Romanya’da Yaşayan Türkler

Bölgedeki Türk toplulukları: Rumeli Türkleri, Tatar Türkleri
Romanya coğrafyasında Türkler çok eskilere dayanmaktadır. Eski Türk kavimleri olan Oğurlar (Uzlar), Peçenekler, Kıpçaklar ve sonra daha birçok Türk boyları Karadeniz Kuzeyinden gelip Romanya’ya yerleşmişlerdir.

XIIl-XIV’üncü yüzyıllarında Altın Ordu ve sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine giren bölgeye birçok Türk gelip yerleşmiştir. Yediyüz yıla yakın süren Osmanlı hakimiyet dönemi 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu yapılan Berlin anlaşması ile bitmiş, bağımsız hale gelen Romanya Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopunca Romanya’da yaşayan Türkler de anavatandan kopmuşlardır.

Bugün nüfusları 95 bin civarında olan Türkler, özellikle Tuna Nehri ile Karadeniz arasında kalan Dobruca bölgesinde çoğunlukla yaşamaktadırlar. Anadolu’dan göç eden Türkler, Kırım Türkleri (Tatarlar), Nogay Türkleri ile Gagauz Türkleri olan bu topluluklar Romenler’le iyi ilişkiler içerisinde iç içe ve barış içerisinde yaşamaktadırlar. Bugün Romanya’da Türk ve Tatar diye ikiye ayrılmış olan Türk toplumunu tek bir federasyon halinde birleştirme çabaları sonuç vermeye başlamış ve sağlam bir temele oturmak üzeredir.

Çavuşesku Sonrası Romanya’daki Azınlıklar

23 milyonluk nüfusu ve 237.000 km2lik yözölçümüyle Balkanların önemli bir ülkesi olan Romanya, 1989 Aralık ayındaki halk ayaklanmasından sonra, gerek siyasi gerekse ekonomik alanda girdiği darboğazlardan çıkmanın çabası içindedir. Eski Sosyalistlerden umduğunu bulamayan ama demokrasiye olan inançlarını yitirmeyen Romenler, geçtiğimiz yılın sonunda iktidara liberalleri getirdiler. Bunların, halkın beklentisine ne derece cevap vereceğini ise zaman gösterecektir. Yarım asırlık bir komünizm döneminden sonra dış dünyaya açılmaya çalışan Romanya, bir yandan da Rus tehditi karşısında Nato’ya girmeye çalışmaktadır.

Ülkenin kuzeyinde yer alan ve çekilmesi Ruslar tarafından durdurulan 14. Ordu, iki ülke arasında önemli bir problem olarak gündemdeki yerini korumaktadır.Romanya’nın nüfusunun %10’unu azınlıklar teşkil etmektedir. Bunların en büyüğünü 1.620.198 kişiyle Macarlar oluşturur. Diğerleri ise sırasıyla Romanlar (Çingeneler 409.723), Almanlar (119.000), Ruslar, Ukraynalılar, Türkler ve Leh, Çek, Yunan gibi küçük azınlıklardır. Romenler’in ileri derecede bir özerklik isteyen Macarlar dışında, azınlıklarla ilgili bir problemi yoktur. Bu sorun da iki ülke arasında imzalanan (16.09.1996) bir antlaşmayla şimdilik dondurulmuştur.

Romanya, azınlıklara tanınan haklar bakımından son derece ileri durumdadır. Bunda, 1989 Aralık ayındaki ayaklanmada Macarlar’ın oynadıkları rolün etkisi gözardı edilmemelidir. Romen anayasasının 6. Maddesiyle milli azınlıklara dil, din, kültür ve etnik özelliklerini ifade etme ve koruma hakkı tanınmış; kanunlar çerçevsinde kendi dillerini ve dinlerini öğrenebilmeleri, ana dilleriyle eğitim yapabilmeleri serbest bırakılmıştır. Buna karşılık Türk azınlığın, kendilerine tanınan hakları kullanma konusunda durumu hiç de iç açıcı değildir. Bunlara geçmeden önce, Dobruca Türkleri’nin tarihine kısaca bir göz atmak yerinde olacaktır.

