ve Karamanoglunun eline geçmis bulunan Beysehir, Aksehir ve diger bazi yerleri almak suretiyle antlasma yapar. Böylece iki devletin arasinda Konya Ovasi’ndaki Çarsamba Suyu sinir olarak kabul edilir. Yapilan antlasmadan sonra buralarin idaresi Sari Timurtas Pasa’ya birakildi. Böylece, daha sonra da devam edecek olan Karaman seferinin bu ikinci safhasi bitmis oldu. Bu seferde Bizans Imparatoru V. Ioannes’in oglu Manuel de Yildirim’in ordusunda bulunuyordu.
ISTANBUL’UN MUHASARASI VE SEHIRDE TÜRK MAHALLESININ KURULMASI
Yildirim Bâyezid, Anadolu’daki seferlerle mesgul oldugu sirada Bizanslilar, bu durumdan istifade ile bazi tedbirler almaya basladilar. Bu meyanda Bizans Imparatoru loannis, ayagindaki agrilara ve yatalak bir halde bulunmasina ragmen, Istanbul surlari ile kulelerinin bazi yerlerini tamir ettirmeye basladi. Bu durumdan haberdar olan Yildirim Bâyezid, bu harekete çok sert bir tepki göstererek tamir ettirilen yerlerin derhal yiktinlmasini ister. Imparator, Yildirim’in yaninda bulunan ve tahtin yegane varisi olan Manuel’i düsünerek tamir edip yaptirdigi yerleri tekrar yiktirir. Ancak Imparator, surlarin yiktirilmasindan kisa bir müddet sonra ölünce, Osmanlilarla birlikte Anadolu seferlerine istirak eden ve Bursa’da bulunan Manuel, bir yolunu bularak Bursa’dan kaçip Istanbul’a gelir ve babasinin yerine tahta oturur.
Âdet oldugu üzere, babasinin matem günlerini geçirdikten sonra Bâyezid’in kendisine ve sehre karsi takindigi tavri düsünmeye baslar. Bâyezid, yeni imparatordan (II. Manuel) vergi artirimi, Istanbul’da bir Müslüman mahallesinin kurulmasi ve bir cami insasi ile bir kadi tayin etmesini ister. Bizans tarihçisi Dukas bu konuyu su ifadelerle dile getirir:
“Bâyezid, Imparator Manuel’e elçiler göndererek, Istanbul içerisinde Türklerin “kadi” tabir ettikleri bir hâkimin devamli olarak bulunmasini arzu ettigini bildirdi. Bu kadi, Istanbul’da ticaretle istigal eden veya o maksatla oraya gidecek olan Müslümanlar arasinda meydana çikacak olan muamelat ve ihtilaflari muhakeme ve hallu fasl edecekti. Bâyezid, Müslümanlarin gâvur mahkemesinde muhakeme olunmalarinin caiz olmadigini, müslümani, kendi hâkiminin muhakeme etmesi icab ettigini, iftiralar ve haksizliklari, daha bir çok seylerle beraber bildirmis, nihayet sunu da ilave etmisti: “Sana emr ettiklerimi yapmak ve taleplerimi yerine getirmek istemezsen, kapilari kapa ve sehrin içinde hükümdarligini yap. Hariçte bulunan her yer ve her sey kâmilen benim olacaktir.” Yildirim’in bu talebi redd edilince, Istanbul’u teslim almak için uzaktan muhasaraya basladi. 1391 senesinde baslayan bu tazyik sonucunda Bâyezid, Istanbul surlarina kadar olan bütün Bizans köylerini muhasaraya basladi. Bu kusatma sonunda Manuel, Istanbul’da birkaç yüz ev ile cami ve mahkemesi olan bir Müslüman mahallesinin kurulmasini ve Haliç’in kuzey tarafinda bir Türk garnizonunun bulunmasini kabul etti. Ayrica her sene Osmanlilara vermekte oldugu vergiyi de artirdi.
YILDIRIM BAYEZID’lN ANADOLU SULTANI ÜNVANINI ALMASI ve diger OLAYLAR
Abbasî Halifeligi döneminde Islâm dünyasinda ortaya çikan yeni devletler, Memlûk hükümdarlarinin yaninda (Misir) bulunan ve fakat siyasî etkinligi fazla olmayan Abbasî halifelerinin kendi hükümdarliklarini tasdik etme arzusunu bir gelenek olarak devam ettiriyorlardi. Böylece devletlerinin taninmasi, mesrulugu ve siyasî nüfuzlarinin artacagina inaniyorlardi.
Filhakika, daha Murad Hüdavendigâr zamaninda baslayan Osmanli-Memlûk münasebetlerinin iyi bir sekilde devam ediyordu. Bu iyi münasebetler, Yildirim zamaninda da devam eder. Bu sebeple 794 senesi Rebiülahir (Subat 1392) ayinda, Rum ülkesinde (Anadolu) sultan olmak için halifeden “tesrif” isteyen Bâyezid’e, Karak Naibi Âmir Hüsameddin Hasan el-Kuckunî’yi birçok hediye ile gönderen Sultan Berkuk’un bu vesile ile dostluk hislerini izhar ettigi görülür.
Kendisine, halife tarafindan gönderilen tesrifi, Bursa’da giyen ve kiliç kusanan Bâyezid, bundan sonra Rum ülkesinin sultani ünvanini almis olur. Bu arada adi geçen elçinin ricasi üzerine Bâyezid, Karamanoglu gibi Kadi Burhaneddin Ahmed ile dostça geçinmeye razi olur. Bununla beraber Bâyezid ile Kadi Burhaneddin arasinda mücadele uzun süre devam edecektir.
Bâyezid’in, halifeden sultan ünvanini almasi, onun Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerine yapacagi seferleri bir mânâda mesrulastiriyordu. Bu, ayni zamanda Anadolu birliginin saglanmasi için de gerekli idi.
Bâyezid, gerek bu hadiseden önce, gerekse sonra Anadolu isleri ile mesgul olmaya baslar. Bu maksatla daha önce kendisine bagli olan, fakat sonradan Kadi Burhaneddin tarafina geçmis bulunan Kastamonu’daki Çandaroglu Süleyman Pasa’yi ortadan kaldirmak ister. Bir taraftan da Anadolu’da Kadi Burhaneddin’e düsman olan beyleri ve özellikle Amasya’da hüküm süren Haci Sadgeldioglu Emir Ahmed’i kendi tarafina çekmeye çalisir. 1391’de Kastamonu üzerine gerçeklestirilen bu harekette Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in tarafsiz kalmasini ister. Fakat bu konuda ondan müsbet bir cevap alamaz.
Ancak tam bu sirada Bâyezid, Eflâk voyvodasi Mirçe’nin daha önce kendisine karsi yapilmis bir akinin intikamim almak üzere, Tuna’yi geçip ‘Karin Ovasi (Karinâbâd)’ni yakip yiktigini ögrenince Kastamonu seferini birakarak Rumeli’ye geçer. Arkus Ovasinda yapilan siddetli bir muharebede voyvoda esir edilerek kendisinden agir bir fidye alinmis ve Osmanli tabiiyetini kabul ettikten sonra yine memleketine gönderilmisti. Ayni sene hudud beyleri de büyük akinlar yapmislardi. Bu akinlar sonucunda Bosna’ya girerek Naglazinze’ye kadar ilerlemislerdi.
Yukarida belirtilen hadiseden sonra tekrar Anadolu’ya dönen Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in, Candaroglu ile birlesmesine meydan vermeden tekrar Kastamonu üzerine yürür. Fakat bu defa da mevsimin kis olmasindan dolayi geri çekilmek zorunda kalir. Zira böyle bir mevsimde hareket üssünden uzak bir mintikada, düsman ülkesinde kalmak dogru bir hareket olmazdi. Bu sebepten dolayi Bâyezid, tekrar Bursa’ya döner. Nihayet 794 (1392) ilkbaharinda Kastamonu bölgesine giren Bâyezid, Candaroglu Süleyman Pasa’nin ölümü ile sonuçlanan savasta, beyligin Kastamonu kolunu ortadan kaldirir. Bununla beraber Süleyman Pasa’nin kardesi olan ve Sinop’ta hüküm süren Isfendiyar Çelebi, Osmanlilarla dost geçindigi için kendisine dokunulmadigi gibi Sinop’ta ayni sekilde kalmasina müsaade edildi.
Bâyezid’in, Kastamonu’yu ilhak etmesi ve Osmancik’i kusatmasi üzerine bir kismi açiktan açiga, bir kismi da istemeyerek Kadi Burhaneddin’e bagli görünen Kelkit, Yesilirmak ve Canik bölgelerindeki beylerin, birer birer Osmanlilara iltihak ettikleri görülür. Bu vaziyet, Osmanlilar ile Kadi Burhaneddin Ahmed arasindaki münasebetleri oldukça gergin bir safhaya soktu. Iki tarafin öncü kuvvetleri arasinda Çorumlu sahrasinda meydana gelen savasta Osmanli askeri bozguna ugrayarak geri çekilmek zorunda kalir. Bu savasta, Bâyezid’in, Karesi ve Saruhan sancaklari valisi bulunan büyük oglu Ertugrul öldürülmüstü. Bu galibiyet, Anadolu’da Kadi Burhaneddin’in söhretini bir kat daha artirdi. Hatta Kadi Burhaneddin, psikolojik etkisinden istifade ile Bâyezid’in Rumeli isleri ile mesgul oldugu ani, firsat bilerek Amasya’yi kusatma altina alir. Fakat mevsimin kis olmasi ve muhtemel bir Osmanli taarruzundan çekindiginden Tokat’a döner. Bu arada Osmanli kuvvetlerinin büyük bir ordu ile Amasya üzerine dogru geldikleri haberini alinca açik bir sahrada onlarla karsilasmamak için Sivas’a çekilir. Böylece Amasya Osmanli idaresine girer. Sancak beyligine de Bâyezid’in oglu Mehmed Çelebi tayin edilir(1393).
Bu hareket üzerine Taceddinogullari, Tasan oglu ve Bafra emiri, Sultan Bâyezid’e bagliliklarini bildirerek onun idaresine girdiklerini kabul ederler. Süleyman Pasa’nin, Bâyezid ile yapilan harpte öldürülmesinden sonra Kadi Burhaneddin’e iltica eden 500 kadar Kastamonu atlisi da Taceddinogullan ve dolayisiyla Osmanlilar tarafina geçmis oluyordu. Bu arada Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Kadi Burhaneddin’e elçi gönderip Amasya’nin Osmanlilarin eline geçmesinden dolayi taziyetlerini bildirmek ve müsterek düsmanlari olan Bâyezid’e karsi birlikte tedbir almak ve görüs ahs verisinde bulunmak üzere kendisini Nigde’ye davet etti. Alaeddin Ali Bey ile görüsüp birlesmek üzere Sivas’tan hareket eden Kadi Burhaneddin, Karaman oglu ile anlasmak söyle dursun, büsbütün bozusup harbe tutusurlar. Aralarindaki düsmanligin gittikçe büyümesi her ikisinin de zayiflamasina ve rakipleri olan Bâyezid’in daha fazla kuvvetlenip Anadolu’daki kuvvetini daha saglamlastirmasina sebep oldu. Rakiplerinin arasinda meydana gelen anlasmazligi gören Bâyezid, artik kendisinin Anadolu’da durmasina gerek kalmadigini anlayarak yeniden Rumeli’deki faaliyetlerine baslar.
Sultan Bâyezid’in bu dönemdeki faaliyetlerini inceleyen Mükrimin Halil Yinanç, kaynaklarin verdigi bilgilere dayanarak söyle der:
“1393 senesi Nisaninda Venedik Senatosu, Türklere karsi birlikte harp etmek üzere Macar Krali ile bir antlasma yapmaya karar vermis ve Macar Kralini harbe tesvik etmeye baslamisti. Diger taraftan uzun zamandan beri Istanbul’da kusatilmis olan Imparator Manuel, Hiristiyan devletlere müracaat ediyordu.”
“Macar Kralinin, Tuna kenarina gelmis olmasi ve Bulgarlarin bunlarla birlesme ihtimali, Bâyezid’i endiselendirdiginden Bulgar kralliginin son kisminin da ortadan kaldirilmasina karar verir. Bunun için büyük oglu Süleyman komutasinda bir ordu gönderdi. Bu ordu, Bulgarlarin payitahti olan Tirnova’yi uzun ve siddetli bir muhasaradan sonra feth etti. Daha sonra Tuna sahilinde birer müstahkem mevki olan Silistre, Nigbolu ve Vidin zapt olundu. Nigbolu’ya kapanan Bulgar Krali Sisman, oglu Aleksandr ile birlikte esir edildi. Rivayete göre kral öldürülmüs, oglu da Müslüman olarak Bâyezid’in maiyetine girmistir. Macar Krali Sigismond, Bulgar ülkesinin Türkler tarafindan alinmasi üzerine Hiristiyan devletlere müracaat etmis ve Türklere karsi müsterek bir Haçli hareketi yapilmasi için papayi tesvik etmisti.”
YENI BIR HAÇLI ITTIFAKI VE NIGBOLU SAVASI
Osmanli sinirlarinin Macaristan’a kadar dayanmasi, Macar Krali Sigismond’u korkutmaktaydi. Zira Sigismond, ufuktan azametle yuvarlanip gelmekte olan Osmanli dalgasinin, er geç kendi ülkesini de basacagini görmekteydi. Tek basina altindan kalkamayacagini bildigi bir tehlikeye karsi gece rüyalarini, gündüz hülyalarini tutan ümid, her seye ragmen yine de bir Haçli ordusunun yardiminda görüyordu. Fakat imdadina çagirabilecegi devletlerden Venedik, bu Katolik dindasina müzaheret eder görünmekle beraber, Sigismond’un zaferinin Balkanlarda bir Macar hegemonyasina yol açacagindan da endiseleniyordu. Cenevizliler ise siyasî ve iktisadî hayatlarinin saglikli bir sekildeki devamini Osmanlilarin teveccühünü kazanmakta gördüklerini gizlemiyorlardi.
Sigismond, Osmanli tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs’e kadar gidebilmek için Avrupa’nin muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçli ittifakinin kurulmasini istiyordu. Bu ittifakin kurulmasi için Papalik makami da, yogun bir faaliyete giriserek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye basladi. Bu tesebbüsler, hedef Türkler oldugu için kisa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile isbirligi yapan Avrupa, heyecan ve ümid içinde idi. Yalniz Fransizlar degil, Ingiltere, Iskoçya, Lehistan, Avusturya, Italya, Isviçre ve Güneydogu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan’da Sigismond ‘un komutasi altinda toplanmaya basladi. Avrupa’nin her kösesinden süzülüp gelen cengaver, cesur ve tecrübeli sövalyeler, Osmanli ordusunu aramaya basladi.
Birlesik Avrupa kuvvetlerinden meydana gelen bu birlikler, Sigismond’un kendilerine bildirdigi gibi, karsi tarafta bir tecavüz hareketi göremeyince, arastirmaya basladilar. Onlar, bu salib (haç) düsmanini bulup tepelemek istiyorlardi. Onlara göre bunu yapmak bir zaruret idi. Zira bu bir haç seferi idi. Ona tapmayani ezmek yolunda gecikmek olmazdi. Üstelik Eflak Voyvodasi Mirçe ile Bizans Imparatoru da Osmanlilar ile olan ittifaklarini bozmus, gizli gizli hazirliklarini tamamlamislardi.
Papanin destegi ile tertiplenen bu Haçli seferine batili bütün sövalye ve asilzâdelerin katildiklari görülmektedir. Osmanlilara karsi büyük bir kin ve nefret hissi ile dolu olan Haçlilar, Avrupa’yi bunlardan (Müslüman Osmanlilar’dan) temizlemek istiyorlardi. Bunun temini için de her sey yapilabilirdi. Büyük bir birligin toplanmasi gerekiyordu ki bu da gerçeklesmisti. Nitekim, maiyetinde 1000 Fransiz sövalyesi ile 7000 civarinda yardimci ve ücretli asker bulunan Burgonya dukasi Jean de Nevers basta olmak üzere birçok asilzâdenin maiyetindeki Alman, Ingiliz, Italyan, Ispanyol ve Polonyali sövalyeler oldugu gibi, 1394 seferinin intikamini almak isteyen Eflâk Voyvodasi Mirçe ve bir kisim Erdel kuvvetlerinin istiraki ile mevcudu 100.000’i (Sükrüllah, Behçetu’t-Tevârih 130.000 kisi) bulan ve Türkleri Avrupa’dan sürmek gayesini güden bu Haçli ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova’yi aldiktan sonra 12 Eylül 1396’da Nigbolu önüne gelmisti. Venedik ve Rodos gemilerinden mütesekkil bir donanmanin da yardimi ile kaleyi muhasaraya basladilar.
Osmanli tarihi bakimindan önemli olan bu zaferi, kaynaklarin müsterek dili ile kisa ve ana hatlari ile buraya almak istiyoruz. Nigbolu kalesini kusatma altina alan Haçli ordusuna karsi kale muhafizi Dogan Bey, siddetli bir müdafaada bulunur. 15 gün devam eden bu kusatma esnasinda Istanbul önlerinde bulunan Sultan Bâyezid, Haçlilarin hareketini duyar duymaz, muhasara manciniklarini yakip, Sucaeddin Evrenos Bey’i ileri göndermisti. Kendisi de Islâm âlemine müracaat edip durumu bildirdikten sonra yaninda bulunan 10.000 askerle yola çikar. Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinin Kara Timurtas ile sehzadelerin komutasinda sür’atle toplanip Edirne’de kendisine ulasmalari üzerine 60.000 kisiden meydana gelen Osmanli ordusunun basina geçen Sultan Bâyezid, sür’atle Sipka geçidini asmis ve Timova’da Stephan Lazaroviç ile birlestikten sonra Osma vadisinde Nigbolu ovasina hakim bir tepede ordugâhini kurar. Kaynaklarin verdigi bilgilere göre kalenin erzak ve mühimmat durumunu bizzat tesbit eden Bâyezid, 25 Eylül 1396 pazartesi günü (Osmanli kaynaklarinda Cuma) Nigbolu önünde meydana gelen savasta mahirâne bir manevra ile iki kisma ayirdigi ordusunun yaya askerini yani yeniçerileri merkeze koyup onlarin etrafinda kapikulu süvarilerini tesbit ile sag ve sol kollara timarli sipahileri koymustu. Arkada da ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. Osmanli ordusunun harb nizami hilâl veya agzi açik kerpeten seklinde idi.
Iki ordu, Nigbolu kalesi yakininda karsilastilar. Galibiyet serefini kazanmak isteyen Fransiz süvarileri, baslangiçta Bâyezid’in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azep denilen hafif yaya kuvvetleri üzerine yüklenip onlari maglub ve imhaya basladilar. Fransizlar, teslim olanlari bile öldürdüler. Bundan sonra da Azeplerin gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yagmuruna tutularak epey telefat verdiler. Ayni zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Sehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna ugradilar. Fakat, bunlari da bertaraf ederek ilerlediler. Plân geregince Osmanli merkez kuvveti bir miktar geri alindi. Bu çekilmeden cesaret alan Fransizlar, daha da ileri giderek kiskacin içine girdiler. Onlar, Osmanli plânini bilen Sigismond tarafindan ileri gitmemeleri ve kiskacin içine girmeyip beklemeleri hakkinda verilen emri dinlemediler. Bu defa plân geregi Osmanlilarin üçüncü hatti da ikiye ayrildi. Böylece Fransizlar tepeyi isgal etmis ve muharebenin Türklerin maglubiyeti ile neticelendigini zannettikleri sirada bizzat pusudan çikan Bâyezid’in komutasindaki kuvvetlerle karsilasinca sasirdilar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmis ve yaya olarak harb eden Fransizlar, geri dönüp atlarina binmek istedilerse de kaçacaklari kapinin kapanmis oldugunu görerek sasirdilar. Bunlari kurtarmak için Sigismond’un gönderdigi kuvvetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldilar. Tuzaga düsmüs olan kuvvetler kismen imha ve kismen esir edildiler.
Osmanli ordusunun merkezine hücum eden Fransiz kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüstür. Eflâk Voyvodasi Mirçe, muharebenin gidis seklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüstü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhasi bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve siddetle Sigismond’un kuvvetlerine hücum etmislerdi. Ihtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmus olan Macar Krali, hiçbir basari elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alinma zamaninin geldigini gören Yildirim Bâyezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlilari müthis bir panige ugratti. Sigismond, maiyetindeki bazi adamlarin yardimi ile Tuna nehrine gelip kendini bir balikçi kayigina zor atti. Nehirdeki Venedik amirali Mocenigo’nun kadirgalarindan birine yanasarak Karadeniz yolu ile Istanbul’a gelebildi. Oradan da Marmara ve Çanakkale Bogazindan geçip Modon limanina ugradiktan sonra Dalmaçya’ya çikarak memleketine gidebildi.
Nigbolu muharebesinde Haçli ordusuyla gelen prens ve asilzâdelerden bir kismi öldürülmüs bir kismi da esir alinmisti. Muharebe sonunda savas meydanini gezen Yildirim Bâyezid, kendi hudud muhafizlarinin ve teslim olmalarina ragmen bir kisim esirlerin insafsizca öldürüldüklerini görünce fevkalâde müteessir olup gözlerinden yaslar akmisti. Kendi esirlerine yapilan bu muameleyi gören Bâyezid, buna karsilik olmak üzere düsmandan ele geçirilen esirlerin bir kismini öldürttü. Harbe istirak etmeden kaçmis olan Eflâk kuvvetleri ile Hirvat askerlerinden baska, diger bütün düsman kuvveti ya imha edilmis veya kaçarken nehirde bogulmustu.
Nigbolu’da esir düsenlerden bir kismi önce Edirne’ye oradan da Gelibolu’ya götürülüp Haçli donanmasi ile bogazdan geçmekte olan Sigismond ve maiyetindekilere teshir edildikten sonra Bursa ve Mihaliç’e nakledilmislerdi. Bunlardan bir kismi da Memlûk sultani el-Meliku’z-Zahir Ebu Said
Berkuk’a gönderilmisti. Nigbolu’da esir düsen asilzâdeler, sonradan Macaristan, Fransa ve Kibris krallarinin tesebbüsü ve Midilli prensinin kefaleti ile 200.000 altin florin fidye karsiligi serbest birakilmislardir.
Nigbolu’da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düsmanin eline geçmis olan kaleler geri alindigi gibi Osmanli himayesinde bulunan Vidin Bulgar kralligina da son verilmisti. Bundan sonra Macaristan’a büyük bir akin yapilarak külliyetli miktarda esir alinmisti. Bu savastan sonra Garp dünyasi bir anda en seçkin asilzâdelerini kayb etmis, süngüden kurtulan veya Tuna’da bogulmayan kiliç artiklari ise bassiz, idaresiz ve perisan kafileler halinde geldikleri yerlere dogru daglara düsmüslerdi.
Öte yandan Nigbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alinan hisseler ile Anadolu ve Rumeli’de birçok hayrat yaptiran Bâyezid’in Nigbolu’da ismine izafe edilen camii de bu sirada yaptirmis olmasi muhtemeldir.
Savasi müteakip, akinci ve sekbanlar yerlestirilmek suretiyle uç beylerinin faaliyet merkezi haline getirilen Nigbolu, serhad livasi olarak Osmanli idaresinde mühim bir rol oynamistir. Genellikle Tuna geçitlerine hakim bir noktada, Eflâk’i tehdid eden bir üs özelligini tasiyan Nigbolu, Osmanli hükümdarlarinin zaman zaman Eflâk ve Macaristan seferlerine çiktiklari bir yer olarak Eflâk ve Macar krallarinin taarruzlarina hedef olmustu.
ISTANBUL KUSATMASI
Nigbolu zaferinden önce Istanbul’un Yildirim tarafindan kusatma altina alindigini, fakat zaferle sonuçlanacak olan Nigbolu hadisesi sebebiyle muhasaranin kaldirildigina daha önce temas edilmisti.
Yildirim Bâyezid, Haçli ittifakinin tesvikçisi durumundaki Imparator Manuel’e elçi göndererek Istanbul’un teslimini istemisti. Manuel bu istege cevap bile vermedi. Bunun üzerine sehrin dis dünya ile irtibati kesilerek kusatma daraltildi. O dönemlerde kale surlarini yikacak büyüklükte toplar bulunmadigindan sehir halkinin açlik sikintisi ile teslim olacagi düsünülüyordu. Gerçekten de halk, bu yüzden sehri teslim etmeye meyilli idi. Zira Istanbul halki, Manuel ve Silivri Beyi Ioannis taraftan olmak üzere ikiye bölünmüstü. Henüz deniz kuvvetleri fazla güçlü olmayan Osmanlilar, denizden bir sey yapamadiklari gibi, gelecek olan yardima da mani olamayacaklardi. Bununla beraber, Bizans’in Karadeniz ile olan baglantisini kesmek için Bogaziçi’nde müstahkem bir kale, yani Anadolu Hisan (Güzelce Hisar) insa ettirilip Istanbul’un muhasarasi siddetlendirildi. Tam bu esnada bas gösteren Timur tehlikesi üzerine Yildirim Bâyezid, muhasarayi kaldirmak zorunda kaldi. Bu arada Bizans, Yildirim’in sartlarim da kabul ediyordu. Buna göre:
1- Her sene Osmanli hazinesine verilmekte olan haracin arttirilmasi.
2- Istanbul’da bir Türk mahallesi kurularak bir cami yapilmasi.
3- Istanbul’daki Müslümanlarla Rumlar arasindaki anlasmazliklari Islâm hukuku çerçevesinde karara baglamak üzere bir kadi tayin edilmesi.
4- Silivri de dahil olmak üzere Silivri’ye kadar olan yerlerin Osmanlilara terki.
Bizans Imparatoru, bu antlasmaya riayet ederek Istanbul’da Sirkeci’de Türkler için yedi yüz hâne ile bir mescid tedarik etmisti. Padisah da Istanbul’da ikamet etmek üzere Tarakli Yenicesi ile Göynük ve Karadeniz sahili taraflarindan buraya göçmen nakl ettirerek iskan etmisti. Ayrica kadi (hakim, yargiç) ve imam da tayin etmisti.
3- KARAMANOGULLARI’NIN OSMANLILARA BAGLANMASI
Osmanlilarin, Rumeli’de yeni sefer ve fetihlerle ugrasmasini firsat bilen ve Osmanogullari’nin bütün bir Avrupa’ya karsi gelemeyecegini düsünen Karamanoglu Alaeddin Ali Bey, bu sirada Osmanlilara ait olan Ankara’ya yürüyerek orayi ele geçirdi. Burada bulunan Anadolu Beylerbeyi Sari Timurtas Pasa’yi esir aldigi gibi maiyetinden bir çok kimseyi de öldürdü. 1395 ve 1396 yillarinda Kadi Burhaneddin ile yaptigi muharebelerde yenilen ve Aksaray sehrini kayb eden Alaeddin Ali Bey’in Ankara’yi ele geçirmesi, büyük bir hata idi. Çünkü Nigbolu savasindan sonra kendisini çok daha kuvvetli gören ve Avrupa’dan hiç bir tehlike beklemeyen Yildirim Bâyezid’le tek basina karsi karsiya kalmisti. Bu hareketi ile o, Karamanlilari, Anadolu Selçuklulari’nin mirasindan da mahrum etmis oluyordu. Bununla beraber Alaeddin Ali Bey, vaziyetin kendisi için kötü olacagini anlamakta gecikmedi. Bunun üzerine derhal Sari Timurtas Pasa’yi serbest biraktigi gibi yanina bir elçi katarak af dilemek ve yeni bir antlasma yapmak üzere Yildirim’a gönderir. Baris teklifini red eden Bâyezid, Anadolu ve Rumeli’deki bütün kuvvetlerini toplayip Karamanoglu üzerine yürür. bu durum karsisinda Alaeddin Bey, bütün gücü ile Bâyezid’e mukabele edebilmek için harekete geçer. Basta Varsak, Turgutlu ve Bayburtlu asiretleri olmak üzere birçok Türkmen boyundan ve bu arada hizmetinde bulunan Kara Tatarlardan kuvvetli bir ordu meydana getirir.
Iki ordu Konya ovasinda karsi karsiya gelir. Iki günlük bir muharebeden sonra sonucu belli edecek bir netice alinmayinca ikinci günün aksami gece yarisindan sonra otuz bin kadar Osmanli askeri, Karamanoglu kuvvetlerinin gerisini çevirir. Iki ates arasinda kalan Karamanoglu, Konya kalesine kaçmak suretiyle kendini zor kurtarir. Konya, on bir gün kadar muhasara edildi. Konya halki, mal ve canlarina dokunulmamak sartiyla sehri teslim edebileceklerini gizlice Bâyezid’e bildirirler. Alinan tertibat üzerine sehir teslim oldu. Kaleden çikan Alaeddin Ali Bey, Osmanli askerleri ile çarpisti ise de muvaffak olamayacagini anlayinca kaçmaya baslar. Fakat bu esnada attan düserek yakalanir. Yakalanir yakalanmaz derhal Yildirim Bâyezid’in huzuruna getirilir. Padisah, enistesi olan Alaeddin Bey’e niçin böyle yaptigini ve kendisine niçin itaat etmedigini sorar. O da: “Niçin sana itaat edeyim, ben de senin gibi bir hükümdarim” cevabini verir. Bu söze cani sikilan Bâyezid, onu, Ankara’da basip esir aldigi San Timurtas Pasa’ya teslim eder. Timurtas Pasa da derhal onu katl eder. Alaeddin Bey’in acele katlinden müteessir olan Yildirim Bâyezid, Pasa’yi tekdir etmis, fakat onun ikna edici konusmasi ve ileri sürdügü deliller üzerine sükûnet bulmustur. Bâyezid, bundan sonra Konya’ya bir vali tayin ederek Larende (Karaman) üzerine yürüdü. Burada Yildirim Bâyezid’in kizkardesi ve Alaeddin Ali Bey’in hanimi, iki oglu ile birlikte kardesinin karargâhina gelir. Padisah, çadirindan çikarak kiz kardesini disarida karsilar. Böylece Larende 1397 yilinda Osmanlilarin idaresine girer. Padisah, kiz kardesi ve çocuklarini Bursa’ya gönderir.
Alaeddin Ali Bey’in katli üzerine Karamanlilar’a ait sehirlerin Toroslarin kuzeyindeki sehirler (Konya, Larende, Nigde, Develi, Karahisar) Osmanlilara geçmisti. Sadece Toros daglarinin güneyinde kalan Mut, Ermenek, Taseli ve Içel, Karamanoglu ailesinin diger kolundan gelen beyler elinde kalmisti.
Karaman Beyligi’nin ortadan kaldirilmasi, Anadolu tarihi bakimindan mühim bir hadise idi. Zira bu hadiseden sonra Sivas’ta bulunan Kadi Burhaneddin Ahmed, Osmanlilarla ayni siniri paylasir olmustu. Bu da onun Osmanlilardan çekinmesine sebep olmustu. Zira daha önceki bazi faaliyetleri, onu Osmanlilarla hasim hale getirmisti. Osmanlilara karsi mukavemet etmesi mümkün olmadigindan bütün gururuna ve Memlûk Devleti ile olan geçmisine ragmen bu devlete tabi olmak zorunda kaldi.
KADI BURHANEDDIN DEVLETI’NIN OSMANLI HÂKIMIYETINE GIRMESI
Karamanogullari’nin, Osmanlilar’a baglanmasindan sonra Anadolu’da merkeziyetçi bir idare kurmak ve Anadolu birligini saglamak düsüncesinde olan Bâyezid, Canik bölgesindeki bazi Türk beylerini idaresi altina almak için harekete geçer. Bu gayenin gerçeklesmesi için 1398 ilkbaharinda o taraflara dogru bir sefere çikarak Canik Beyi Kubadoglu Cüneyd’in üzerine varir. Sonunda bunun merkezi olan Müslüman Samsun’u zapt eder. Osmanli hâkimiyeti altinda bulunmak sartiyla Cüneyd Bey’e Ladik ve diger bazi kaleler birakilir. Samsun ve havalisi bir sancak itibar edilerek, Bulgar Krali Sisman’in, Müslüman olan oglu Aleksandr’a verilir.
Yildirim Bâyezid, daha sonra Bafra ve Giresun bölgesindeki beyler ile Çarsamba ve Terme havalisine hâkim olan Taceddinogullari’ni, sonra da Havza ile Merzifon’a hâkim olan Tasanogullari’ni Osmanlilara baglar. Bu bölgelerin zapti ile Karadeniz bölgesindeki Osmanli sinin, Trabzon Rum Imparatorlugu sinirina kadar dayanmis oluyordu.
Anadolu’daki bu basarilar sonucunda Yildirim Bâyezid, Kadi Burhaneddin Devleti’nin kuzey, bati ve güneybati taraflarini ele geçirmisti. Fakat Sivas merkez olmak üzere Anadolu’nun büyük bir kismi hâlâ Kadi Burhaneddin’in idaresinde idi. Yildirim Bayezid ile Kadi Burhaneddin birbirlerine bu kadar yaklasmis olmalarina ragmen müsterek bir düsmana karsi koymak için isbirligi yapmaktan çekinmediler. Bu tehlike, dogudan gelen ve daha sonra Anadolu’yu kasip kavuracak olan Timur tehlikesiydi.
Anadolu’ya gelecegi haberi alinan Timur’un, Kadi Burhaneddin’e elçi gönderdigi ve kendisine tabi olmasini istedigi anlasilmaktadir. Bunun üzerine Kadi Burhaneddin, Osmanli hükümdari ile Misir Sultani (Memlûk)na mektuplar göndererek tehlikeyi haber vermis ve “bilesiniz ki ben her ikinizin de komsusuyum ve benim memleketim sizin memleketiniz demektir. Ben, sizin hududlarinizin siperiyim ve askerlerinizin öncüsüyüm. Yoksa ben ona nasil mukavemet edip ve nasil müsademe edebilirim. Halbuki onun ahvalini isitmissinizdir. Nice ordular bozmustur. Eger siz bana imdad ederseniz ben ona karsi dururum, beni yalniz birakirsaniz beni ona karsi harcamis olursunuz. Sizin önünüzde bulunan ben, size gelecek belalara kâfiyimdir. Maazallah eger ondan bana bir zarar gelirse pek me’muldur ki size de sirayet edecektir. Benim, Timur’un mektubuna cevap vermemekligini sizden alacagim cevaba göre bir cevap olacaktir.”
Yildirim Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in mektubundan son derece memnun olup mütalaasini begenmis ve kendisine su cevabi göndermisti:
“Eger Timur seni birakip giderse ne âla. Sayet vaz geçmezse karsi koyacak bir orduyu ona karsi sevkederiz ve onun için istedigin kadar ona mukavemet et. Basiret ve hüsnü niyet üzere olup onun askerinin çoklugundan korkma. Zira nice az cemaat (topluluk) çok cemaata galebe etmistir. Eger sizce lüzum görürseniz bizzat kendim geleyim ve askerimle oraya ineyim. Sizin bayraklariniz daima basta ve ayakta olsun. Ben, senin kilicina kol ve sana bazu olayim.” Fakat bu muhabere devam ederken, kaderin bir cilvesi olacak ki, Timur daha Anadolu’ya gelmeden Kadi Burhaneddin vefat eder.
1398 yilinda Kadi Burhaneddin’in, Akkoyunlu hükümdari Karayülük Osman Bey ile yaptigi savasta ölmesi, Osmanlilarin onun ülkesine sahip olmalarina sebep oldu.
Sivas, Kayseri ve çevresi hükümdari Kadi Burhaneddin, bir zaman kendisine tabi olan ve daha sonra muhalefete kalkismis bulunan Akkoyunlu asiretinin reisi Karayülük Osman Bey’i takib ederek onunla meydana gelen muharebede yakalanip katledilmisti. Sivas halkinin karan ile oglu Alaeddin Ali Bey (Zeynelâbidin) babasinin yerine hükümdar olmustu. Fakat Karayülük diye söhret bulan Osman Bey, Sivas’i muhasara edip almak istediginden Sivas’in ileri gelenleri Osmanli hükümdarini yardima çagirmislardi. Yildirim Bâyezid bu daveti kabul ederek oglu Süleyman Çelebi vasitasiyle Sivas üzerine yirmi bin atli ve dört bin yaya göndermisti. Bu birlik, Karayülügü maglub ederek Sivas’i kurtarmisti.
Süleyman Çelebi, Sivas’i kendisi zapt etmeyip babasini davet ettiginden büyük bir kuvvetle gelen yildirim Bâyezid, sehre girmisti. Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in oglu Zeynelâbidin’i, enistesi olan Dulkadiroglu Nasiruddin Bey’in yanina gönderdi. Böylece Kadi Burhaneddin’in ülkesi (Sivas, Tokat, Niksar, Sarkî Karahisar, Kayseri, Kirsehir ve Aksaray), yani Orta Anadolu’nun dogu kismi da Osmanli Anadolu birligine katilmis oldu. Bâyezid, oglu Süleyman Çelebi veya Mehmed Çelebi’den birini buraya vali tayin eder. Kadi Burhaneddin’in devlet erkanini ve bütün askerlerini maiyetine alir. Böylece, Kara Tatarlar da Osmanli Devleti’nin hizmetine girerler.
Kadi Burhaneddin Ahmed’in ülkesinin alinmasindan sonra Osmanli Devleti, Anadolu’nun yarisindan fazlasina hâkim oluyor, kuvvet ve kudretçe Misir Memlûk hükümdarligina rakib olacak bir hale geliyordu. Ayni zamanda Misir Devleti’nin hâkimiyeti altinda bulunan Malatya ve çevresi ile Divrigi ve civarini da tehlikeye sokmus oluyordu. Is bu kadarla da kalmiyordu. Zira Memlûk hâkimiyetini tanimis olan Dulkadirogullari Beyligi de tehlikeye giriyordu. Bu durumdan endiselenen Memlûk hükümdari Berkuk, Bâyezid’in çok kisa zamanda kazandigi bu parlak zaferlerden ürkmeye baslamis ve bilhassa onun Hiristiyan dünyasinda elde ettigi zafer ve fetihler dolayisiyla, kendi Müslüman tebeasinin ona karsi dogacak sevgi ve hissiyatini da düsünerek, o dönemde Misir’da Malikî Mezhebi’nin bas kadisi olan meshur Ibn Haldun’a kendisinin Timur’dan çekinmedigini, asil Bâyezid’den korkmakta oldugunu söylemisti.