Dobruca Türkleri’nin Tarihini Kısa Bir Bakış
İsmini, Kuman asıllı Dobrotiç’ten aldığı tahmin edilen Dobruca; Tuna ile Kardeniz arasında bulunan, 14.492 km2si Romanya, 7.780km2si de Bulgaristan sınırları içinda kalan bir bölgenin adıdır. 1992’deki nüfus sayımına göre Romanya 54.182 “Türk ve Tatar” vardır. Bunların 29.533’ü Rumeli, 24.649’u ise Tatar Türkü’dür. Gayri resmi kaynaklara göre ise bu sayının 80 bin ile 120 bin arasında olduğu belirtilmektedir. Gerçekten de, nüfus sayımına katılan görevliler Romenler’le evlenen alilelere gidemediklerini ifade etmektedirler. Türkler arasında, annesi babası Romen olan binlerce aile vardır.

Ayrıca Kılıraş (Calaraşi), Oltena (Oltenita), İbrail (Braila), Galats, Bükreş gibi illerde de Türk azınlığa rastlanmaktadır. Bunlar ise ancak %3 gibi küçük bir oran teşkil eder. Türkler’in %85’i Köstence’de, %12’si ise Tulça’da yaşamaktadır. Romanya’daki Tük azınlığın çoğunluğunu Rumeli Türkü ve Tatarlar teşkil etmekle birlikte; Ortadoks Türkler’den olan Gagavuzlar’a da rastlanmaktadır.

Bugünkü Dobruca Türklüğü’nün, çok eskilere uzanan tarihi bir geçmişi vardır. Düz, verimle, sulak bir yer olması sebebiyle, tarih boyunca birçok Türk kavminin yerleşim merkezi olan Dobruca bölgesi, dört buçuk asra yakın bir süre devam eden Osmanlı idaresiyle de, adeta bir Türk yurdu hâline gelmiştir. Bugün gerek Osmanlı gerekse Osmanlı öncesine ait arkeolojik tarihi birçok eserle, çeşitli yer adları (II. Dünya Savaşı’na kadar yüzlercesi değiştirilmekle birlikte) hala varlığını korumaktadır.

13. yüzyıla kadar, hep kuzeyden ve Orta Asya’dan gelen Türkler’in akınlarına sahne olan Karpat-Tuna Bölgesi’nde, ilk olarak M.Ö. 1000 yıllarında, proto-Türkler’den kabul edilen İskitler (Sciti) görülür. Bunlar, Romenler’in ataları kabul edilen Traklar’la temas kurarak Mangalya (ki bu ada İskitler’den kalmıştır) civarında bazı Romen aşiretlerini idaresi altına alırlar.

İskitleri, sırasıyla M.Ö. 375 yıllarında Batı Hun Türkleri (80 yıl); M. VI. yüzyılda Orta Asya’dan (Deşt-i Kıpçak) gelerek İstanbul’u bile kuşatacak kadar ilerleyen Avar Türkleri (VII. yüzyıla kadar); M.III. yüzyılda da Bulgar Türkleri (681-702) takip eder. 9. ve 10. Asırlarda Karpat-Tuna bölgesinde oluştuğu kabul edilen romen ulusu, 9. yüzyılın sonlarına doğru ise Peçenek Türkleri’nin istilasına uğrar. Bizans’ı da kendilerine dahil eden Peçenek Türkleri Avarlar’dan sonra İstanbul’u ikinci defa kuşatırlarsa da fethedemezler. On üç boydan oluşan bu Türkler’in biri de, bugünkü Gagavuz Türkleri’nin aslını oluşturan Oğuz/Uz’lardır. Brail ve Tulça’da Peçenek ve Oğuz/Uz Türkleri’nden kalan bazı yer adlarına rastlanmaktadır.

Peçenekler, XI. yüzyılın ortalarında (1057) Kuman Türkleri’ne mağlup olurlar. Kumanlar, bu yörede iki asra yakın hüküm sürdükten sonra Katolikliği kabul ederler. 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi’nda, Bizans Ordusu’nun önemli bir kısmını oluşturan Peçenek ve Oğuz/Uz Türkleri’nin; kendi dillerini konuşan soydaşlarını görünce, onların saflarına geçerek, savaşın kaderini değiştirdikleri, bilinen tarihi bir gerçektir.