Yildirim Bâyezid’in Bati ve Iç Anadolu’nun tamamini idaresi altina alarak doguya dogru bir genisleme siyaseti gütmesi, Osmanli Devleti ile Timur’un Imparatorlugunu da karsi karsiya getirdi. Bu arada Osmanli Devleti tarafindan bagimsizliklarina son verilen Anadolu beyleri, bu iki Müslüman devleti karsi karsiya getirmek için gayret sarf ediyorlardi. Bunlar, savas atesini alevlendirmek için olaylarin üzerine körükle varmaya basladilar.
MALATYA’NIN ZAPTI
Sultan Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in ülkesini kendi ülkesine ilhak ettikten sonra Bursa’ya dönmüstü. Bundan kisa bir müddet sonra 15 Sevval 801 (20 Haziran 1399) günü vefat eden Memlûk Sultani Berkuk’un bu ani vefati, gerek ülkesinde gerekse disarda bazi tesirlerin meydana gelmesine sebep olmustu. Timur’un, kendisinden çekindigi Berkuk’un ölümüne sevindigi anlasilmaktadir. Nitekim Ibn Hatib en-Nâsiriya’nin bildirdigine göre Berkuk’un ölümünden büyük bir ferah ve sevinç duyan Timur, ölüm haberini getirene 15.000 dinar vermisti. Ibn Arabsah ise, Hind seferinde iken bu haberi alan Timur’un sevinçten adeta uçtugunu tasvir eder.
Memlûk Sultani Berkuk’un ölümü üzerine yerine geçen oglu Ferec’in küçük ve tecrübesiz olmasi yaninda emirler arasinda meydana gelen ihtilaflar ayni zamanda Yildirim Bâyezid’i de memnun etmis görünmektedir. Sayet Ahmedî’nin verdigi bilgileri dogru kabul edersek Yildirim’in da buna sevindigini söyleyebiliriz. Fakat bu sevincin dogrudan dogruya ve sadece ölüm sebebiyle mi yoksa baska bir maksattan mi kaynaklandigi belirtilmemektedir. Ahmedî bu konuya bir açiklik getirmeden söyle der:
“Buni isidüb Sam’a ol kasd eyledi
Misir benüm oldi deyü söyledi.
Demedi ol öldi ben dahi ölürem.
Söyle kim ol oldi ben dahi oluram.”
Gerçekten, Ferec’in küçük ve tecrübesiz olmasi, o esnada Timur’un da Hindistan’da büyük bir istila ile mesgul olmasini firsat bilen Bâyezid, daha önce Anadolu Selçuklulari ülkesinde iken bilahare Misirlilar eline geçmis olan bölgelerin zaptina karar verir. Bunun için daha önce Kadi Burhaneddin’e ait oldugunu belirttigi Malatya’nin kendisine verilmesi için Nasirüddin Ferec’e bir elçi gönderir. Red cevabi almasi üzerine Sivas’tan Malatya’ya gider. Sehrin müdafaa edildigini görünce sehri kusatir. Bu kusatmanin devam etmesinin aleyhlerine olacagini anlayan Malatyalilar teslim olur. Yildirim, oraya bir miktar asker koyarak geri döner. Bu arada Memlûklara ait Kâhta, Besni, Divrigi ve Darende kaleleri de Osmanlilara geçmis olur. Böylece Elbistan da, Orta Firat havzasina kadar uzanan Osmanli hududu içine girmis olur.
Misir’da meydana gelen saltanat degisikliginden istifade ile Malatya ve çevresini alan Yildirim Bâyezid’e karsi kader, baska bir sekilde tecelli edecekti. Bu tecelli de Ahmedî’nin dedigi sekilde olacakti.
Misir’da meydana gelen sarsintiyi dikkatle takip edenlerden biri de süphesiz ki Timur’du. O, Osmanlilar ile Memlûklular arasindaki çatismayi çok iyi degerlendirip her iki düsmanini ortadan kaldirmak için zamanin geldigine karar verir. Timur, 1400 yilinda Azerbaycan ve Dogu Irak’ta hâkimiyetini yeniden kurduktan ve Gürcistan’i zapt ettikten sonra Pasinler’e dogru yol almaya baslar. Bu sirada Bâyezid’e itaati kabul etmeyen Erzincan Emiri Mutahharten Bey ile Bâyezid tarafindan beyliklerine son verilen Mentesoglu, Saruhanoglu Hizir Sah, Germiyanoglu Yakub Bey, Aydinoglu Isa Bey’in oglu Musa Bey, Timur’a bas vurarak kendisine olan bagliliklarini bildirip topraklarini geri almak için yardim isterler. Buna karsilik, Timur’un önünden kaçan ve Bagdad’da hüküm süren Celayirli Sultan Ahmed ile Karakoyunlu hükümdari Kara Yusuf, Sultan Bâyezid’e siginirlar. Bunlara büyük bir iltifat gösteren Bâyezid, Sultan Ahmed’e Kütahya sehrini, Kara Yusufa da Aksaray’i ikamet yeri olarak tahsis eder. Ayrica bu sehirlerin gelirlerini de onlara verir.
Bu iki düsmaninin, Bâyezid tarafindan kabul ve himaye edilmesi, zaten savasmak üzere Anadolu’ya gelmis olan Timur’a savas için bir firsat verir. Iki hükümdar arasinda teati edilen mektuplar müsbet bir netice vermez. Hatta Timur, Osmanli idaresindeki Sivas’a girerek (Agustos 1400), sehri savunan herkesi kiliçtan geçirtti. Timur, yalniz Sivas’i tahrib ile kalmamis, hatta kendisini mushaflar (Kur’an ve Kur’an sayfalan) ve tevhidler ile karsilamaya çikan çocuklari, ordusundaki atlarin ayaklari altinda çignetmistir. Âli’nin, Künhü’l-Ahbar (III, s. 96)’inda zikr edilen bu vak’a, Timur ile ayni zamanda yasamis olan Ermeni tarihçisi Thomas de Medzoph tarafindan da kayd edilmistir. Böyle bir katliamdan sonra Sivas adeta bir harabeye dönmüs oldu. Timur, daha sonra güney istikametinde hareket ederek Malatya ve Suriye’yi isgal eder. Gerek Haleb, gerekse Suriye’nin diger sehirlerinde büyük zulümler yapar. Sam’da (Dimask) büyük bir katliama girisen Timur, sonunda Yezid b. Muaviye’nin kabrini buldurarak açtirir. Kemiklerle birlikte kabri yaktirip içine pislik doldurur.
Timur’un güneye inmesinden istifade eden Bâyezid, Sivas ve Erzincan’i da alarak Timur’a karsi stratejik bir üstünlük saglamaya çalisti. Bir ayaginin sakat olmasindan dolayi Osmanli tarihlerinde “Timurlenk” veya “Aksak Timur” diye isimlendirilen Timur ile Bâyezid arasinda teati edilen mektup ve gönderilen hediyeler de bir fayda saglayamamisti. Zira, Timur’un teklifleri bir bakima Osmanli hükümdarinin diger beyler gibi tamamen kendisine tabi olmasini emr eden bir mahiyet tasiyordu. Nitekim o, Sultan Bâyezid’den su isteklerde bulunuyordu:
1- Kemah’in Mutahharten’e geri verilmesiyle ailesinin serbest birakilmasi.
2- Sehzadelerinden birinin kendi yanina gönderilmesi.
3- Metbuiyet alâmeti olarak kendisine gönderilecek olan külah ile kemerin kabul edilmesi.
4- Anadolu beylerinden alinan yerlerin yine eski sahiplerine iade edilmesi.
5- Kara Yusuf’un kendisine teslimi. Bu esnada Kara Yusuf, Osmanlilar’in yanindan ayrilmis oldugundan istenenin Kara Yusuf’un ailesi oldugu anlasilmaktadir. Yildirim Bâyezid gibi bir hükümdar için çok olmasina ragmen o, bu sartlan degerlendirmek için çevresiyle istisarede bulunur.
Bununla beraber, bütün bunlara karsi ihtiyatli hareket edilmesini tavsiye eden vezir-i azam Ali Pasa’ya Sultan Bâyezid söyle diyecektir:
“Serefimiz ve karsi koyacak kuvvetimiz vardir. Tâbi olamayiz ve istiklâlsiz yasayamayiz.” Bu esnada o, Timur’la meydana gelebilecek bir savasi düsünerek Bizans Imparatoru ile anlasir ve Istanbul muhasarasini kaldirip oradaki askerini geri çeker.
ANKARA SAVASI
Bâyezid ve Timur arasinda teati edilen mektuplar, ortaligi yatistirmaya kifayet etmeyince muharebe kaçinilmaz bir hal almisti. Tarihlerde tafsilatli ve genis bir sekilde verilen Ankara Meydan Muharebesi’nin bütün detaylarina temas etmeyecegimize isaret etmek gerekiyor.
Büyük bir casusluk ve haber alma teskilatina sahib oldugu anlasilan Timur, elindeki kuvvetler ile Anadolu’da fazla bir is göremeyecegini anlayarak, Orta Asya’da bulunan en güzide kuvvetlerini getirmeye mecbur olmustu. Kisi, Karabag’da geçirdikten sonra Azerbaycan ve Gürcistan’da yeniden toplayip düzene soktugu ordusuyla Anadolu’ya yürümeye karar vermisti. Böylece Timur, bu yeni ordusuyla Erzurum ve Kemah yolunu takib ile Orta Anadolu’ya dogru yol almaya basladi. Osmanlilardan aldigi topraklan tekrar Türkmen beylerine vererek onlarin destegini sagladi. Böylece, Osmanlilarin, senelerce ugrasip sagladigi Anadolu birligini de bozmus oldu.
Kirsehir’e dogru yürümekte olan Timur, o sirada Osmanli kuvvetlerinin kendi üzerine dogru gelmekte oldugunu haber alinca, durumun kendisi için müsait olmadigini anlayip telasa kapilir. Ordusunun erkâni ile görüserek Osmanli ordusunu arkada birakmak üzere Ankara yolunu tutar.
Timur, Ankara önüne gelir gelmez Ankara kalesini kusatir. Kale muhafizi Yakub Bey, burayi bütün gücü ile müdafaa eder. Timur, Bâyezid’in kendisinin geldigi yoldan gelecegini tahmin ile o cepheyi iyice tahkim eder. Ankara kalesini de kuzey dogu yani iç kale tarafindan almak istiyordu. Bu maksatla kalenin suyunu keserek Osmanli kuvvetleri gelmeden önce burayi düsürmeye çalisiyordu.
Timur, Osmanli ordusunun daha geç gelecegini de tahmin etmisti.
Fakat o, bu tahmininde yanilmisti. Çünkü Bâyezid’in kuvvetleri seri bir yürüyüsle çok daha evvel ve hem de Timur’un hiç beklemedigi bir yoldan gelip ortaya çikmislardi. Halbuki Timur, Osmanli ordusunu güney dogudan gelecek diye beklerken Osmanlilar kuzey dogudan yani Kalecik, Rayli üzerinden gelerek Çubukova’da Meliksah köyüne inmislerdi. Buna göre Timur bir baskina ugramis demekti. Bu tehlikeli durum karsisinda buhranlar geçiren Timur, itidalini muhafaza ederek bütün gece çalisip cephesini degistirmis ve kale kenarindan da çekilmisti. Timur’u bu sekilde hazirliksiz yakalayan Bâyezid ise hayatina mal olacak bir hata isliyordu. O, Timur’un bu durumundan istifade etmek için, ogullari ile komutanlarinin hemen taarruza geçilmesi hakkindaki israrlarini dinlemeyerek büyük bir firsati kaçirmis oldu. Bâyezid, mertçe bir muharebe olmasini istiyordu. Böyle bir anlayis ve bekleme, Timur’a vakit kazandirip onu düsmüs oldugu tehlikeli durumdan kurtarmisti.
Ankara Muharebesi diye meshur olan ve Anadolu’daki Osmanli hâkimiyeti ile Istanbul’un fethini yarim asir geciktiren bu savasin, gün olarak tarihi hakkinda farkli görüsler bulunmaktadir. Bununla beraber dogruya en yakin olan görüse göre 27 Zilhicce 804 (28 Temmuz 1402) tarihinde yapilmistir.
Her iki ordunun mevcudu hakkinda kaynaklar farkli bilgiler vermekte iseler de, Timur’un ordusunun daha kalabalik oldugunda (160 bin) birlesmektedirler. Bu büyük güce karsilik Osmanli ordusunun mevcudu ise yetmis bin civarinda idi. Ankara yakinindaki Çubuk Ovasi’nda yapilan savasin baslangicinda Osmanlilar üstün bir duruma gelmislerdi. Fakat Osmanli ordusundaki Kara Tatarlarin ihaneti ve Anadolu Beylerine bagli timarli sipahilerin Timur tarafina geçmeleri, harbin Osmanlilar tarafindan kayb edilmesine sebep oldu.
Bu tehlikeli hal üzerine Bayezid’e geri çekilmesi tavsiye edildiyse de o, bunu kabul etmedi. Harbin kayb edildigini gören Yildirim Bâyezid, Vezir-i Azam Ali Pasa ile Murad Pasa, Yeniçeri Agasi Hasan Aga ve Karesi subasisi Inebeye, büyük sehzade Süleyman Çelebi’yi alip kaçirmalarini emr eder. Böylece Yildirim’in basina bir sey gelse bile devleti yeniden kurmak ve toparlamak için bir sehzade kurtulmus olacakti. Bu esnada ihtiyat kuvvetlerinin basinda bulunan Çelebi Mehmed de maiyetinde bulunan bin kadar adam ile sancak merkezi olan Amasya’ya dogru gitmisti. Bundan baska Osmanli ordusunda bulunan Sirp despotu ile kardesinin komutasi altindaki kuvvetler de kaçmislardi. Bütün bunlara karsi Yildirim Bâyezid yerinde duruyor ve Minnet Bey’in kaçma teklifini red ederek serefle ölmeyi tercih ettigini söylüyordu. Fakat bulundugu yerde kalmasinin uygun olmadigini anlayarak daha gerideki Çataltepe’ye çekildi. Maiyetinde iki üç bin yaya ve atli kuvveti kalmisti. Bu kuvvetlere karsi yetmis bin kisilik Timur kuvvetleri merkezden hücum ediyordu. Çataltepe bir kaç kat Timur kuvvetleri ile sarilmisti. Bâyezid, elinde balta ile hücum edenleri orada hemen yere seriyordu. Bâyezid, bu durumdan kurtulabilmek ve Timur’un kat kat olan saflarini yarmak için ortaligin kararmasini bekliyordu. Bir ara az bir kuvvetle ilk muhasara hattini yarip firlamaga muvaffak oldu. Fakat sayisiz çenberle çevrilmis oldugundan her muhasara hattini zorlukla geçiyordu. Bâyezid’in kaçtigi haberi alininca takibi için büyük bir kuvvet gönderildi. Nihayet son müdafaa tepesinden üç saat ayrildiktan sonra ati yere yuvarlandi. Yeni bir ata binmesine meydan verilmeden yakalandi. Böylece Bâyezid, Timur’a esir düstü (28 Temmuz 1402). Böylece kaderin, savaslarda süratli hareket etmesinden dolayi, kendisine layik gördügü Yildirim ünvanina sahip olan bu mert ve cesur hükümdar, aleyhine örülen agin içine düserek esir alinmis oldu.
Mevlânâ Hatifî, Sehnâmesinde Yildirim Bâyezid’in hücumlarindan ve kahramanca çarpismasindan bahs ederken söyle der:
“Bâyezid Han, öyle bir siddetle hücum eylemis ki, önüne geleni yere düsürüp Timur’un önüne kadar varmis. Timur, kendi üzerine dogru yildirim gibi bir fedainin geldigini görünce ürkmüs ve fena halde korkmustu. O esnada Timur’un yaninda bulunan Germiyanoglu, kendisine “Han’im, gafil olma bu firsat bir daha ele geçmez. Bu fedai Yildirim Han’in kendisidir.” deyince Timur hemen kemandazlarina “Sakin Yildirim’a bir zarar getirmeyiniz, sag olarak ele geçiriniz” diye emir vermisti. Dört bir taraftan kemendler atilarak Yildirim’i attan düsürdüler. Yaya kalinca etrafini sardilar. Yildirim Han hançerle bir çok kisiyi hâk-i helâke serdi (öldürdü). Nihayet birçok kisi etrafini sarip onu yakaladilar. Yildirim teslim olmadi, silahini da teslim etmedi. Bununla beraber onu kullanamayacak sekilde her taraftan tutmuslardi.
Ankara galibiyeti ile Anadolu’yu harabeye çevirecek olan Timur, bu galibiyetini Fransa krali VI. Sari ile Ingiltere krali IV. Henri’ye bildirmek üzere mektuplar yollamis ve kendilerinin Nigbolu Muharebesinde yenemedikleri Osmanli hükümdarini yenip esir aldigini bildirmistir. Farsça metni elimizde bulunan mektuba göre Timur, Fransa kralindan büyük bir övgü ile bahs etmekte ve müsterek düsman olarak kabul ettigi Osmanli Devletini perisan ettigini bildirmektedir. Isin önemli noktalarindan biri de Fransa kralinin mektubunu getiren F. Fransiskos adindaki papaza Timur’un çok iyi davranmis olmasidir. Fransa kralina devamli iyi dualarda bulundugunu ifade eden Timur, “bizim ve sizin düsmanlarimizi müzmahil eyledim” gibi bir ifade ile âdeta Osmanlilari ortadan kaldirmak için bati ile is birligi yapmis ve belki de onlarin tesviki ile Anadolu’ya gelmis görünmektedir. Nitekim sözü edilen mektupta Timur söyle demektedir:
“Bu muhibbinin, yüz bin selam ve hayirhahligini dünyalar kadar çok hulusunu Fransa krali kabul buyursun. Ed’iye (dualar) tebliginden sonra siz emir-i kebirin re’y-i âlilerine arz olunur ki, Ferrari Fransiskos adindaki vaiz rahib tarafimiza geldi. Ve mulûkî mektuplari getirdi. Ve siz emir-i kebirin iyi adini ve azamet-i sanini bize bildirdi. Çok mesrur olduk. Su dahi beyan olunur ki, leskerenbuh ile gidüp yaver-i bari-i Teala ile bizim ve sizin düsmanlarimizi müzmahil eyledim. Bundan sonra sultaniye sehrinin murahassasi F. Cevanî’yi huzurunuza gönderdim. Her ne ki vaki oldu ise arz ve takrir eder. Simdi siz emir-i kebirden rica ederim ki, daima nâme-i humayunlarinizin irsal kilinup bize haber-i selamet ve afiyetiniz ilâm oluna…”
Timur, muharebeden sonra Osmanli kuvvetlerini takib için asker sevk ettigi gibi Osmanli sehzadesi Süleyman Çelebi’yi yakalamak üzere de torunu Mehmed Mirza’yi otuz bin kisilik bir kuvvetle Bursa üzerine göndermisti.
Ankara önünde sekiz gün kalan Timur, oradan Kütahya’ya gelir. Burayi begendigi için bir ay kadar burada kalir. Bursa üzerine hareket eden Mehmed Mirza’nin maiyetinde amcasinin oglu Ebu Bekir Mirza, Emir Cihan Sah, Emir Seyh Nureddin ve Emir Süyüncük bulunuyordu. Bursa’ya kadar olan yerleri yagmalayan bu 30 bin kisilik birlik, henüz Bursa’ya ulasamadan Süleyman Çelebi kizkardesi Fatma ile küçük kardesi Kasim Çelebi’yi yanina alarak kaçmaya muvaffak olmustu. Bursa halkinin bir kismi Uludag’a çekilmis, bir kismi da sahile dogru firara baslamisti. Kaçmaya çalisanlarin çogu esir edildi. Semseddin Cezerî, Seyyid Semseddin Muhammed Buharî ve Semseddin Muhammed Fenarî gibi Bursa’nin önemli sahsiyetleri de bu esirler arasinda bulunuyorlardi. Emir Seyh Nureddin, Bursa’yi elde edince yagmaya baslar ve mal için Bursa halkina her türlü zulüm ve iskenceyi reva görür. Bunlar, halka bir sey birakmayacak derecede onlari soyarlar. Bursa’nin çevresi de bu talihsizlikten nasibini alir. Bu soygun ve tahribattan sonra tamamen ahsab mimariye dayali olan Bursa atese verilir. Böylece Bursa tamamen yanar. Timur’un kuvvetleri, Süleyman Çelebi’nin kaçirmaya muvaffak olamadigi bütün Osmanli hazinesini ele geçirmisti. Bunca senelik seferlerin sonunda toplanan bu zengin hazine ile sarayin kiymetli esyasi Timur’un veziri Serafeddin Ali ile Müstevfî Seyfeddin Tunî tarafindan defter yapilip kayd edildi. Bu arada daha önce Sehzade Mustafa’ya nisanlanmis bulunan Ahmed Celayirî’nin kizi, Bursa’da esir alinanlar arasinda idi. Bâyezid’in zevcesi (Sirp kralinin kiz kardesi) ile iki kizi da galiplerin eline düstü. Bütün bunlar, Kütahya’da bulunan Timur’a götürülüp takdim edildi.
Timur, Kütahya’da bulundugu sirada etrafi vurdurup kendi emniyetini sagladiktan sonra Bâyezid’in, memleketlerini almis oldugu Karaman, Germiyan, Aydin, Saruhan, Mentese ve Hamid ogullari’nin beyliklerini tekrar kendilerine iade eder. Bunlar, Timur’un yüksek hâkimiyeti altinda dedelerinden kalan yerlere tekrar sahip olurlar. Timur, Bâyezid’in oglu Süleyman Çelebi’ye mektup yazarak kendisine tabi olmasini bildirmisti. Bunun üzerine o da Seyh Ramazan ismindeki elçisi vasitasiyle bu teklifi kabul ettigini bildirmisti. Buna karsilik Timur kendisine baglilik alâmeti olarak tac ve hil’at göndermisti. Böylece o, Süleyman Çelebi’ye Trakya’yi, Çelebi Mehmed’e Amasya ve çevresini, Isa Çelebi’ye de Bursa ve havalisini vererek yüksek hâkimiyeti altinda Osmanli Devleti’ni üç parçaya böldü. Bu vesile ile ileride meydana gelecek olan ve Osmanli tarihinde “Fetret devri” diye anilacak kardesler arasindaki taht mücadelelerine zemin hazirlamis oldu.
Anadolu’da sekiz ay kadar kalan Timur, birçok sehri yakip yagmalattirdiktan sonra Rumeli, adalar, Bizans imparatoru ve Memlûk sultanini nüfuzu altina aldi. Anadolu’da eski beylikleri ihya edip kurduktan ve Osmanli Devleti’ni dagittiktan sonra memleketine döndü. Giderken, Selçuklular zamaninda Mogollar tarafindan Anadolu’ya getirilip yerlestirilen Kara Tatarlari da yaninda götürmüstü.
YILDIRIM BÂYEZID’IN ÖLÜMÜ
Bazan Anadolu’da, bazan da Rumeli’de ismine yarasir bir sekilde firtina gibi esip simsek gibi çakarak Osmanli Devleti’nin lehinde olacak sekilde bütün Türk beyliklerini tasfiye eden, Bizans’i muhasara ve tehdid eyleyen, Dogu Roma tahtinin mukadderatini Müslüman Türk menfaatleri adina istedigi gibi tasarruf eden, Nigbolu’da Haçli ordularina kesin cevabi veren, bu sürekli zaferlerinden dolayi Abbasî halifesi tarafindan “Sultan-i Iklim-i Rûm” ünvani tevcih edilen Yildirim Bâyezid, Timur’un eline düstükten sonra onunla birlikte Bati Anadolu seferlerinde hazir bulunuyordu. Timur, cengaver ve bir zamanlar firtina gibi esmis olan bu esirini gittigi her yere kendisiyle birlikte götürüyordu. Onbes gün gibi kisa bir zamanda Izmir’i zapt eden Timur, dönüsünde henüz Osmanlilara bagli bulunan Uluborlu ve Egridir kalelerini zapt ettirdi. Bâyezid, Egridir’in zapti esnasinda hastalanmisti. Bunun üzerine Timur, onu Aksehir’e göndermisti. Tedavisi için de meshur tabiplerinden Izzeddin Mesud Sirazî ile Celaleddin Arabî’yi göndermisti.
Yildirim Han’in tedavisine memur edilen doktorlarin bütün çabalarina ragmen, cevval, izzet-i nefis sahibi, magrur ve zaferden zafere kosmaya alismis bir hükümdar olan Yildirim, maglubiyet ve esarete tahammül edemedi.
Zaman zaman Timur’la yapilan sohbetlerde Timur’un kendisini serbest birakacagina ve tekrar Osmanli Devleti’nin basina geçecegine dair söyledigi sözlere de inanmayan Yildirim Bâyezid’in, keder ve üzüntüden gelen bu hastaligina çare bulunamadi. Bunun için 14 Saban 805 (9 Mart 14.03) Persembe günü ruhunu teslim edip intikal-i dâr-i beka eyledi. Öldügü zaman kirk iki yaslarinda oldugu bildirilen Yildirim’in zehir kullanmak suretiyle intihar ettigine dair bilgiler varsa da bunlar gerçegi yansitmamaktadirlar. Zira çagdasi ve Yildirim’i yakindan taniyan tarihçi Ibn Arabsah ile Osmanli tarihçilerinden Enverî, Sükrüllah, Karamanî Mehmed Pasa, Hoca Saadeddin ve Solakzâde gibi kaynaklar ile Timur’un tarihçisi Serafeddin Ali Yezdî ve Nizameddin Samî kesin olarak intihardan bahs etmezler. Bunlara göre o, nefes darligi ve hunnaktan ölmüstür. Solakzâde (Tarih, I, 122) gerçekleri bilmeyen bazi kimselerin tarih yazmaya basladiklarini, cahil olduklari için hakiki sebepleri bilmediklerini söyleyerek bu zehir meselesine söyle temas eder: “Buldugunu yazan ve tarihi zapt etme yolundan azan bazi ozanlar, tarih yazmaya ölçümlenip pek çok farkli kaviller irad etmislerdir. Bunlar ne saltanatin sanina layik gönüller begenen tabirleri bilirler, ne de cülûs tarihleri ve halifelik müddetlerine vâkiftirlar. Padisahlarin ölümlerinin sebepleri beyaninda da nice lâyik olmayan sözler yazip ser’ce cevaz verilmeyen meseleleri o yüce padisahlara isnad edip zehir içti veyahut Timur’un hekimleri zehirlediler diye buhtan ve iftira etmislerdir” der. Gerçekten onun hastaliklarina esaret zilleti ve keder de eklenince kisa bir süre içinde vefat etmistir. Hükümdarligi 14 sene kadar devam etmistir. Ölümü müteakip cesedi tahnit edilerek Aksehir’de Mahmud Hayranî türbesine konulmustur. Timur, onun vefati üzerine yaninda bulunan ailesine taziyetlerini bildirerek ihsanlarda bulunmustu. Semerkand’a dönerken cesedi oglu Musa Çelebi’ye teslim ederek hükümdarlara yarasir bir merasimle defn edilmesini istemis, Musa Çelebi’ye de babasinin mülkünde hükümdarlik için kemer, murassa kiliç ve yüz at vermistir. Yildirim Bâyezid’in na’sinin Bursa’da kendisinin insa ettirdigi Cami yanina defnini vasiyet ettigini söylemeleri üzerine Timur, Yildirim’in tabutunu ve Musa Çelebi’yi Germiyanoglu Yakub Bey’e teslim ederek Bursa’ya gönderdi.
Tarihlerde, azim ve irade sahibi, cesur, cevval, mert, dobra dobra konusan bir kimse olarak zikr edilen Yildirim Bâyezid, ayni zamanda dindar bir kimseydi. Mizac itibariyle sert, hirçin ve inatçi olan Yildirim Bâyezid, Sirp prensesi ile evlendikten sonra, Vezir-i Azam Ali Pasa’nin da tesvikiyle içkiye baslar. Bu sefahat ve isret hayati zamanla saray muhitinden disari tasarak kütleye de sirayet etmekte gecikmez. Özellikle ikbal ve mevki hirsi iliklerine kadar islemis olan Vezir-i Azam Ali Pasa, kendine uydurdugu arkadaslari ile gerek devletin adalet ve insaf töresine, gerek politika ve cemiyet gidisatinda hayli gedikler açti. Bu sebepledir ki, memlekette meydana gelen ahlâkî çöküntü, zamanla kadilarin bile rüsvetle is görmesine sebep olmustu. Nitekim Hoca Saadeddin Efendi’nin ifadesine göre (Tâcu’t-Tevârih, I, 139-140) Osmanli tarihinde “kadiyân-i fi’n-nâr” diye tarihlere geçen hadise, insanlarin can ve mali üzerinde genis bir tasarruf yetkisine sahip olan ve günümüz ifadesiyle yargiç denen kadilarin, adalete göre hükm etmemeleri yüzünden Sultan Bâyezid tarafindan yakilmak suretiyle cezalandirilmalarinin istenmesi hadisesidir. Gerçeklesmeyen ama düsünülen bu hadise bize, Bâyezid’in adalet anlayisina ne kadar önem verdigini gösterdigi gibi, onun ne kadar dindar bir kimse oldugunu da göstermektedir. Gerçekten onun, Ali Pasa’nin igva ve tesiri ile sadece kendi sahsi ile ilgili yaptigi bazi islerden ve içkiden tamamen tevbe ettigi, bir daha içki âlemlerine katilmayacagini belirterek söz verdigi, tarihî kaynaklardan anlasilmaktadir. Nitekim Sükrüllah (Behcetu’t-Tevârih, 57) gerek adalet anlayisi, gerekse bu içki meselesine temasla söyle der:
“Yeniden adalet gösterdi. Kadilari topladi. Onlarin kiyiciliklarindan sorusturdu. Taaddiden, seriata aykiriliktan, rüsvetten özge nesne bulmadi. Kimden, seriata aykiri nesne almislarsa ödenmesini buyurdu. Onlarin terbiyesini verdi. Azli gerekeni azl etti. Halk, ülkeler alanin yüksek adalet ve sefkatini isitince ekim biçimleri, is güçleri ile, yurtlarini senlendirmekle ugrasir oldular. Osmaneli her ne kadar senlik idiyse de on kat daha senlendi. Gazi sultan, kötü ve süpheli islerden çekinmeyi ve Tanri’dan korkmayi kamudan ileri tuttu. Beglerle sultanlarin görenegi olan seriata aykiri eglence, çalgi ve bunun gibi aldatici Albizin (seytan) kuruntusundan gelen ne ki varsa hepsini birakti. O zamanin bilginleri ve seyhleri onun arkadasligi ile yücelirlerdi.”
Kaynaklar, onun Bursa Ulu Camii’nin insasi esnasinda bir hatirasini bize nakl ederler. Buna göre Bursa’daki Ulu Cami insa edildigi zaman Bâyezid, Emir Sultan diye söhret bulan Semseddin Muhammed Buharî ile birlikte caminin binasini kontrol etmeye gelir. Konusma esnasinda padisah, bu güzel binanin Hz. Emir’in hosuna gidip gitmedigini sorar. Emir Hazretleri de yapinin saglamligi, güzelligi, alaninin genisligi ve çatisinin yüksekliginin tam bir ölçü ve olgunlukta oldugunu söyledikten sonra söyle der:
“Pek güzel olmus, lakin civarinda dört köseye de birer meyhane yapilsaydi” deyince Sultan Bâyezid: “Cami-i Serif, Allah’in evidir. Civarinda meyhanenin ne isi var?” der. Bunun üzerine Emir Sultan: “Padisahim, gerçekte Allah’in evi mü’minin kalbidir. Niçin kalbinizi içki ve münkeratla dolduruyorsunuz?” diyerek tarihî bir nasihatta bulunmus olur. Emir Sultan’in bu nasihati derhal tesirini gösterecek ve sultan bundan böyle içki içmeyecegine söz vererek eski hatalari için de tevbe eder. Biraz önce de temas edildigi gibi o, sadece içkiyi terk etmekle kalmaz, ayni zamanda bütün islerin, Allah’in rizasina uygun bir sekilde görülmesini, dogruluk ve adaletten sapilmamasini, memleketin imar edilmesini, hayir tesislerinin insa edilip halka hizmetin saglanmasini ister. Bizzat kendisi bu neviden faaliyetlere ön ayak olarak her sahada halkina örnek olur. Zaten hareket ve davranislari da bunu ortaya koyar. Nitekim Bursa kadisi olan Semseddin Muhammed Fenarî’nin mahkemede sahidlik yapmak üzere gelen padisahin, cemaatla namaz kilmayi terk ettigi için sehadetini sahih saymayarak kabul etmemesi, bunu göstermektedir. Bizans tarihçileri, padisahin özellikle Nigbolu zaferinden sonra kendisini zevk ve eglenceye kaptirdigini zikr ederler. Bu sebepledir ki son asir Avrupa müellifleri, zamanindaki hükümdarlarin çogundan daha üstün olan Bâyezid’in isret ve sefahat yüzünden fikrî ve bedenî kabiliyetlerini kayb ederek inhitata ugradigini ve bu sebeple tac ve tahtini kayb ettigini yazarlar. Bu ifadelerde büyük bir mübalaga oldugu anlasilmaktadir. Zira her sene Anadolu’nun bir ucundan Rumeli’nin öteki ucuna kadar, bazan bir kaç defa at kosturan, mütemadiyen harp ve devlet islerini tedvir ile mesgul olan hükümdarin isret ve sefahata ne kadar zaman ayirabilecegini düsünecek olursak mesele daha bir kolaylikla anlasilmis olur.
Bâyezid’in ne kadar âdil, hak perest ve tebeasini seven bir hükümdar oldugu hakkinda tabip Ibnu’s-Sagir’den naklen Misir tarihçilerine geçen malumat dikkat çekicidir. Buna göre o, her gün herkesin belli zamanda kendisini uzaktan bile görebilecegi genis bir yere gelir ve her taraftan gelen tebeasinin sikâyet ve arzularini birer birer dinler. Tebeasinin maruz kaldiklari zulümleri derhal izale ederdi. O, idaresinde bulunan memleketlerde adalet ve asayis tesis etmisti.
Bâyezid, azim ve irade sahibi, mütehevvir, aceleci ve her seyden nem kapan bir hükümdardi. Bununla beraber âlim ve seyhlere karsi mütevazi ve hürmetkârdi. Muasiri olan hükümdarlara karsi ise magrur oldugu gibi, sahsen pek cesur oldugundan en büyük tehlikelere atilmaktan çekinmezdi. Zamaninda yasamis olan Misir ve Suriye tarihçileri, Bâyezid’in Islâm hükümdarlarinin en hayirlisi ve en büyügü oldugunu zikr ederler. Bundan baska onun, çagdasi olan diger Islâm hükümdarlarinin cihad ve gazayi birakmalarindan dolayi onlara kizdigini da yazarlar. Keza bunlar, Yildirim Bâyezid’in Müslüman hükümdarlarin kendi tebealarindan kanunsuz vergi almalarina tahammül edemedigini ve bu yüzden onlara kizdigini da açikça belirtirler.
Bu hükümdar, bir asirdan beri anarsi ve mücadelelerle çalkalanan Anadolu’ya bir vahdet getirerek buradaki insanlara siyasî bir birlik kazandirmis ve onlari bir bayrak altinda toplamaya muvaffak olmustu. Böylece Bâyezid, Anadolu Selçuklu sultanlarinin gerçek halefi oldugunu isbatlamisti. Ancak Ankara maglubiyeti ile Anadolu’daki birlik bozularak bölge tekrar tefrika içine sokulmustu.
ANKARA SAVASI’NIN SONUÇLARI
Ankara Muharebesi’ndeki maglubiyet, Osmanli tarihi için oldugu kadar Anadolu’daki Türk tarihi için de büyuk bir felaket oldu. Zira bu savasin verdigi zafer sarhoslugu ile Timur, bir kasirga gibi eserek bütün bir Anadolu’yu yakip yikmisti. Bu arada çocuklar dahil olmak üzere binlerce kisiyi esir alip hunharca katl etmekten de çekinmemisti. Onun bu zulümleri, Anadolu insaninin hafizasinda silinmeyerek hâlâ canliligini muhafaza etmektedir.
Timur, Anadolu beyliklerini yeniden canlandirarak Osmanlilar da dahil olmak üzere hepsini kendine bagladi. Böylece Anadolu birligini de parçalayarak Osmanli Devleti’nin büyük mücadeleler sonucunda kurmaya muvaffak oldugu bu birligi ortadan kaldirarak, bölgedeki Islâmî hareketin zayiflamasina sebep oldu. Böylece Islâm topraklarinin ortasinda bir ada gibi duran Hiristiyan Istanbul’un fethi ve Anadolu birliginin yeniden kurulmasi yarim asir gecikmis oldu.
Osmanli Devleti’ni üçe bölen Timur, bu hareketi ile Yildirim Bâyezid’in çocuklari arasinda taht kavgalarinin baslamasina sebep olmustu. Osmanli Devleti’nin Anadolu’daki sinirlan ise hemen hemen Sultan I. Murad’in devri baslarindaki sinirlarina çekilmisti. Buna karsilik Timur’un tesir sahasindan uzakta kalan Rumeli, bütünlügünü koruyarak Osmanli Devleti’nin agirlik merkezi durumuna yükseldi.
Gerçekten Ankara’da ugranilan hezimet, Balkanlar’daki Hiristiyan tebea üzerinde kötü denebilecek hiç bir tesir yapmamisti. Hiristiyan Balkan halklari, Osmanli idaresine bagli kalmislardi. Bu durum, Rumeli’deki Osmanli idaresinin komsu Hiristiyan devletlerden daha âdil oldugunu gösteren en açik delillerden biridir. Osmanli Devleti, bagli bulundugu dinin geregi olarak gayr-i müslim tebeasina karsi âdilâne bir idare ve siyaset takip ediyordu ki, bu da, o firtinali ve tehlikeli havada Rumeli’nin hadisesiz olarak elinde kalmasina sebep olmustu. Bazi yabanci kaynaklar, Osmanli Devleti’nin, Timur’un darbesini yeyip parçalandigi ve sehzadeler arasinda taht kavgalari basladigi halde Balkan devletlerinin Osmanlilar’a karsi birlesememelerini, kiliselerinin birlesmemesine baglamislardir. Halbuki Osmanli idaresi, tebeasi arasinda adalet ve âhengi temin etmek ve onlarin dinî islerine karismamak suretiyle bu güveni saglamis oldu. Bundan baska Osmanlilar, Balkanlardaki Hiristiyan Ortodoks mezhebine mensub mutaassib halkin Katoliklere karsi âdeta müdafaasini üstlenmislerdi. Bu anlayisla, onlarin dinî ve vicdanî akidelerine karsi saygi gösteriyorlardi. Bu sebeple onlarin bu akidelerine kimsenin müdahale etmesine de izin vermiyorlardi. Bunun içindir ki Rumeli’deki Ortodoks tebea huzur içinde yasiyordu.
Kaynak: Osmanli tarihi