1241’de kısa bir süre devam eden Moğoll akınları, buradaki Türkler’in, daha güneye inmelerine sebep olur. 13. asırda, bu bölgede güneyden gelen Türkler görülmeye başlar. M.1263-64’te, Konya Selçuklu Sultanı İzzettin Keykavus ve amcası Sarı Saltuk önderliğindeki Selçuklu Türkleri, Babadağ civarındaki Kavurna ülkesi adı verilen bir bölgeye yerleştiler. Bunlar, Sarı Saltuk’un ölümünden sonra Bizans’ın zorlamasıyla Hristiyanlığa geçerler. Dobruca adının da bu devletin başına geçen Kuman asıllı Dobrotiç’ten geldiği tahmin edilmektedir. Türk tarihçileri, bu asırdan itibaren bu bölgeden Dobruca yurdu olarak bahsetmişlerdir.

13. yüzyılın ortalarından 14. Yüzyılın sonlarına kadar ise, Altınordu Devleti’nin sınırlarının Tuna’ya kadar genişlemesi üzerine; Kıpçık Bozkırları’ndaki Tatar Türkleri’nden bir kısmı, Dobruca Bölgesi’ne gelip yerleştiler.

14. yüzyılda, Aydınoğulları Beyliği’nin Dobruca bölgesine yaptığı birkaç saldırıdan sonra, Balkanlar’da asırlar sürecek yeni bir dönem başlar. 1391’de, Osmanlılar’a vergi vermeyi kabul eden Eflak (Valahya), Yıldırım Bayezid’in 1397’deki Niğbolu Zaferi’nden sonra ise, kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçer. Boğdan ise II. Beyazıt’ın, 1484’te Kili(Kila) ve Akkirman’ı fethinden sonra Osmanlılar’a bağlanır.
Osmanlılar, Rumeli’ye ayak bastıklarında, buradaki Kuman, Peçenek, Oğuz Türkleri’yle karşılaşırlar. Bunlar, Osmanlılar’ın Rumeli’deki ilerleyişlerinde ve bölgede uzun süre kalabilmelerinde önemli bir rol oynamıştır.

Eflak ve Boğdan, Osmanlılar’a bağlandıkdan sonra önemli hak ve ayrıcalıklara sahip özerk bir prenslik olarak yönetilmiştir. Bunlarda, Osmanlı Kanunları tatbik edilmemiş Beylerbeyi ve kadı da gönderilmemiştir. Fakat bölgede hutud kalaleriyle, askeri teşkilat bulundurulmuştur.

II. Beyazıt, Dobruca’yı fethettikten sonra Karadeniz’in kuzeyinden çağırdığı Tatarlar’la, Anadolu’dan getirdiği çoğu konar-göçer (yörük) olan Türkler’i Dobruca’ya yerleştirir. 1783’te Kırım’ın Ruslar’a bağlanmasından sonra da bir kısım Kırım Türkü Dobruca’ya göç eder.

1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Romanya bağımsızlığını kazanır. Bu tarihten sonra ise Dobruca Türkleri akın akın “Ak Topraklar” dedikleri Anadolu’ya göçe başlarlar. Göçler 1910’a kadar yoğun bir şekilde devam eder. Bundan sonra 1935-37 yıllarında yapılan göçlerle de Dobruca, Türkler tarafından adeta boşaltılır. 23.08.1944’te başlayan komünizm döneminde de, bilhassa varlıklı ve aydın kişilere karşı yapılan baskılar sonucu bir kısım Türk Anadolu’ya göç eder. Bütün bu göçlere karşılık 1920’lerde 250 bin civarında olan Türk nüfus, azala azala bugünkü sayıya düşmüştür.

Görüldüğü gibi Dobruca, birçok Türk boyunun uğrak yeri olmuş; bunların bir kısmı Hristiyanlığı kabul ederek Romenler’e karışıp gitmişler; bir kısmı da kende aralarında karışarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Romen ulusunun oluşumunda, eski Türk kavimlerinin önemli rol oynadığı kaynaklarda belirtilmektedir. Romenler arasında bugün bile varlığını koruyan birçok Türkçe isim bunun canlı bir göstergesidir. Macarlar’ın yoğun olarak yaşadığı Sibiu Şehri’nde, “Çangıy” ve “Sakuy”lar denilen ve kendi aralarında eski bir Türçe konuşulan topluluğun da, Katolikliği kabul eden ve zamanla Macarlaşan Kuman Türkleri olduğu tahmin edilmektedir.