v

Avrupa ülkelerinin katliam sicillleri

Ankara Ticaret Odası, Avrupa Birliği ülkeleri ile Rusya ve ABD’nin “soykırım ve katliam sicilini” çıkardı. İşte ATO’nun derlediği rakamlara göre ülkelerin işlediği insanlık cinayetleri:

Ankara Ticaret Odası, (ATO) Avrupa Birliği ülkeleri ile Rusya ve ABD’nin “soykırım ve katliam sicilini” çıkardı.
ATO tarafından yayınlanan raporda, 25 AB ülkesinden 9’unun “soykırım ve katliam sicilinin” bozuk olduğu ifade edildi. Raporda, AB üyesi ülkelerden Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin katliam ve soykırım sabıkasının kabarık olduğu belirtildi. İşte ATO’nun raporuna göre Batı’nın ülke ülke soykırım karnesi:

KIBRIS RUM KESİMİ:
“Katliamların başladığı 1912 yılından, Kıbrıs Barış Harekatı’nın yapıldığı 1974 yılına kadar 1000’i aşkın Türk, Rumlar tarafından öldürüldü.”

YUNANİSTAN:
“1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla Mora’daki Türkler göçe zorlandı, 20 bin Türk katledildi. 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesine ilişkin anlaşmanın ardından Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türkler üzerinde sistemli olarak ‘etnik ve kültürel soykırım’ başlattı. Türklerin hukuki, siyasi, kültürel ve dini haklarının kısıtlanması ibadetlerine izin verilmemesi gibi yoğun baskılar sonucu 400 bin Türk bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.”

BELÇİKA:
“1.Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’nın yönetimi Belçikalılara verildi. Belçika’nın sömürgesi altındaki Ruanda ve Kongo’da 10 milyondan fazla insan soykırıma uğradı.”

İTALYA:
“İtalya’nın, Libya’da 1911’den 1940’lı yıllara kadar uyguladığı imha operasyonları ve çölün ortasına kurduğu toplama kamplarında yüz binlerce Afrikalı Müslüman hayatını kaybetti. İtalya diktatörü Mussolini, Etiyopya’da ve Yugoslavya’da 300 bin insanı katletti.”

FRANSA:
“Fransa, 1830 yılında Cezayir’i işgal etti. 132 yıl boyunca Cezayir’i işgal altında tutan Fransa, 1954-1962 yılları arasında 1.5 milyon Cezayirliyi katletti. Fransa, 1.Dünya Savaşı’nda da 900 bin Afrikalının ölümüne sebep oldu.”

ALMANYA:
“Almanlar 1933-45 yılları arasında Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak ve mükemmel Alman ırkını yaratmak hedefiyle diğer milletlerden ve etnik gruplardan 21 milyon insanı topluca kurşuna dizerek, toplama kamplarında, fırınlarda yakarak, gaz odalarında zehirleyerek soykırıma uğrattılar. Gerek Almanya gerekse de Almanların işgal ettiği diğer ülkelerde yaşayan 2 milyon Yahudi sistematik bir biçimde vurularak, asılarak, yakılarak ve zehirlenerek öldürüldü. Almanlar 1891 yılında da hammadde ve işgücü ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Namibya’ya sömürge kurmak amacıyla çıktı. Adanın yerlileri Herero ve Namalar üzerine taarruz eden Alman askerleri yaşlı, kadın, çocuk dinlemeden 117 bin insanı katletti. Yaklaşık 132 bin yerliden geriye 15 bini sağ kalabildi.”

DANİMARKA:
“AB ülkelerinden Danimarka, 1945 yılında 250 bin Alman mülteciyi ölüme terk etti. Sovyet Ordusu’nun Alman topraklarına doğru ilerlemesinden kaçan 250 bin Alman mülteci Danimarka’ya sığındı. Üçte birini 15 yaşından küçük çocukların oluşturduğu Almanlar tel örgülerle çevrili toplama kamplarına alındılar. Binlerce çocuk ve yetişkin tifüs, bağırsak iltihabı ve ishal sonucu yaşamını kaybetti.”

İSPANYA:
“İspanya diktatörü Francisco Franco, ülkesinde 30 bin muhalifini öldürttü. İspanyollar Amerikalılarla birlikte milyonlarca Kızılderili’yi katletti.”

İNGİLTERE:
“İngiltere, 1788-1938 tarihleri arasında sömürgeleştirmek amacıyla gittiği Avustralya’da yerleşik yerli halk Aborjinleri sistematik olarak yok etti. İngilizlerin aralarına salgın hastalık yaydığı, bununla da yetinmeyip yemeklerine zehir katarak yok etmeye çalıştığı 750 bin Avustralya yerlisinden geriye sadece 31 bin kişi sağ kalabildi.”

RUSYA:
“Lenin, 1917-1920 yılları arasında 30 bin muhalifini infaz ettirdi. 1944 yılında Rusya, Çeçen, İnguş, Karaçay-Malkarlar ile Kırım Türklerini trenlere bindirerek Sibirya ve Kazakistan’a sürgün etti. Bu sürgünde 500 bini aşkın Müslüman Türk yollarda öldü. Rusya’nın Çeçenistan’a yaptığı saldırılarda da 200 binin üzerinde sivil katledildi.”

AMERİKA:
“Amerika, soykırımlara Kızılderilileri katletmekle başladı. Amerikalılar ve İngilizler Almanların savaşı kaybetmelerinin ardından, Dresden kentine sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle havadan bomba yağdırdı. Saldırılarda çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi öldü. Amerika’nın Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombaları sonucu 135 bin kişi öldü. ABD’nin Vietnam’ı işgali ise 70 bin kişinin ölümüyle sonuçlandı. ABD son olarak Felluce’de 1500 sivili öldürdü. İngiliz Tıp Dergisi Lancet’in yaptığı araştırmaya göre Irak’ta ABD işgali dolayısıyla ölen sivillerin toplam sayısı 655 bine ulaştı.”

UNUTULAN SOYKIRIM : BATI ANADOLU’DA YUNAN MEZALİMİ

Ayrıca Bakınız : BALKANLAR’DA YUNAN MEZÂLİMİ
http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/yunan3/yunan3.htm

Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde Rumlar, başta İstanbul olmak üzere Ege, Rumeli ve Doğu Karadeniz’deki taşkınlıklar yaparak Türkleri taciz etmekteydiler. 13 Kasım 1918’de aralarında Yunanlıların ünlü zırhlısı Averof’un da bulunduğu İtilâf devletleri filosunun İstanbul’a gelmesi, Rumları sevinçten çılgına çevirmiş, İstanbullu Ermenilerin de katıldıkları büyük taşkınlıklar bütün şehirde ve adalarda sabahlara kadar sürmüştü.
Bu arada Mondros Mütarekesinin 7. maddesi, İtilaf Devletlerine “güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi, asker çıkararak işgal etme yetkisini” veriyordu. Bu madde ile İtilaf Devletleri, “Biz şurada güvenliğimizi tehlikede görüyoruz” diyerek herhangi bir yeri işgal etme yetkisini ellerinde tutuyorlardı. Nitekim, böyle bir gerekçe mevcut olmadığı halde, İngiliz temsilcisi olan Amiral Calthorpe bu maddeye dayanarak Yunanlılara, İzmir’e asker çıkarma iznini vermiştir. Bu izin, hem İzmir ve Bursa’nın işgaline, hem de Yunanlıların, Anadolu illerine doğru sokulmalarına sebep ve başlangıç teşkil etmiştir. Yunan Efsun alaylarının Konak meydanına çıkışından hemen sonra, İzmir ve civarında yaşayan binlerce Rum’un, muzaffer ve kurtarıcı (!) Yunan askerlerini çılgınca alkışladıkları gün, sivil Türk ve Müslüman halka karşı silahlı saldırılar da başlamıştı. Zira o ünlü 7. madde uyarınca meydanlar artık Yunanlılarındı.
Yunanlıların Anadolu’nun Ege kıyılarını işgal ettikten sonra ileri harekâta devam ederek ele geçirmiş oldukları Trakya ve Anadolu’nun iç kesimlerinde yaşayan silâhsız ve savunmasız Türk halkına karşı yapmış oldukları vahşet ve zulümler dünya zulüm tarihine belgelerle geçmiştir. Olayların gelişmesine, vahşet ve cinayetlere bakılırsa, Yunanlıların amaçlarının, ele geçirmiş oldukları Türk topraklarında tek bir Müslüman kalmayacak şekilde katlederek soykırım gerçekleştirmek niyetinde oldukları anlaşılmaktadır.
Yunanlıların soykırım amaçlı girişimlerinde İtilâf Devletlerinin de katkıları olduğunu gözardı edemeyiz. Yunanlılar Mondros Mütârekesi’nin öngördüğü şartların oluştuğu bahanesiyle özellikle İngilizlerin tahrik ve kışkırtmasıyla hareket ederek Türkler üzerinde soykırım uygulamaya başlamışlardır. Türklere karşı acımasız bir mücadele içerisine giren Yunanlılar, teşkil ettikleri ve devlet tarafından da desteklenen çeteler vasıtasıyla katliâm ve tecâvüz hareketlerine girişmişlerdir.
Yunanlıların gerek Anadolu’da gerekse Trakya’da Müslüman Türk ahaliye karşı yaptıkları zulümleri ve akla hayale gelmeyene korkunç işkenceleri tarih şimdiye kadar hiç kaydetmemiştir. İşgal ettikleri yerlerde Müslüman halka akıllarına gelen en kötü işkenceleri yapmışlar, zulümleriyle sadizme varan davranışlar sergilemişlerdir. Bu işkenceleri görmek ve hatta işitmek bile en soğuk kanlı insanın bile tüylerini ürpertecek derecede korkunçtur. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde halkın mallarını gasp ve yağma ettikleri gibi, sahiplerini de kendilerinin icat ettiği işkencelerle öldürüyorlardı. Bu zulümleri aşağıdaki şekliyle maddelemek mümkündür:
1- İnsanları diri diri ateşe atmak,
2- Ahaliyi topluca veya teker teker sopa ile, telefon telinden yapılmış kayışlarla dövmek,
3- Baş aşağı asarak, ağzından kan gelinceye kadar dövmek,
4- Yine baş aşağı asarak altında ateş yakarak dumanla boğmak,
5 Ellerini kollarını bağladıkları kadınların, kilotlarının içine kedi koyarak işkence yapmak,
6- Köy, kasaba ve orman yakmak,
7- Köylülerin ekinlerini yakmak,
8- Cami ve mescitleri tahrip etmek,
9- Yağmaladıkları eşyalardan kalanları yakmak,
10- Yakaladıkları kadınların ırzlarına geçmek.
Trakya, Marmara, Ege ve iç Anadolu’da izlemiş olduğumuz Yunan vahşet ve cinayetleri hemen her yerde aynı tarz ve sistemde plânlı ve Yunan üst makamlarınca verilen emirlere uygun olarak yapılmıştır.
Başından beri izlenilen Yunan vahşet ve zulümlerin bir analizi yapıldığında bütün işgal bölgelerinde işlenen vahşet, zulüm ve cinayetleri dört başlık altında toplamak mümkündür.
1- Gasp ve yağma
2- Irz, namus ve mukaddesata saldırı
3- Yakma ve yıkma
4- İşkence ve katliam
Gasp, Yağma ve Hırsızlık
Yunan birlikleri işgal ettikleri bir yerde ilkönce halkın elinde bulunan ulaşım araçlarını ve hayvanlarını gasp ediyorlardı. Bundan sonra evleri basıp, kendi işlerine yarayacak halı, kilim, ziynet eşyası ne varsa halkın elinden zorla alıyorlardı. Karşı koyanlar en ağır şekilde işkence ediliyor, bir çoğu da öldürülüyordu. Mağaza ve dükkanlarda Yunan baskınından nasibini alıyordu. Halkın aç kalacağını düşünmeden ellerindeki bütün yiyecek maddelerini, zahirelerini ve hayvanlarını alıyorlardı. Bundan sonra işlerine yaramayacak olanları, yakıp yıkarak kullanılmaz hale getiriyorlardı.
Yunanlılar işgal ettikleri her yerde muhakkak gasp ve hırsızlık yapıyorlardı. Hırsızlık adeta Yunanlıların resmi sıfatı durumundaydı. Sadece resmi raporlara geçen maddi kayıplar bile trilyonlara varacak değere sahiptir. Burada sayıları binleri bulan hırsızlık, gasp ve yağma faaliyetlerinden bir kısmını vermekle yetineceğiz. Sadece verilen bu örnekler bile Yunanlıların bu konudaki alçaklığını meydana koymaya yeterde artar bile. Karşılaşılan bu olaylar neredeyse her Yunan askerini hırsız konumuna sokmaktadır. Çünkü işgal edilen hiç bir yer yoktur ki, orada küçük bile olsa, bir hırsızlık vakası olmamış olsun.
2- Irz, Namus ve Mukaddesata Saldırı
Yunanlılar özellikle dini bayramlar esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle ve halk teravih namazında iken baskın yaparak namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı esnasında bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü yeri yapmışlardır. Yunanlılar, işgalleri altında bulundurdukları yerlerde müftülük ve İslam cemaatı işlerine karışarak, kendi emellerine alet olabilecek ehliyetsiz kişileri seçmişlerdir. Halbuki Rum patrikhaneleri Fatih Sultan Mehmet zamanından beri mutlak bir serbestliğe sahipti. Henüz dünyanın hiç bir yerinde yabancı din ve mezheplere izin verilmediği bir dönemde, Türkler gerek Rumlara ve gerekse diğer milletten olanlara dini tolerans tanınmıştı. Yunanlar bir çok müftüyü görevinden uzaklaştırmışlar, bir çoğunu da haps etmişlerdir.
3- Yakma ve Yıkma
Yunanlılar işgal ettikleri yerde ilkönce halka işkence yapıyorlardı. Yapılan vahşet ve işkencelerin, soygun ve tecavüz safhası geçtikten sonra yapacakları tek bir şey kalıyordu. O da evi, köyü, kent ve kasabayı ateşe vermekti. Nitekim bu düşünce ile gerek Anadolu’da gerekse Trakya’da bir çok ev, işyeri hatta bütün köy yakılmıştır. Yunanlıların özel olarak, yakmak ve yıkma için yetiştirilmiş birlikleri vardı. Bunlar özel silah ve teçhizatla donatılmış, üniformalarında kırmızı bantlar taşıyan askerlerden oluşan birliklerdi. (1)
Yunanlıların yangın çıkarmadaki amaçlarından birisi de ruhlarında varolan vahşet duygusunun sesine kulak vererek, köyü içinde barınan halkı birlikte yakıp katliam gerçekleştirmekti. Bunu için de çeşitli yerlerde görüldüğü üzere yangın mahalline hakim noktalara, giriş çıkış yollarına silahlı nöbetçiler konularak, yangından kaçmaya veyahut eşyalarını kurtarmaya çalışan halkı öldürmek veya tekrar yanan evlere sokarak onunla birlikte diri diri yakmaktaydılar.
4- İşkence ve Katliam
İşkence arzusu, Yunan askerleriyle Rum ve Ermeni çetelerinin ilkel ve vahşî arzu ve duygularıdır. Öldürmeye kastettikleri kimseyi önceden çeşitli şekillerde işkenceye tâbi tuttukları gibi öldürdükten sonra da, parçalama, organlarını kesme, koparma veya ağaçlara asma gibi insan dışı davranışlarıyla, nereden geldiğini kendilerinin de cevaplayamayacakları bir çeşit kin ve garez duygularıyla yapıyorlardı.
Hiçbir suçu olmayan tarlasında çalışan veya köyden kente gelen zavallı Türk halkını keyif için öldürüyorlardı. Öldürdükleri hamile kadınların karınlarını süngüyle yarıp, masum ceninleri çıkardıktan sonra parçalıyorlardı. Bütün bu günahsız insanların onlar nazarında bir tek suçu vardı “Müslüman olmak ve Türk kanını taşımak.”

İZMİR’İN İŞGALİ ÖNCESİ SİYASAL DURUM
Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra İzmir Yunanistan ile İtalya arasında dâva konusu olmuştu. Müttefikler bu şehri her iki tarafa da vadetmişlerdi. Bununla beraber İtalya; 26 Nisan 1915 tarihli Londra sözleşmesinin 9. bendi gereğince Anadolu’da kendisine vadedilen hissenin büyük ölçüde genişletilmesine ait olmak üzere Akdeniz havalisinde “Antalya Vilâyetine âdil bir hissenin verilmesi” hususundaki isteklerini 1917 yılında kabul ettirmişti.
Venizelos ise 2 Kasım 1918 tarihinde Anadolu’nun batı kısmının (Makri’den Erdek’e kadar 812 000 Rum nüfusu ile birlikte!) Yunanistan’a terkini, hattâ uğrunda Müttefiklerin mücadele ettikleri prensipler adına istiyordu. Aynı isteği 30 Aralık 1918 tarihli “Sulh Kongresi huzurunda Yunanistan” adlı memorandumunda ve ayrıca da şifahî olarak 3-4 Şubat 1919 tarihlerinde “Onlar Şûrası” huzurunda tekrar etti; bu Şûrada kendisinin üzerinde hak iddia ettiği bölgede 1132 000 Buna karşılık yalnız 943 000 Müslüman bulunduğunu ileri sürdü: “Bir iki yıl zarfında iki taraflı ve gönüllü göçmenler dolayısıyla Rum unsurları yığılmış bulunduğunu” iddia etmekte idi. İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a etrafındaki ayrılmaz topraklarla birlikte İzmir ve Ayvalık limanlarını ilhak izni vermeye hazırdılar. (2) Amerika ise Ege kıyılarının Anadolu’dan ayrılmasına razı değildi. Amerikan Delegasyonu, Yunan hükümetinin Türk nüfusla ilgili olarak verdiği sayıyı kabul edilir bulmamıştı. Ayrıca ekonomik açıdan bakıldığında Küçük Asya’nın batısındaki kıyı şehirlerinin orta Anadolu’dan ayrılması insafsızca bir tavır olacak ve Türk İmparatorluğu kendisini denize bağlayan doğal çıkışlardan kopacaktı. (3)
Komisyondaki Amerika delegelerinin bu görüşü İngiltere ve Fransa tarafında rahatsızlık yarattı. Daha sonra Onlar Konseyinden bağımsız olarak başlayan İngiliz-Amerikan müzakereleri sonucu Başkan Wilson kendi delegelerinin görüşlerini dikkate almaksızın Yunan isteklerine razı olmuştur. Wilson’un bu kararına, İtalya’ya karşı duyulan antisempati ve konferanstaki devletler arasında ortaya çıkacak bloklaşmanın vereceği zararın dikkate alınması tetkik için kurulan komisyon, 30 Martta İzmir bölgesinin Yunanistan’a verilmesini teklif etti. (4)
Komisyonun bu kararı vermesi Yunan isteklerine karşı çıkanların seslerini kesmeye yetmemiş, tam tersine daha da yükseltmiştir. Nitekim İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Galthorpe 3 Nisan 1919’da “Hallen imparatorluğunun Ege Denizinin doğu sahiline kadar uzanamayacağını ciddi bir şekilde ümit ediyorum. Zira böyle bir hareket, taraflarına saadet ve refah değil tam tersini getirir” (5) diyerek uyarıda bulunmuştur. Sonuçta, bu tepkiler de konferanstaki gidişatı engellemeyecek İngiltere Başkanı Lloyd George, Amerika başkanı Wilson ve Fransız George Clemenceau, şahsi hislerini etkisine kapılmışlar ve çok elim sonuçları olan, Yunanlılara işgal hakkı kararını vermişlerdir.