Tatar Türkleri kendilerinin Tat, Keriç-Çongar ve Nogay olmak üzere üçe ayırmaktadır. Bahçesaray civarından gelen Anadolu Türkçesi’ne yakın olanlara Tat; Dobruca’ya ilk yerleşen, şiveleri Kuzey Tükçesi’ne benzeyenlere Nogay; 1860’lardan sonra gelen ve Dobruca’daki Kırım Türkleri’nin çoğunluğunu teşkil edenlere ise Keriç-Çongar denilmektedir. Evlâd-ı fâtihan dediğimiz Türkler ise, tipik bir Rumeli Türkçesi konuşmaktadırlar. Bunların yanında, Türkçe’yi canlı bir şekilde yaşatan ve millet adı verilen Çingeneler de vardır. Bunlar, Osmanlılar döneminde İslamiyeti kabul ederek Türkçe’yi öğrenen bir topluluktur. Kendilerini Türk kabul eden bu topluluk, Türk milletvekilleri için oy kullanmaktadır.

Türk ve Tatar Birliği

Romanya’nın birliğine ve bütünlüğüne sadık, problemsiz bir azınlık olarak varlıklarını sürdüren Türkler, kurduğu birliklere kendilerine tanınan anayasal haklardan yararlanmaya çalışmaktadır. Komünizm öncesinde de birçok cemiyete sahip olan Türkler, sosyalist rejimin devrilmesinden sonra 29.12.1989’da “Romanya Demokrat Türk Müslüman Birliği”ni kurarlar. Bu birliktelik ne yazık ki kısa bir süre sonra; birliğin Romanya Türkleri’nin Demokratik Birliği (Uniunea Democrata Turca Din Romanıa) ve (Uniunea Democrate a Tatarilor Turk-Müsluman din Romania) Romanya Tatar-Türk Müslümanlarının Demokrat Birliği olarak ikiye ayrılmasıyla bozulur/bozdurtulur. Bu iki topluluk, girişimler sonucu 30.07.1994’te Türk-Tatar Birlikleri Federasyonu altında birleşmişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet & Kont Drakula

Bu yazıda, gerçeklerle efsanelerin birbirine iyice karıştığı karanlık bir çağda, yakından tanıdığımız iki ünlü tarihsel simanın kan kardeşliğiyle başlayıp ölümcül bir düşmanlıkla noktalanan sıradışı öyküsüne konuk olacağız. Bir cephesinde “Cihan Fatihi” namlı Sultan Mehmet, diğer cephesinde ise “Kazıklı Voyvoda” namlı Romen Prensi Vlad Tepeş’in yer aldığı son derece trajik bir öykü bu… Öyle her yerde okuyamazsınız, o yüzden tadını çıkartın!

Geçtiğimiz haftanın ortalarında bazı gazetelerimizde Romanya mahreçli ilginç bir haber yayımlandı. Habere göre, Romen Turizm Bakanlığı, başkent Bükreş yakınlarında “Dracula Parkı” adını taşıyacak bir eğlence merkezi açmayı planlıyormuş. Hani şu “Disneyland” türü yerlerden biri…

Korku edebiyatına meraklı olanların da hemen anımsayacağı gibi, sinemanın ölümsüz vampiri Kont Dracula İrlandalı yazar Bram Stoker’ın aynı adlı romanından doğmuştu. Öte yandan Stoker’ın da bu kahramanı dünya edebiyatına kazandırırken, biz Türklerin tarih kitaplarında “Kazıklı Voyvoda” olarak andığımız ünlü Eflak Prensi Vlad Tepeş’ten esinlendiği günümüzde konunun meraklılarınca gayet iyi biliniyor.

Malûm, Vlad düşmanlarını kazığa oturtması ve onların kanını içmesiyle nam salmış bir tarihsel kişilikti. “Dracula Parkı” projesinin mimarlarının hedefi de kurulacak parkın içindeki bütün etkinliklerin bu vampir esprisine uygun olmasıymış. Sözgelimi, turistlere kan renginde pudingler, beyin şeklinde tatlılar falan satmayı planlıyorlarmış. Ve tabii Dracula’yı Dracula yapan şu ünlü kazıkların da hemen her köşeyi süsleyeceği belirtiliyordu sözkonusu haberde…

“Liberal piyasa ekonomisi” tam olarak böyle birşey işte. Ardında yoğun bir trajedi barındıran en istisnai tarihsel olayları ve kişilikleri bile gün gelir para için hiç acımadan soytarıya çevirir. Hele de Vlad’ı yüzyıllardır su katılmamış bir “ulusal kahraman” olarak gören Romenlerin böyle bir işe kalkıştığını gördükten sonra, vahşi kapitalizmin bu yıkıcı kudreti konusundaki endişelerim artık iyice arttı.