YUNANLILARIN ÇEKİLME SIRASINDA İZMİR YÖRESİ ve İZMİR’DE YAPMIŞ OLDUKLARI VAHŞET ve ZULÜMLER
Üç yıldan fazla Yunan işgali altında bulunan Ege bölgesindeki halkın maruz kaldığı vahşet, cinayet ve işkencelerin tamamının anlatılması imkânsızdır. Çünkü belgeleri ele geçmemiş veya belgelenmemiş daha nice vahşet ve cinayetler meçhulün karanlık sır perdesi altında kalmıştır. Ancak, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Genel Kurmay Başkanlığı ATASE Arşivi kaynaklarında Yunan zulmü ile ilgili binlerce belge mevcuttur.
Elefterios Venizelos’un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir’e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. Yunan istilâ gücü, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Yunan savaş gemilerinin koruyuculuğunda İzmir’e çıktı. Yunanlıların İzmir’de giriştiği kırım harekâtı tüyler ürperticiydi.
Yunan askerlerinin bu insanlık dışı hareketlerine Rum halk da iştirak etti. Hükümet Konağından ve kışladan esir alınarak çıkarılan sivil memur ve askerlerin rıhtıma götürüldüğü esnada yerli Rumlar, taş sopa ve demirlerle saldırmışlar ve bir çok esiri feci bir şekilde öldürmüşlerdir. Hızlarını alamayan Rumlar öldürdükleri savunmasız insanların bedenlerini parçalayarak vahşi duygularını tatmin etmişlerdir. İçindekilerin esir alındığı kışla, hükümet konağı ve diğer resmi daireler talan edilmiş kalemlere varıncaya kadar hiçbir şey kalmamıştır. İzmir’in içinde ve dolaylarında tenha mahallelerde ele geçirilen Türk Polis ve Jandarmalar katledilmiştir. İşgalin ilk 48 saatinde İzmir ve Banliyölerinde 2000’den fazla Türk katledildi. Kordonda ve rıhtımda öldürülen ve yaralananların çoğu denize atılmıştır. Bu katliamdan on beş gün sonraya kadar körfezden cesetler çıkarılmış hatta zaman zaman birkaç cesedin birbirine zincirle, demir telle bağlı olduğu görülmüştür.
Uygarlığı ve insan haklarına saygısıyla övünen batılıların teşvik ve onayı ile vahşi hayvan sürüsü gibi İzmir’e çıkan Yunanlılarla yerli Rumların işkence, katliam ve yağmalarını İtilaf devletleri askerleri, körfeze demirlemiş gemilerinin güvertelerinden dehşetle izlemişlerdir. Bazı İngiliz ve Amerikan denizcileri bu hale insanlık adına dayanamayarak, denize atlamış Türklerin yardımına koşmak istemişlerdir. Fakat komutanları buna izin vermediği gibi gemilerin şehre bakan tarafına tente çekmek suretiyle bu kanlı manzarayı kendi askerlerinin gözlerinden saklamaya çalıştılar. (6)
İŞGALLERLE BİRLİKTE YAYILAN VAHŞET
Yunanlılar, İzmir’den sonra 16 Mayısta Urla’yı 17’de Çeşmeyi, 20’de Torbalıyı, 22’de Menemeni, 25’te Manisa, Bayındır ve Selçuk’u 27’de Aydın’ı, 28’de Tire’yi, 29’da Turgutlu ve Ayvalık’ı, 4 Haziranda Nazilli’yi, 5 de Akhisar’ı, 12 de Bergama’yı işgal ettiler. (7) Çünkü Yunanlılara göre bölgede tutunmanın tek yolu buralardaki Türk gücünü ortadan kaldırarak onların daha doğuya çekilmesini sağlamaktı. Esasen Megali İdea’nın amacına ulaşabilmesi için de böyle bir hareket tarzı gerekiyordu.
Avrupa kamuoyuna İzmir’i işgalin amacını, bölgedeki asayişi temin etmek olarak duyuran Yunanistan yeni işgallere de mazeret bulmakta zorlanmadı. İzmir’den kaçan sivil ve asker Türklerin intikam almak bahanesi ile iç kesimdeki Rumları katledebileceklerini belirterek Avrupa’dan gelebilecek olası bir tepkiyi bertaraf ediyordu. Bunu yanı sıra Mondros Mütarekesinin 7. Maddesi de Yunanlılar için çok iyi bir kozdu.
Yunan işgal bölgesi genişledikçe Türk halkı üzerindeki zulüm, vahşet ve katliamlar da gittikçe şiddetlenerek artıyordu. Nitekim 15 Mayıs 1919 ve 9 Eylül 1922 tarihleri arasında kısa veya uzun vadede Yunan kontrolünde bulunan il, ilçe, kasaba ve köyler, bu feci olaylarda muhakkak nasibini alıyordu. Toplu katliam yapmak, misli görülmemiş şekilde insan öldürmek veya işkence çektirmek henüz çocuk yaştaki kızlara ya da eli bastonlu ihtiyar kadınlara tecavüz etmek, camileri, evleri, iş yerlerini, tarlaları yağmaladıktan sonra yakmak, hayvanları telef etmek, Yunan askerlerinin ve yerli Rumların yaptıklarının maalesef sadece ana başlıklarıydı.
YUNAN İŞGAL VE ZULÜMLERİNİN YANKILARI
İŞGALE KARŞI TEPKİLER
Yunan askerlerinin Anadolu topraklarına ayak basması tüm yurtta şiddetli tepkilere yol açmıştır. Vatanın her yanından padişaha, hükümete, amiral Golthorpe’a ve galip devletler temsilcilerine protestolar yağdırılmıştır. Medeni geçinen Batı’nın insanlık, adalet ve hakkaniyet duygularına hitaplarda bulunulmuştur. Yunan işgali Türk halkının daha da kaynaşmasına vesile olurken işgalin İzmir’den sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir bölgelerine doğru yayılması tepkilerinde şiddetini arttırmıştır. Anadolu’nun her tarafından düzenlenen mitinglerde binlerce Türk Yunanistan’a ve diğer itilaf devletlerine lanetler yağdırmıştır. Hükümetin ve padişahın teslimiyetçi tutumlarını da protesto etmişlerdir.
İstanbul’da ise durum biraz daha farklıdır. İtilaf devletlerinin bütün isteklerine boyun eğmeyi en doğru politika olarak saptayan padişah ve hükümet mensupları, esasında İzmir’in işgal edileceğini tahmin edebiliyorlar fakat işgalcilerin Yunanlılar olacağını akıllarına bile getirmek istemiyorlardı. Ne var ki işgalden önce hiçbir tedbir almadığı gibi alınmasını da engelleyen hükümet işgalden sonra da genel olarak bu tavrını sürdürmüştür. İstanbul’daki halk ise Anadolu’da olduğu gibi mitingler düzenleyerek işgali protesto etmişlerdir. Sultanahmet meydanındaki miting hakkında kendisini bilgilendirmek için gelen heyete padişah, “ağzımızı açalım, sesimizi yükseltelim, hakkımızı isteyelim, fakat elimizi kaldırmayalım” diyerek hükümetle aynı doğrultudaki tavrını açıkça ifade etmiştir. Yedek Subaylar Cemiyeti temsilcilerinin, “tehlikeli durum karşısında vazife almaya hazırız” dedikleri vakit de “Allah’ın yardımı ile sizlerin yardımına ihtiyaç kalmayacaktır” diyordu.(8)
Gerek sadarete, gerekse İtilaf devletleri mümessillerine çekilmiş olan protesto telgrafının amacına ulaştığı söylenemez. Yunanlılar Batı Anadolu’da daha da yayılarak işgal, zulüm ve katliam bölgelerini genişletmişlerdir. Yunanlıların bu faaliyetlerinin Türk halkı arasındaki kaynaşmayı arttırdığı muhakkaktır. Öz yurtlarındaki Yunan vahşetine karşı çıkan halkın heyecan ve galeyanı büsbütün alevlenerek genel bir halk ayaklanması manzarasına bürünmüştür. Bunun sonucu olarak da Türk halkı Kuvâ-yı Milliye ve daha sonra düzenli orduya yardımda bulunmak için ellerindeki bütün imkanlarla seferber olmuşlardır.
Köylüsüyle, kentlisiyle, askeriyle, siviliyle halkın hayatını ortaya koyarak kazandığı zaferler neticesinde işgal kuvvetlerinin vatan topraklarından atılmasının yankıları da en az işgalin başlangıcındaki kadar çok olmuştur. Özellikle 30 Ağustos zaferi İstanbul’da ve bütün Anadolu’da coşkuyla kutlanmıştır. (9) Şüphesiz bu coşku ve sevinci en çok yaşayanlar yıllardır Yunan işgali altında inleyen, bütün insanlık dışı davranışlara maruz kalan insanlar olmuştur.
Önce İzmir’in arkasından da Trakya’nın işgali başta Müslümanlar olmak üzere bazı dost devletler tarafından tepkiyle karşılandı. Yapılan zulümlere kendi ırklarından olduğu halde, bundan üzülen, utanan Yunanlılara ve Rumlara da tesadüf ediliyordu. Kırklareli’de bazı yerli Rumlar yıllarca beraber yaşadıkları Müslümanlara yapılan zulümlere tahammül edemeyip Yunan hükümetini protesto etti. (10)Yine bazı Yunan milletvekilleri Müslümanlarla birlikte vahşiyane zulümleri protesto ettiler. Fakat bunlar tutuklanarak hapse atıldılar. (11)
Bize asıl yardım ve destek Müslüman devletlerden özellikle Hindistan Müslümanları’ndan gelmiştir. Bu Müslümanlar aralarında topladıkları paraları Anadolu ve Trakya’da zulüm gören evsiz, barksız kalan insanlara gönderdiler. Yine Hind Müslümanları, Fas, Cezayir, gibi ülkeler, bu devletlerde sömürge kurmuş olan İngiliz ve Fransızları Yunanlılar’a destek verdikleri için protesto ettiler. Buralardaki İslam alimleri İngiliz ve Fransızlarla alış-veriş yapmanın haram olduğu hususunda fetvalar verdiler. Hindistan Müslümanları Delhi’de bir araya gelerek Avrupa devletlerinin uyguladıkları zalimane siyaseti kınadılar. İzmir ve Trakya’da çoğunluğun Türk ve Müslüman olduğunu belirterek, İngiltere’nin Hindistan nazırı Mantono’ya bu iki yerin Türkler’e verilmesi için müracaat ettiler. (12)
AYDIN VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ
Tam mevcutlu bir tümen halinde Aydın’a yönelen Yunan askerlerinin bu hareketi, İzmir’de sergiledikleri vahşetin etkisiyle aydında günlerce önce başlayan korku ve paniği daha da arttırmıştı. Bu paniği engelleyerek şehri daha kolay işgal etmek isteyen Yunan işgal kuvvetleri komutanı Albay Zafiru, halkı rahatlatan bir beyanname yayınladı. Bu yüzden Aydın halkı 57. Tümen Komutanının dağıtmak istediği silahları reddetti ve neticede Aydın 27 Mayıs 1919 da rahatça işgal olundu. Vahşet, zulüm ve işkence olayları da aynı gün Aydın’ın üzerine karabulut gibi çökmüştü.
Yunan askerleri işgalin hemen ardından sergileyecekleri vahşetin hazırlıklarına başladılar. İlk önce Müslüman ahalinin tamamen silahsız kalması için, silahını teslim etmeyenlerin kurşuna dizileceğini ilan ettiler. Bu şekilde toplanan silahları yerli Rumlara dağıttılar. Müslümanların oturduğu semtlerin sularını kestiler ; yangın çıkarmak için belli noktalara gaz tenekeleri koydular ; gayr-ı Müslim halka, Müslümanlardan ayırmak maksadıyla, fes yerine zorla şapka giydirerek ev ve işyerlerini işaretlediler. Rum, Ermeni ve Yahudilere şapka giymelerini tembih ederek, bu kimselerin yanlışlıkla yağmalanmasını engellemek için iş yerlerini gösterir levhaların da Rumca yazılmasını emrettiler. Müslümanların olduğu mahallelerin sularını, çıkartacakları yangından birkaç gün önceden kestiler. Katliam esnasında hiçbir Türkün kurtulmaması için, Türklerin Hıristiyan evlerine sığınıp korunmalarını yasakladı.
Hazırlıklarını tamamlayan Yunanlılar Türk halkının ev ve iş yerlerine ateş açmaya başladılar. Bir çok Türk evi yağma edildikten sonra ateşe verildi. Bunu müteakiben Türk evlerine karşı top atışına başladılar. Evlerin içinde bulunan Türkler, alevlerden kaçmak için dışarı çıktıklarında yunan askerleri tarafından makinalı tüfeklerle öldürülmüşlerdir. Ayrıca yerli Rumlar da mevcut silahlarıyla bu katliama ortak olmuşlardır. Aydın Merkez Komutanlığının 57. Tümen Komutanlığına göndermiş olduğu raporda Aydın’da cereyan eden olayları şöyle anlatmaktadır.
Hava karardıktan sonra bu büyük evin kapısı kırılarak 14 kadar Yunan Efzun askerleriyle birkaç yerli Rum içeriye girip odada bulunanları soyduktan sonra 10-14 yaşlarında bulunan kızların dördünü ayırıp götürmek istediler. Kızların annelerinin yalvarmalarına karşılık Türkçe olarak edepsizce ve münasebetsiz sözler sarf ederek katliama başladılar. Üç kadınla iki erkeği öldürürken üç kız ve bir erkeği de yaraladılar… Çocukları anneleriyle birlikte kesmek ve bunların mahrem yerlerini açmak, burun, kulak el ve ayaklarını kesmek gibi vahşet ve cinayetler bu canavarların nazarında hiçbir şey değildir.” (13) Aydın’da şehri terk etmek üzere olan Yunan kuvvetleri ve Yerli Rumlar 205 kişiyi daha şehit etmişlerdir. Yunan işgalinden kurtularak özgürlüğe kavuşmanın bedeli maalesef Aydın’da da çok ağır olmuştur. Kentte 11500 ev, 50 cami ve mescit 400 kadar mağaza ve dükkan 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul ve 20 resmi bina yakılmış ve yıkılmıştır. (14)
Hazırlık aşaması ve oluşumuyla sistemli bir şekilde devam eden Yunan vahşeti, kısa zamanda Aydın’ın ilçe ve köylerine de yayıldı. Bilhassa Nazilli, Germencik ve Söke ilçeleri çok şiddetli işkence ve cinayetlere sahne oldu. 3 Haziran 1919’da hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Nazilliye giren Yunan askerleri iğrenç ve vahşet dolu hareketlerine burada da devam etmişlerdir.
25 Haziran 1919’da İzmir’den aydın istikametine giden 97 İslam ailesini taşıyan yolcu treni Aziziye istasyonu Şimendifer muhafızı bulunan Yunan askeri müfrezesi nezdinde derhal durdurulup içinde bulunan yolculardan 67 erkek elleri kolları urganla bağlı olarak Aziziye tüneline götürülmüş ve üzerlerine Yunan askerleri tarafından yaylım ateşi açılmıştır. 30 İslam kadınına gelince Aziziye treninde bulunan Rumlar Çirkince Bucağında Yunan askerleriyle beraber İslam kadınlarının ırzlarına tecavüz etmişlerdir. (15) Bu örnekler o civarda yaşanan binlerce olaydan sadece bir kaçını anlatmaktadır. Yunan askerleri ve yerli Rumlar insanlık dışı davranışlarıyla bölgedeki Türk nüfusunu azaltarak, hakimiyetlerini tehditlerden korumayı amaçlamışlardır.
Aydın ‘ın işgali sırasında Yunanlıların yapmış olduğu vahşet ve cinayetler Aydın’dan çekilip gittikleri güne kadar sürüp gitmiştir. Facialara tanık olan Aydın tahrirat kalemi reisi Seyfi Efendi, Musluzade Hacı Ahmet Efendi ve Aydın nüfus memuru Süleyman Rüştü Efendiler de feci olaylar şöyle anlatıyorlardı:
Yunanlılar şehir dışında Türk çeteleri olduğunu bahane ederek katliama karar vermişlerdi. Bu kararlarını sokaklara beyannameler asarak ilân etmişler ve Karacaahmet, Cuma, Ramazan ve Terziler mahallelerinde ilk yangını çıkarmışlardı. Yangından kaçan, evinden dışarı fırlayan Müslüman halk süngü ile katlediliyor veya yanmakta olan evlerinin içine atılıyorlardı. (16)
Aydın mutasarrıfından alınan resmî bilgilere nazaran kentte 11 500 ev Yunanlılar tarafından yakılmıştır. Bundan başka 50 cami, mescit ve tekke 400 kadar han, hamam, mağaza ve dükkân, 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul, medrese, 20 resmî bina yakılmış ve yıkılmıştır. (17)
Düşmanın çekilmesi anında 205 kişi daha şehit edilmiştir. Şehir bir harabe haline gelmiştir. Bu esnada Aydın’da bulunan Aydın Millet vekili Doktor Mazhar Bey düşman zulümleri hakkında geniş bilgi vermiştir. Yunanlılar Aydın’ı terk etmeden bir hafta evvel halkın eşyalarını istasyonda depolamış ve bir hafta boyunca devamlı olarak yakma ve yıkma işleriyle meşgul olmuştur. Yakma ve yıkma işi bittikten sonra katliama başlayacak olan Yunanlılar Türk askerinin iki koldan Aydın’a girmeleri üzerine yıkılmak üzere fabrika ve sair büyük binalara kapattıkları halk canlarını kurtarabilmiştir. Ancak Yunanlıların istasyonda depolayıp götüremedikleri halka ait mal ve eşyayı tamamen yakmışlardır. (18)
1919 Ağustosu başında Yunanlılar, Aydın ovasındaki bütün köyleri yaktıktan sonra Aydın şehir merkezinde de yangınlar çıkardılar. Kaçamayan Müslümanları hunharca öldürdüler. Germencik’te isimleri tespit edilebilen bin sekiz yüz Müslüman genç öldürüldü. Hızırbeyli köyündeki erkekler camide toplu olarak şehit edildiler. Katliâmın durdurulması ve işgalin kaldırılması için Museviler de dahil Aydın halkının ileri gelenleri İtilaf Devletleri mümessillerine telgraflar çektiler. (19)
Avrupa Konferansı’na güvenen halktan hiç bir direniş görmeden Nazilli’yi işgal eden Yunan kuvvetleri, dinî ve millî değerleri rencide edecek davranışlarda bulunuyorlardı. Müslümanların evlerine zorla girip kadınlara tecavüz ediyor, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Yunan askerlerini şikayet edenler derhal tutuklanıyordu. Evinde silah çıktığı bahanesiyle ve hiçbir tahkikat yapılmadan birçok Müslüman hapsedildiği gibi bazıları da kurşuna diziliyordu. (20)
Bu yerlerdeki bütün Türk halkına ait olan arazi işletilmekte ve sahiplerinden üç misli ve üç senelik vergi ödenmesi talep edilmekteydi. Halkın el ve avuçlarında kalan son para varlığı da alınmakta olduğu gibi kesim ve iş hayvanlarına varıncaya kadar sahip oldukları ne varsa hepsi halkın elinden alınıyordu. (21)
Hemen her köy ve kasabada açılan meyhaneleri işleten Rum meyhanecileri İslâm halka “şu kadar rakı borcun var” diyerek, bir kuruş borcu olmadığı ve hatta çoğunun öteden beri ağzına içki koymadığı halde Müslüman halkı soymak amacıyla istedikleri parayı zorla alıyorlardı. Vermeyenler hakkında bölgedeki Yunan komutanlıklarına başvurarak o zavallı İslâm halkın eşyasını sattırıp, yalan söyleyip inkâr ediyorlardı. Asılsız nedenlerle halka dayak atılıp işkence ettikten sonra bilinmeyen bir yere sürgün olarak gönderiyorlardı. (22)
İşgal esnasında Nazilli halkından Mehmet Turgut adındaki şahsın genç kızı su almak üzere mahalle çeşmesine giderken yolda karşısına çıkan Yunan askerleri tarafından yakalanıp zorla ırzına tecavüz edildikten sonra zavallı kız aynı yerde öldürülmüştür. Bu arada birçok genç kadın ve kızların da ırzlarına tecavüz edildikten sonra Atina’ya gönderilmişlerdir. (23)
Neticede hemen hergün periyodik ve sistemli bir yok etme siyasetiyle şehit edilmekte olan kadın, erkek Türk halkı hayatı ve namusu, servet ve mukaddesatı gibi en kutsal varlıklarına taarruz ve tecavüz edilmesi, alışılmış olaylar sırasına girmiş ve az zaman içinde bu talihsiz halktan hiçkimse ve serveti dahil hiçbir şey kalmayacak şekilde mahvedilmişti.
Yukarı Nazilli’de 4000, aşağı Nazilli’de 1500 ev bulunmakta idi. Yukarı Nazilli’den 3000, Aşağı Nazilli’den de mevcut evlerin 2/3’si yakılıp yıkılmış ve ilçe namına hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Evvelce Yukarı Nazilli’de 12000, Aşağı’da ise 5000 nüfus varken sonunda kentte ancak 3000 kişi kalmıştı. Düşman çekilirken ilçeyi yakmış, bu esnada 300 kişiyi öldürmüş ve cesetler çoğunlukla kuyulardan çıkartılmıştı. (24)
MANİSA VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ
15 Mayıs 1919 da başlayan ve üç sene dört ay kadar devam eden Yunan barbarlığını anlatan en iyi kaynaklardan biri de o günlerde yayınlanmakta olan gazetelerdir. Bu gazetelerden biri olan Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesinin verdiği bilgiye göre, “Manisa’da 10.700 ev, 13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 16 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik binası 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmıştır. 3.500 kişi ateşte yakılarak, 855 kişi de kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Manisa’nın içinde 300’den fazla İslam kızına tecavüz edilmiş ve bunların bir çoğu alınıp götürülmüştür. İl sınırları içinde bulunan tüm hayvanlar sürülüp götürülmüştür. Beraberlerinde alıp götürdükleri genç kızlardan hiçbiri geriye dönmemiştir. Halkın ziynet eşyası ve paraları kamilen alınmıştır. Köyleri yaktıran ve katlettirenler ise Yunan mevki komutanı Albay Paguraci ile muavini yarbay Kalipos’tur. (25)
Manisa yangınının zarar ve ziyanı 50.000.000 lirayı (1921 yılındaki para değerine göre) geçmektedir. Ayrıca Rumlar, Manisa’da İslam halkın dini ve milli duygularını tahrik ve tahkir etmişlerdir. Örneğin mezarlık kapıları kırılarak mezarlar üzerinde hayvan sürüleri gezdirilmiştir. Rumlar Sultan Tepesi’ne ve Ulu Camiye zorla girmişler Kuran-ı Kerim cüzlerini parçalamışlar, caminin minaresine çıkarak Rum mahallelerine mendil ve şapka sallamışlar ve şehrin tarihi saat kulesine çan takmışlardır. (26)
Manisa için anlatılan feci olayların çevre ilçelerde de aynen tekrar edildiği anlaşılmaktadır. 6.000 haneli Turgutlu’da 5800 evin tamamen yakıldığı ve 1200 civarında insanın katledildiği beyan edilirken ateşe verilen Alaşehir’de ise 4000 evden sadece 100 tanesi sağlam kaldığı ve yangından canını kurtarmak isteyenlerin kokak başlarındaki Yunan askerlerine hedef olduğu anlatılmaktadır. Alaşehir’deki yangında 3000 dükkan, 10 cami, 20 mescit tamamen yanarken, şehirden istasyona götürülen 300 kişilik kadın kafilesi Yunan makinalı tüfeklerinin ateşi altında kalmış ve çoğu ölmüştür.
Salihli, Akhisar, Gördes, Bergama, Menemen, Kınık gibi ilçeler ve bunlara bağlı köyler de Turgutlu ve Alaşehir gibi Yunan barbarlığına sahne olmuşlardır. Binlerce ev, işyeri, cami, mescit, okul ve istasyon yıkılmış yüzlerce insan insanlık dışı işkencelere maruz kalmış ve bir çoğu da öldürülmüştür. Sadece Menemen’in içinde 300, civarında da 700 kadar Müslüman şehit edilmiştir. (27)
Yunan kuvvetleri Manisa’yı işgalleri sırasında bağ ve bahçelerinde çalışırken tutuklanan yüzlerce Müslümanı İzmir üzerinden Atina’ya gönderdiler. Mısır’da esirken İngilizlerce serbest bırakılan yüz altmış kadar Müslüman da Manisa’da Yunanlılar tarafından tekrar esir edildi. Ağır şartlarda çalıştırılan bu esirler, gıdasızlık ve işkence yüzünden vefat ettiler. (28)
Yunanlılar Manisa’yı terk ederken, daha evvel hazırlanmış olduğu anlaşılan plân gereğince, Yunan Merkez Komutanı Yagorci ile Kurmay başkanının emir ve idaresi altında olmak üzere hareketle yangın, göğüsleri kırmızı işaretli ve başları siyah kalpaklı yangın postaları tarafından başlatıldı.
Şehir ateşe verilmeden 3 gün evvel Rum ve Ermeniler göç etmeye başlamış, hatta Musevilerin bile son gün göç etmelerine izin verildiği halde, Müslüman halkın şehri terk etmelerine engel olunmuştur. Yangın 6 Eylül 1922 akşamı ilk olarak kışlada çıkmış sonra çarşıya benzin dökülüp bombalar atılarak yakılmaya başlamış ve bu esnada hemen yangını söndürmeye gelen halka Yunan askerleri tarafından ateş açılarak halkın bir kısmı katledilmiştir. Yangın az zamanda birçok yerlerden çıktığı için halk elbise ve eşyalarından hiçbir şey kurtaramamıştır. (29)
Kadın, erkek, çoluk, çocuk yarı çıplak ve perişan bir halde dağlara, ovalara dağılan biçareler yollarda Yunan çeteleri tarafından soyulduktan sonra birçoğu da katledilmiştir. Bununla beraber çok sayıda kadın, ihtiyar ve çocuk şehirden dışarı çıkamadıkları için alevler içinde yanarak yok olmuşlardır. Gerek yangından evvel soygun yapılırken, gerek yangın esnasında Müslüman halk dağılırken çok feci olaylar meydana gelmiştir. (30)
Tire kasabasında 18, Ödemiş’te 60, Akhisar, Kırkağaç, Soma kasabalarında ve Gördes’te 83 İslâm köyünü ve 800 evi, ayrıca Kayacık bu cağını kamilen yakmışlardır. Binlerce halk evsiz kalmıştır. Bu faciadan kurtulabilen halk da malları gibi canlarından da emin olmadıklarından dağlara ve ormanlara sığınmışlardır. (31)
Ödemiş’i işgale gelen Yunan askerlerine mahalli kuvvetlerin karşılık vermesi üzerine, takviye alan Yunan birlikleri civardaki birçok köyü ve kaza merkezindeki çok sayıda evi ateşe verdiler. Ele geçirdikleri Müslümanları şehit edip, mallarını yağmaladılar. Bunun üzerine halkın bir kısmı göç etmeye başladı. (32) Ödemiş ve Tire dışında yine birçok işgal altındaki bölgelerde gerek Yunan askerlerinin, gerekse bundan cesaret alan yerli Rumlar’ın devleti hor görme, millete hakaret, ırza, mala tecavüz ve taşkınlıkları hat safhaya ulaşıyordu. (33)
Yunan mezalimi günden güne artmış, 3 Mart 1920’de Bozdağ tarafından taarruza geçmiş olan Yunan işgal kuvvetleri, Ödemiş’e bağlı 5-6 köyü yakmışlar, tamamı Türk olan halkın yoğun top ateşi altında canını zor kurtarmış ve Salihli taraflarına göç etmiştir. (34) Yunanlılar, Bozdağ civarındaki köylerden kaçamayan erkekleri katletmiş, kadınların da bir kısmının ırzına geçerek öldürmüşlerdir.
Gördes
Gördes ilçesi Kuvâ-yı Milliye’nin yatağı olduğu iddiasıyla, ilçenin yakılmasına memur edilen Yunan askerî kıtaları tarafından top ateşine tutularak tamamen yakılmıştır. Yangın sırasında şehirden çıkamayan birçok yaşlı, kadın ve çocukların da yandığı görülmüştür.
Geri çekilme anında Yunanlılar tarafından yakılan Gördes ilçesinde yalnız 27 ev ile ilçe dışında bulunan jandarma binası ve halka ait olan bağlarda birkaç ufak kulenin yangından kurtulduğu görülmüştür. Halkın yağma edilen eşyası dışında kalanlarının ve hükümet dairelerindeki tekmil ve mefruşatın yangında kül olduğu tespit edilmiştir.
Bu felâketten sonra Demirci’ye 1500 muhacir sığınarak 500’ünün daha sonra geri döndüğü ve 1000 kadar nüfusun o tarihte köy olan Demirci’ye yerleştirildikleri Dahiliye Nezareti’nden Erkanı Harbiye’yi Umumiye Reisliği’ne bildirilmiştir. (35)
Gördes’te yapılan Yunan vahşet ve zulümleriyle ilgili olarak bir başka belge (Hakimiyeti Milliye Gazetesi) yukarıdaki olayları teyit ederek ayrıca şu bilgileri vermektedir:
Gördes kasabası kamilen yakılmış, 1500 evden ancak 27 ev kurtulabilmiştir. 10 cami ile bir medrese de yakılmıştır. Kasabadaki evlerin tüm eşyası Yunanlılar tarafından gasp edilmiştir. Akhisar civar köylerinde yaşayan Hıristiyanların arabalarıyla bu eşyalar götürülmüştür. Gördes kasabasıyla Kayacık köyünde 60 kadar kadın ve kızın namusuna tecavüz edilmiştir. Gördes kasabasıyla civar köylerde kadın ve erkek 23 kişi şehit ve 113 kişi de çeşitli yerlerinden yara almışlardır. (36)
Alaşehir
İlçe Yunanlılar tarafından baştan başa yakılmış, halkı kısmen öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, yapılan zulüm ve tahribat tespit edilememiştir. Alaşehir’den itibaren Manisa, Salihli, Turgutlu ve bu bölgedeki köyler de yakılmış, vahşet, zulüm ve cinayetler aynı yöntemlerle yapılmıştır. Boz köy kamilen yanmış, köyün görkemli camii de bu arada tahrip edilmiştir. Köyde Kayapınarlı bir kişi kurşunla öldürülmüştür. Köye ait tekmil erzak ve hayvanlar zorla alınarak götürülmüştür. (37)
Bergama’yı işgal eden Yunanlılar, Müslümanları katlederek, ırzlarına tecavüz, mal ve paralarını gasp ettiler. Bu mezalim yüzünden 50 binden fazla Müslüman sefil bir halde mülteci durumuna düştü. (38)
Bandırma’nın işgalinin ardından, yerli Ermeni ve Rumlardan çok sayıda kişi Yunan kuvvetlerine asker olarak katılmış, bir kısmı da çeteler oluşturmuştu. Bu gelişme üzerine harekete geçen efeler, oluşturdukları kuvvetlerle kısa sürede bu çeteleri bertaraf etmişlerdir. Bandırma’da bulunan Yunan kuvvetleri işgal süresince halka zulmetmişler, olmadık hakaret ve saldırılarda bulunmuşlardır. Bedelinin ödeneceğine dair ilanat vermelerine rağmen, halkın ekinine, hayvanlarına el koyarak kendi gemilerine yüklemişlerdi. Bilhassa Ermeni çeteciler halktan ve askerimizden pusuya düşürdüklerini hunharca katletmişlerdi. Bu saldırılara karşı bölgede hareket halinde olan Bacak Hasan, Talaşmanlı Hurşit, Pıtır Hüseyin, Gönenli Hasan gibi namlı efeler Rum ve Ermeni çetelerine bölgeyi dar etmişlerdir.
Bandırma’da bulunan Yunan Merkez kumandanı, Erdek ve Edremit diğer bazı kazaların mali işlerine müdahale ediyor, mal sandıklarından cebren para alıyordu. Buralardaki düyûn-u umumiye depolarında bulunan yağ ve zeytinlere el koyuyorlardı. İzmir’den gelen bir Yunan memuru, beraberindeki subayla birlikte Karesi livası defterlerini kontrol ediyordu. (39)
Yunanlıların Bandırma ve yörelerinde yapmış oldukları zulüm ve vahşet sonucu meydana gelen zarar ve ziyan şöyleydi:
Ölü sayısı : 890
Yaralı : 1219
Dayak ve işkence : 2228
Irza tecavüz : 113
Bekâret Giderme : 94
Yakılan ve Yıkılan Ev sayısı : 6134
Mağaza ve dükkân : 1357
Resmî Daire : 32
Dinî bina : 28
Mal ve Eşya
Koşum hayvanı : 4819
Kasaplık hayvan : 13424
Mahsul : 116 232 Kilo
Zayiat Değeri
Gayrimenkul : 54 688 055 Lira
Menkul : 45 312 045 Lira
TOPLAM : 100 000 000 Lira (40)

Edremit ve yörelerinde Yunanlılar tarafından 26 kişi katledilmiş, 29 kişi de dayak ve işkenceye maruz kalmıştır. Yunan milis teşkilâtında askerî öğretmen olan Panayot adındaki Yunan Edremit merkez ilçesini yakacağım diye çarşı ortasında naralar atarken tespit edilemeyen diğer bir kişi de elinde bulunan bir bombayı geri çekele gün, İslâm halkından terzi Sami’nin dükkânı içerisinde mevcut bulunan kalabalık üzerine atacağı sırada Belediye çavuşu Abdurrahman adındaki gözü pek bir delikanlı bombayı elinden alarak atmasına engel olmuştur. Biri kasabayı yakmak, diğeri elindeki bombayı kalabalık halk üzerine atmak üzereyken kasabanın etrafında toplanan Türk Millî Kuvvetleri’nin anî taarruz ve hücumu üzerine Yunan katilleri bu emellerine erişememişlerdir. (41)
Sındırgı ilçe kaymakamı Şakir Bey ile bölge eşrafından 38 kişi ve halktan da 300 kişilik bir kafile korumasız olarak, Yunan komutanlığınca Akhisar’a gönderilmiş ve orada her biri ayrı ayrı tutuklanmıştır. 28 gün kadar tutuklu kaldıktan sonra Kaymakam Şakir Bey’e bir suç isnat ettiremedikleri için “bir yanlışlık olmuş” denilerek Şakir Bey’i serbest bırakmışlardır. (42)
MİLLETLERARASI ARAŞTIRMA KOMİSYONU’NUN PARİS BARIŞ KONFERANSI’NA SUNDUĞU RAPOR (43)
Yunanistan Batı Anadolu’daki vahşet ve zulümleri Avrupa kamuoyu tarafından öğrenilmeye başlanmıştı. Bu gelişme Venizelos’u rahatsız ediyordu. Çünkü o sıralarda Paris’te devam eden sulh görüşmelerinde Yunanistan zor durumda kalabilirdi. Onun için Venizelos Yunanistan’ın Batı Anadolu’daki vahşetine ilişkin bütün haber, iddia ve eleştirileri asılsızlıkla suçlayarak reddediyordu.
Fakat söz konusu vahşet saklanacak ya da gözardı edilebilecek boyutlardan çoktan çıkmıştı. Sadrazam Vekili Mustafa Sabri 15 Temmuzda Yunanlıların mezalimde bulundukları yerlere bir tahkik komisyonunu gönderilmesi için telgrafla ricada bulundu. (44) Mustafa Sabri’nin bu talebi İtalya’nın da ısrarı sonucu Paris Konferansındaki Yüksek Konseyin 18 Temmuz tarihli toplantısında ele alındı. Toplantı sonucunda tahkik komisyonunun kurulması kararlaştırıldı. Komisyonda İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan temsilcileri bulunacaktı. Yunanlılara ve Türklere gözlemci gönderme izni verilmiş olmasına rağmen bu kişilerin heyetin asıl toplantılarında bulunmalarına izin verilmedi. Amaç, tanıkların korkmadan ifade verebilmelerini sağlamaktı. Bunun yerine heyete, bütün gerekli verilerin, yani muhtemelen tanıkların isimleri olmaksızın ifade tutanaklarının gözlemcilere teslim edilmesi talimatı verildi. (45) Türkiye’den Yarbay Kadri, Yunanistan’dan da Albay A.Nazarakis, komisyonda gözlemci idiler.
İzmir faciasını araştırmakla görevli komisyon Amiral Bristol’un başkanlığında çalışmalarına başladı. (46) Komisyon kısa zamanda Batı Anadolu’nun bir kısım şehir ve kasabalarını dolaştı. Cephe gerisinde zulme uğramış Türk köylüsü ile yunanlıların elinden kaçmayı başarabilmiş Türk insanları ile konuşup şikayetlerini dinlediler. Yakıp yıkılan yerleri dolaşıp gözleriyle gördüler. Tecavüze uğrayan kadın ve kızlarla konuştular. (47) Bütün bu incelemeler sonucunda hazırladıkları geniş kapsamlı raporu 13 Ekimde 8 Kasım günü yüksek Konseye sundular. Rapor sadece Yunanlıların yaptıklarını değil, öncelikle İzmir’e asker gönderilmesi kararını itham eden son derece sert bir belgeydi. 12 Ağustos ve 6 Ekim 1919 tarihleri arasında yapılan tahkikata göre, her maddesi önemli olan bu raporun bazı maddeleri şunlardır:
Madde 1 : Mütarekeden beri, Aydın vilayetinde Hıristiyanların emniyeti tehdide maruz kalmamıştı… Yani Hıristiyanların katliama uğrama korkuları yerinde değildi.
Madde 2 : Aydın ve bilhassa İzmir illerindeki emniyet şartları, İzmir tabyalarının mütareke şartlarının 7 numaralı maddesine göre işgalini gerektirmiyordu. Vilâyet içerilerindeki durum da, müttefik birliklerin İzmir’e çıkarma yapmasını icap ettirecek gibi değildi.
Madde 5 : İzmir’in Yunan kuvvetleri tarafından işgali, barış konferansı tarafından emredilmişti. İşgal emirleri, bu konferansı temsil eden Amiral Calthorpe tarafından verilmişti. İzmir şehri, 5 Mayıs 1919’da Amerikan, İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan Deniz Kuvvetleri’nin himayesindeki, Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmişti.
Madde 8 : Yunan komutanlığı Yunan kuvvetlerinin şehir içinde yürümesi sırasında asayişi muhafaza için önceden hiçbir tedbir almadı.
Madde 13 : Subay ve askerleri ve vali ve idare amirlerini ihtiva eden grup, Konak Meydanından, hapsedildikleri Patriz gemisine götürüldükleri yol üzerinde, kendilerini takip eden kalabalık ve hatta kendilerine refakat eden askerler tarafından kaba muameleye maruz bırakılmışlardır. Bütün bu tuttuklarının malları ve paralan çalınmıştır. Hepsi “Yaşa Venizelos” diye bağırmak ve elleri havada yürümek mecburiyetinde bırakılarak, bazıları katledilmiştir.
Madde 14 : 15 Mayıs ve takip eden günlerde Yunan birlikleri, aralarında muayyen miktarda 14 yaşında ufak çocukların da bulunduğu 2.500 şahsı keyfi olarak tevkif ettiler. Hatta bazı mekteplerin idareci ve talebeleri de Patris gemisinde hapsedildiler. Bu mevkufların büyük bir kısmı fena muamele görmüşler, eşyaları yağma edilmiş ve günlerce kabul edilemeyecek hijyen şartları altında mevkuf tutulmuşlardır.
Madde 15 : 15 ve 16 Mayıs günleri, şehirde Türk halkına ve evlerine karşı şiddet ve yağma hareketlerine girişilmiştir. Fesler Türklerin başlarında çekip alınmış ve kendileri bu şapka ile sokağa çıkma cesaretini artık gösteremez olmuşlardır. Birçok kadınlara tecavüz edilmiş ve cinayetler işlenmiştir. Bu şiddet hareketleri ve yağmalar çoğunlukla şehrin Yunan ahalisi tarafından yapılmış fakat askerlerin de bu hareketlere karıştığı ve askerî makamların da bu hareketleri önleyici tesirli tedbirleri geç olarak aldığı tespit edilmiştir.
Madde 16 : İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği güne ait ölü ve yaralı sayıları, Yunanlılar ve Türkler tarafından değişik miktarlarda tahmin edilmiştir.
Bu miktar yaklaşık olarak aşağıdaki şekildedir.
Yunanlılar : Asker, 2 ölü ve 6 yaralı sivil, 20 ölü, 20 boğulma vakası, 60 yaralı, Türkler : 300-400 arasında zayiat (yaralı veya ölü)
43 Yunanlı, 13 Türk, 12 Ermeni ve bir Yahudi bulunmaktaydı.
Madde 32 : Yunan kıtaları Aydın civarında silâhlı keşiflerde bulunmuşlar ve bu keşiflerin sonunda birkaç köy yakılmıştır. Ayın 27’sinde bu keşif kollarından biri çeteler tarafından geri püskürtülmüş ve Aydın içine kadar kovalanmıştır. Yunan kumandanının ve şahitlerin ifadesine göre, geri çekilmekte olan Yunan kıtalarının demir yolunun güneyinde bulunan Türk mahallesinden geçişleri esnasında Türk halkı tarafından üzerlerine ateş edilmiştir. 29 sabahı Türk mahallesinde patlak veren yangınlardan birkaçı bu muharebe esnasında meydana gelmiştir.
Alevler içinde kalan mahalleden kaçmaya çalışan kadın, erkek, çocuk Türklerin büyük bir kısmı mahalleyi şehrin kuzey kısmına bağlayan bütün yollan tutan Yunan askerleri tarafından sebepsiz olarak öldürülmüşlerdir. Şüphesiz ki, Yunan Kumandanlığı ve askerleri bütün soğukkanlılıklarını kaybetmişlerdi. Yunanlılar 29’u 30’a bağlayan gece bir çok cinayetler ve suikastler işledikten sonra şehri terk etmişlerdir.
Madde 35: 29 Haziran ile 4 Temmuz arasında meydana gelen yangınlar, 8.000 Yunanlı ile birlikte nüfusu 20.000 olan Aydın şehrinin 2/3’ünü tahrip etmiştir. Yanmamış olan evler ise yağma edilmişlerdir.
Madde 42: 17 Haziranda Bergama’nın tahliyesinden sonra Menemen’de toplanan Yunan kıtaları ciddi bir sebep olmaksızın müdahale edilecek durumda olmayan Türklerin katliamına girişmişlerdir. Belediye makamlarının bildirdiğine göre 1000’den fazla Türk öldürülmüştür. (48)
Tahkikat Komisyonu üyeleri:
Amiral Bristol General Bunoust
ABD Delegesi Fransız Delegesi
General Hare General Dall’oho
İngiliz Delegesi İtalyan Delegesi

Yunan mezalimini gayet açık bir şekilde anlatan bu raporu hazırlayan İngiliz, Fransız ve Amerikan yetkileri, aslında Yunanistan’a işgal izni veren, Lloyd George, Clemenceau ve Wilson’un yani kendi başkanlarının suça ortaklıklarını da ortaya çıkarmışlardır. Çünkü bu başkanların Yunanistan’a işgal izni vermelerinin asıl nedeni, kamuoylarına duydurdukları gibi, Batı Anadolu’daki Rumların katledilme tehlikesi değil, burasını Türklerden temizlemek ve İtalyan işgaline fırsat vermemekti.