Yakın geçmişte bir belgesel film çekimi kapsamında Transilvanya’yı ziyaret edene dek, doğrusunu söylemek gerekirse benim de Vlad Tepeş’e ilişkin bütün tarihsel malûmatım lise kitaplarından öğrendiklerimle sınırlıydı. Ancak, Karpatlar’da çıktığım o gizemli yolculuğun sonunda, öğrencilik yıllarında adını her okuduğumda gözümün jönünde daima canavara yakın bir surette belirten bu ürkütücü insanın gerçek öyküsünü öğrenme fırsatını elde ettim. Evet, Vlad’ın, bizim okul kitaplarının yazdığından çok daha derin ve trajik bir bağı vardı Osmanlı Devleti’yle. Üstelik, bu bağ, Fatih Sultan Mehmet Han ile çocukluk arkadaşlığına, hatta bir çeşit “kan kardeşliğine” dek uzanıyordu.

Hemen belirteyim ki bu soluk kesici tarihsel öyküyü, Romanya’da çıktığım renkli yolculuk boyunca bana kılavuzluk yapan son derece aykırı bir adamdan, “Transilvanyalı Dracula Derneği'”nin egzantrik başkanı Nicolae Paduraru’dan öğrendim. Kurduğu dernekten de anlaşılacağı üzere aklını Kazıklı Voyvoda ile bozmuş olan Bay Paduraru, Türklerin Vlad’ın hazin öyküsünün önemli bir bölümünde sürekli ön planda olmalarından dolayı, yalnız Romanya tarihini değil aynı zamanda Osmanlı tarihini de yemiş yutmuş “profesör zihni sinir” tipinde bir adamdı. Romanya topraklarında bir hafta süren çalışmamız boyunca da bana Türk-Romen ortak tarihinin derinliklerinden hiç bilmediğim ve duymadığım nice garip olaylar aktardı. Bu alandaki derin bilgi birikimiyle şöhreti ülkesinin sınırlarını aşan Paduraru’ya, şimdilerde History Channel’de vampir efsanelerinin incelendiği bir belgesel programda da sık sık rastlıyorum.

Bükreş’ten başlayan yolculuğum sırasında, Kazıklı Voyvoda’nın hayatında dönüm noktası oluşturan bütün ana duraklara tek tek uğradım. Vlad’ın doğduğu Sighişoara kasabası ve müze olarak korunmakta olan evi, Osmanlı ordusu tarafından kuşatma altına alındığı kuş uçmaz kervan geçmez Poeinari Kalesi ve Snagov gölünün üzerindeki bir manastırda bulunan ürkütücü mezarı, bu duraklardan yalnızca bir kaçıydı.

Gezimizin bir durağında ise Braşov kentindeki görkemli Bran Şatosu’nu ziyaret ettik. Burası görsel açıdan olağanüstü etkileyici bir yer olmakla birlikte, güzergah ve tarihsel kronoloji itibarıyla Voyvoda’nın öyküsüyle pek örtüşmüyordu. Gezdiğimiz şatonun Vlad’ın serüveninde ne gibi bir anlamı olduğunu sorduğum Bay Paduraru bu soruma karşılık acı acı gülerek “Aslında hiç bir anlamı yok” cevabını verdi. “Biz Romenler Amerikalı turizm yatırımcılarının yoğun baskısı altındayız. Bu adamlar yıllardır seyrettikleri şatolu vampir filmlerinden dolayı, turistlere Dracula turu yaptırırken mutlaka heybetli bir şato da görmek istiyorlar. Bizler de mecburen batıdan gelenlere burayı gezdiriyoruz. Aslında Vlad burada hiç oturmadı. Çünkü ömrü boyunca Türklerle savaşmaktan şatolarda keyif çatmaya pek vakit bulamamıştı.”