MİLLİ ORDUNUN ZAFERLERİ VE KAÇAN YUNANLILARIN VAHŞETİ
İzmir’de başlayıp gittikçe yayılan Yunan vahşet ve zulmü ikinci yılına yaklaşırken ilk günkü şiddetini hala devam ettiriyordu. Fakat bu süre içerisinde başlangıçta Kuvâ-yı Milliye adı altındaki bölgesel direniş güçleri de gelişerek düzenli ve milli bir ordu halini alıyor Türk mukavemetini kuvvetlendiriyordu. Nitekim 9-10 Ocak 1921 tarihinde Birinci İnönü muharebesini kazanarak kendini ispatlayan bu ordu Türk halkının kendine olan güvenini arttırdığı gibi Mustafa Kemal tarafından Ankara’da kurulmuş olan hükümetin prestijini de arttırmıştı.
Yunanlılar açısından değerlendirildiğinde beklenilmeyen bir hezimet denilebilecek bu muharebenin hemen ardından 26 Mart’ta başlayan Yunan taarruzu bu kez Ankara ile birlikte tüm yurda daha büyük moral kazandıran 31 Mart-1Nisan 1921 tarihli ikinci İnönü zaferiyle neticelenmişti. Bu ikinci hezimetten sonra Yunan askerleri geri çekilmeye başlamıştı. Batı cephesi Komutanı İsmet Paşa 1 Nisan’da Ankara’ya çektiği telgrafın sonunda, “Düşman binlerce maktulleriyle doldurduğu muharebe meydanını silahlarımıza terk etmiştir diyordu. (49)
İkinci İnönü muharebesinden sonra geri çekilen Yunan kuvvetleri daha sonra ileri harekata geçerek, 13 Temmuzda Afyon–Karahisar 17 Temmuz’da Kütahya, 19 Temmuz’da Eskişehir’i almışlar ve Türk ordusunun taktik gereği geri çekilmesi sonucu Sakarya Nehrine kadar gelmişlerdi. Fevzi Paşa Yunan ilerleyişi hakkında, “Düşmanın Anadolu içlerine uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu yeni sefer düşmanın ölüm yolculuğudur” diyordu. (50)
Yunan kuvvetleri “Megali Idea” düşlerine uyarak soy kırım amacını gerçekleştirebilmek için Sivrihisar, Haymana ve Polatlı yörelerine kadar ilerlediler. Ancak, 13 Eylül 1921 günü Sakarya Savaşı’nı hiç ummadıkları bir sonuçla kaybedip çekilmeye başladıkları andan itibaren de soykırım rüyasından uyandılar. Bilhassa 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruzla beraber panik halinde çekilmeleri esnasında bu sefer mağlubiyetin vermiş olduğu kin ve korkunun dehşet ve etkisi altında geçmiş oldukları her yeri yakıp yıktılar. Önlerine çıkan her Türk insanına akıla gelmeyecek ve hayal edilemeyecek şekilde vahşet, cinayet, işkence ve zulüm yaparak ileri harekât anında yaptıklarının daha da vahşicesini yaptılar.
Yunanlılara son darbe 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesinde vurularak ordularının önemli bir kısmı imha edilmiştir. Canını kurtarabilen Yunan askerleri ise bütün teçhizatını cephede bırakarak panik halinde kaçmaya başlamışlardı. Ne var ki cephedeki hezimetin acısını cephe gerisindeki savunmasız Türk halkından çıkaran Yunanlılar kaçarken, yolları üstündeki tüm köy, kasaba ve şehirleri taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak biçimde yakmış, yıkmış, harabeye çevirmiştir. 4500 haneli Alaşehir’de 4 Eylülde, 15 ayrı yerde aynı anda yangın çıkararak ilçeyi tamamen yakmışlardır.
Batı Anadolu’dan ümidini kesen Yunan askerleri ve bu askerlerin bütün vahşiliğine iştirak eden yerli Rumlar, canlarını kurtarmak için liman şehirlerine kaçıyorlardı. Ne var ki tahliye ettikleri bütün Türk topraklarını ve buralardaki Türk ahalisini de çeşitli şekillerde imha ediyorlardı. Üstelik bu imha faaliyetleri rasgele değil, işgal ederken yaptıkları gibi planlı bir şekilde komutanların emriyle uygulanıyordu.
Gerçekten Yunan askerleri Generalin sözlerini boşa çıkarmamış unutmadığımız, unutamayacağımız bir vahşet sergilemişlerdir. Özellikle adına “Tahrip Taburları” denilen özel birlikler aldıkları emir doğrultusunda bu planlı vahşetin uygulayıcısı olmuşlardır. Ayrıca yerli Rumların oluşturduğu ve içinde Ermenilerin de bulunduğu çeteler de birer tahrip taburu gibi çalışmışlardır.
Bu şekilde yüzlerce yerleşim yerini yakıp yıkıp harabeye çevirerek, binlerce insanın canına kıyarak denize doğru kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar birbirlerini çiğneyerek gemilere binmeye çalışmışlardır. 15 Mayıs 1919’da Megali İdea hayaliyle gemilerden inen askerler ve onları coşkuyla karşılayan yerli Rumlar şimdi o gemilere binmek için birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Eylül 1922’de ilk hedef olarak Akdeniz’i gösteren ünlü emrini vermesi üzerine, Türk Silahlı kuvvetleri batıya doğru kaçmakta olan Yunanlılar’ın peşini bir an olsun bırakmadı. Yunan birlikleri kaçarken, rastladıkları Müslüman köylerini yakıp yıkıyorlardı. Yüzlerce yıl rahat ve huzur içinde yanyana kardeşçe yaşadıktan sonra, Yunan ordusunun gelişi ile canavarlaşarak, bu ordu ile işbirliği yapan, silahsız Türk halkının boğazına sarılan, binlerce masumu insafsızca katleden, fakat bozguna uğradıkları bu günlerde yaptıklarının hesabını veremeyecekleri için kaçmakta olan Yunan ordusu ile birlikte yerli Rumlar da denize koşuyordu. (51)
Geri çekiliş sırasında birçok yeri ateşe veren ve halkının çoğunu “camilere ve evlere doldurarak” yakıp kül eden Yunanlılar, çok sayıda silah, cephane, araç-gereç bırakarak, binlerce gencini Anadolu topraklarına gömerek, birçoğunun da esirliğe terk ederek maceralarını sona erdirdiler. 1918’den 1922’ye kadar süren süre içerisinde Yunan milleti hayal peşinde koşan kişilerin yönetimi altında çok şey kaybetti, katil ve kanlı bir millet olduğunun bir defa daha kaydedilmesi oldu. (52)
Sonuçta adalet dağıtmak için Batı Anadolu’ya gediklerini söyleyen Yunanlılar, daha işgalin başladığı gün İzmir’i kana buladılar. İzmir ve art bölgesindeki Türk halkı yaklaşık 40 ay ızdırap içinde yaşadı. Bu ızdırap, Yunan ordusunun Anadolu içlerine yürümeye karar verdiği dönemlerde daha da arttı. Oysa aynı dönemde, bölgedeki Rum ve Ermenilerin büyük bir kısmı işgalcilerle bütünleşerek Yunan ordusuna maddi ve manevi her türlü yardımı yapıyordu. Ancak Yunan ordusunun bütün çabaları, Ankara’da alevlenen milli uyanışı söndüremedi.

SONUÇ
Yunanlıların asıl amacı, bir hayal ürünü olan “Megali Idea” hedeflerine ulaşmaktı. Bunun için Anadolu’nun Ege kıyılarını ele geçirerek hem bölgenin emniyeti ve hem de soy kırımı girişimleriyle Türk halkının imhası ve kalanların da Doğu Anadolu’ya sürülmesiyle orta Anadolu’ya kadar uzanan Türk topraklarını ele geçirerek vatanın bu bölümünde Yunan egemenliğini sürdürmekti.
Bu hayali emellerini gerçekleştirmek için yalnız istilâlarla yetinmeyip tek vücut olan Türk halkını da etnik gruplara ayırarak, vatanı içerden de parçalamaktı. Bu düşünceyle aynı bayrak altında, aynı gaye uğruna vatanın bölünmez bütünlüğü için canını feda etmekten kaçınmayan Anadolu halkı arasında bir ayrıcalık yaratarak Türk halkını parçalayıp, zayıflatmak gibi politik eylemlere de başvurmuşlardır.
Yunanlılar ileri harekâta başladıkları tarihten itibaren işgal ettikleri tüm sancak ve kazalarda konferans kararlarına ve taahhüd ettikleri şartlara kesinlikle uymamışlardır. Gittikleri her yerde yerleşmek, her türlü zorluğu çıkararak Osmanlı jandarmasının çalışmalarına hiçbir şekilde muvafakat etmemişlerdir. Hükümet konaklarını işgal ve Yunan bayrağı çekerek memurları başka yerlere nakle mecbur etmişlerdir. Hatıra gelmeyen bin türlü oyuna zorlayarak Türkleri ticaretten men’ ile iktisadi hayatı yalnız Rumlara bırakmışlardır. Hayatı ihtiyaç maddelerine narh koymak suretiyle köylünün elindeki bir tutam tereyağıyla yirmi yumurtasını cebren almışlardır. Türk köylerine silahlı müfrezeler göndererek Yunan idaresini istediklerine dair cebren sened imzalatmışlardır. Kuvâ-yı Milliye’ye mensubiyetleri töhmetiyle hemen her Türkü tevkif, darb, nefy ve en nihayet katletmişlerdir. Girdikleri yerden kesinlikle çıkmayacaklarını, çünkü Avrupalıların yardımıyla değil kendi kuvvetleriyle geldiklerini söyleyerek, Türkleri korkutma maksadıyla propagandalar yaptırmışlardır. Osmanlının bayrağını Türkün dînini, milletini alenen tahkîr etmişlerdir. Müslümanların namuslarına cebren girerek babasının gözleri önünde evlâdının ırzına, namusuna tecâvüz etmişlerdir. Türk’e ve Müslümana ait her ne varsa imha etmişlerdir. (53)
Bu işgaller ve zulümler sırasında kurtulabilen halk, kendilerini daha emniyetli yerlere atmaya çalışıyorlardı. Hatta bazı yerlerde daha Yunanlılar işgal etmeden köyleri boşaltmak mecburiyetinde kalıyorlardı. İşgal ettikten sonra Yunan zulmüne tahammül edemeyen Müslüman halkın büyük bir çoğunluğu çareyi kaçmakta buluyordu. Yunanlıların da zaten amaçları buydu. Çünkü bu sayede bölgede Türk nüfus azalacak yerine Rum göçmenleri iskan edilecekti.
Yunan Başbakanı Venizelos,işgal kuvvetlerini süratle arttırırken,bir taraftan da yerli Rumların yardımını sağlamak amacında idi. Çünkü Balkan Harbiden sonraki gerginlik sırasında ve Birinci Dünya Harbi içinde Batı Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmiş olan Rumları tekrar Anadolu’ya yerleştirmek için de acele ediyordu. Böylece üç yüzbin civarında Rum Anadolu’ya gönderilerek Batı Anadolu’yu Yunanlaştırmak siyaseti güdülüyordu.
Yunanlılar üç sene kadar kaldıkları Batı Anadolu ve Trakya’da şu andaki değeriyle trilyona varan maddi zararda bulundular. Lozan Anlaşmasıyla tek bir kuruş bile tazminat ödemediler. Yaptıkları maddi zararın tazminatı olarak, küçük bir kasaba olan Karaağaç’ı bize bıraktılar. Mukaddesatımıza ve ırzımıza yaptıkları tecavüzler ve zulümler, her zaman içimizde kanayan bir yara olarak kalacaktır.
O zamanlar öyle vahşi olan Yunanlılar acaba şimdi farklı mıdırlar? 1930’lu yıllarda başlayan Türk-Yunan barışı sahte dostluklardan başka bir şey kazandırmamıştır. Sözde barışın bozulmaması için Yunan zulmünü anlatan kitaplar “yasak” konumuna gelmiştir. İşgal yıllarında yaptıkları zulmü 1960’lı yıllarda Kıbrıs’ta yaptılar. Batı Trakya’daki soydaşlarımıza akla gelmedik baskılar uyguladılar.
Ayrıca Türkiye’nin tehdit unsuru olan PKK terör örgütüne yaptığı destek ve yardımlarla, teröristlerin yaptıkları zulümler, Yunan zulmünün devamı nitelindedir. Yunan, kendi yapamadığı zulmü, maşa olarak kullandığı PKK’ya yaptırmıştır.
Görüldüğü ki, Yunanlı’lar ellerine her ne zaman fırsat geçerse geçsin, Müslüman-Türk’e zulüm yapmaktadırlar. Ellerine geçirecekleri ilk fırsatta düşüncelerini tatbik etmede asla tereddüt etmeyeceklerdir. Onun için Türk insanı olarak her zaman uyanık olmalı dostumuza düşmanımızı iyi tanımalıyız.
Herşeyden evvel, bütün dünya bilmelidir ki Anadolu toprağı baştan sona kadar Türk’ tür. Binlerce seneden seri Türkün öz vatanı, Türk’ ün öz yurdudur. Düşmanlarımız hiç bir haklı gerekçeye dayanmadan Anadolu’ ya saldırırken Anadolu’ nun bazı yerlerinin “tarih-i Yunaniliğinden” bahs ederek dünya kamuoyunu aldatmağa çalışıyorlardı. Nitekim bir taraftan sözde eski Yunan toprağı olduğunu ileriye sürerek İzmir’ e taarruz ve tecavüz ederlerken, bir taraftan Batum’ dan İnebolu’ ya kadar uzanan Akdeniz bölgesini de vaktiyle mevcud bulunan Pontus Krallığı adına izafetle ve Pontus adı altında kendilerine mal etmek istiyorlardı.
11 Şubat 2001 tarihli gazetelerde ABD deki Rum lobisinin Kıbrıs’ı birleştirme hedefine ulaşmak üzere ABD nin yeni başkanı George Bush’u devreye sokma hazırlığına girdiğini gösteren haberler yer almıştır. Bu konuda hazırlanan bir mektup, Bush’a verilmek üzere imzaya açılmış ve 45 Yunan milletvekili mektubu şimdiden imzalamıştır.
Türk ve Türkiye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Yunanistan, yine her zamanki gibi tarihi gerçekleri saptırarak Türkiye aleyhine yeni bir karar aldı. Karara göre, 14 Eylül, Türkiye’nin Anadolu’daki Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma günü ilan edildi. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile varılan karar gereğince, 14 Eylül’de Yunanistan resmi daire ve okullarında Türkiye’nin Anadolu’da, Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma ve matem günü olarak kutlanacak. Karar Cumhurbaşkanlığı’nın onayından çıkarak İçişleri Bakanlığı’na gönderildi. Kararın bu yıldan itibaren yürürlüğe girmesi bekleniyor. İçişleri Bakan Yardımcısı Liapis Cunis, 14 Eylül’lerde her ilin bayraklarla donatılacağını, tüm resmi dairelerin ışıklandırılacağını, ayrıca tüm Yunan okullarında öğrencilere soykırım ile ilgili geniş bilgiler verileceğini belirtti.
Yunanlıların Kurtuluş savaşımız döneminde işgal ettikleri, özellikle Batı Anadolu bölgesinde işledikleri, savaş şartları ile hiçmi hiç ilgisi olmayan ve iki yıldan fazla sürdürdükleri insanlık dışı zulüm ve işkencelerle katliamlar konusunda, kendilerine savunma hakkı kazandırabilecek tek noktacık bile yoktur. Bu, artık onların o dönemdeki müttefiklerince de kesin gerçekler olarak kabul görmektedir.
Buna rağmen aradan geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman sonrasında Yunanistan’ın, bütün olayları tersine çevirerek Türklerin kendilerini soykırıma uğrattıklarını ortaya atmaları, teessüflerle karşılanacak bir siyasi skandaldir. Bu durum karşısında akla düşen soru şu olsa gerektir:
Yunanistan, Türk-Yunan dostluğu konusunda gerçekten samimi midir?
Türk kamuoyu bu sorunun kesin ve doğru cevabını bekleyecektir. Umalım ki bu bekleyiş boşuna olmasın. (54)

Aydın ve Yöresinde Yunanlılar Tarafından Yapılan Vahşet ve Zayiat. (İşgal anında olup çekilmedeki zayiat bu rakamlara dahil değildir.)
İnsan
Ölü : 415
Yaralı : 22
Dayak ve işkence : 112
Beraber Götürdükleri : 42
Irza Tecavüz : 90
Bekâret Giderme : 14
Çocuk Düşürme : 13
Yakılan Binalar
Ev : 28321
Mağaza ve Dükkân : 6965
Resmî Bina : 140
Dinî Bina : 91
Mal ve Eşya
Koşum Hayvanı : 9146
Kesim Hayvanı : 18465
Ürün : 125613 Ton
Zayiat Değeri
Gayri menkul : 281 970 000 Osmanlı Lirası
Mal ve Eşya : 67 045 061 Osmanlı Lirası

Prof. Dr. Metin Ayışığı
Kaynak : http://w3.balikesir.edu.tr/~metinay/soy1.htm