Sizin anlayacağınız, öykünün bu deforme edilmiş versiyonunun ilk temelleri, Bran Şatosu’nun efsaneye dahil edilmesiyle, yani benim Romanya’yı gezdiğim 1998’lerde atılıyordu. Para için herşeyi sulandıran kapitalist girişimciler de şimdilerde “Dracula Parkı” gibi numaralarla bu oyunu iyice pekiştirmekteler…

Bu pazar Amerikan “showbusiness” palavralarını bir kenara bırakıp yine kendi yolumuzdan gidecek, sıradan bir tarih kitabında ayrıntılarına çok zor ulaşabileceğiniz trajik bir öyküyü, Vlad Tepeş ile Fatih Sultan Mehmet Han’ın sonu kan ile noktalanan arkadaşlığının öyküsünü, tamamen alternatif kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle sizlere aktaracağız. Okuduktan sonra şöyle bir düşünün bakalım, İngiliz yazar Tolkien’in bütün dünyayı ayağa kaldıran “Yüzük Kardeşliği” mi daha etkileyici, yoksa bu mu? Üstelik (tarihsel açıdan tam netleştiremeğim bir kaç ayrıntı bir kenara bırakılacak olursa) bu öykü büyük oranda da gerçeklere dayanıyor…

“Şeytan’ın oğlu” saraya gidiyor

Türkler, 1431 yılında Orta Romanya’daki Sighişoara kasabasında dünyaya gelen Vlad’ın hayatında, henüz küçücük bir çocuk olduğu günlerden, savaş meydanında son nefesini verdiği ana dek daima en belirleyici unsur oldular. Buna belki de “alınyazısı” demek daha doğru olur.

Macar kralı Vladislav’ın seçkin birliklerinde yer alan babası Vlad Dracul cengaverliği ve acımasızlığıyla ünlenmiş bir şovalyeydi. Soyadı olarak kullandığı lakabı “Dracul”un Romencede “şeytan” anlamına gelmesi de ona yönelik kitlesel korkunun somut bir ifadesiydi aslında.

Vladislav’a bağlı diğer bütün seçkin şovalyeler gibi, kılıcında ve zırhında bir ejderha figürü bulunan baba Vlad, giriştiği savaşlarda uçurduğu yüzlerce kafaya rağmen, oğlu doğduğunda bütün babalar gibi pamuk kalpli bir adama dönüştü ve sevinçten bayram etti. Evladını el bebek gül bebek büyütebilmek için de bütün imkanlarını seferber edecekti namlı cengaver…

Romenlerin “Wallachia” olarak andıkları bu topraklar Sultan 2’nci Murat’ın amansız akınlarının ardından Eflak ve Boğdan adlarıyla Osmanlı’ya bağlanınca, baba Vlad da Türklerin o dönemdeki başkenti Bursa’ya ister istemez bağlılığını iletmek zorunda kalıyordu.

Osmanlıların fetih politikasında, kazanılan yeni topraklara, merkezden o yöreye yabancı yöneticiler atamak pek sıklıkla başvurulan bir yöntem değildi. Devlet, bunun yerine daha akıllıca bir yola başvuruyor ve ele geçirdiği her yeni diyara yine o bölgelerde doğup büyümüş sadık yerel liderler tayin etmeyi tercih ediyordu. Bu doğrultuda Wallachia’nın sözü geçen soylularının geniş bir istihbaratını yaptıran Sultan Murat Han, onlar arasından Vlad Dracul’un adının ön plana çıktığını görecekti. Bunun üzerine şovalyenin küçük oğlu ile kızı, bizzat babalarının rızasıyla, yetiştirilmek üzere başkent Edirne’ye getirildi. Ablası sarayda “prenses” statüsünde ağırlanırken, gelecekte Eflak ve Boğdan Voyvodası (Osmanlı’da geniş yetkilerle donatılmış, bir çeşit genel valilik rütbesi) olması planlanan küçük kardeş Vlad da seçkin çocuklara verilen özel bir eğitim programına alınıyordu.

“Ölünceye dek kardeşiz”

Küçük Vlad, Edirne’yi ve Osmanlı saray hayatını kısa sürede benimser. Murat Han da sarayının koridorlarında ablasıyla birlikte koşturup duran bu küçük konuğun üzerine titremektedir. Gelecekte Osmanlı’nın Balkanlardaki uçsuz bucaksız topraklarını kendisi adına sadakatle yönetecek olan bu zeki Romen çocuğunun her açıdan kusursuz bir eğitim almasını arzulamaktadır Sultan. Türkleri sevmesi için çok geçmeden onun yanına bir de arkadaş verir. Bu kişi, sonradan “cihan fatihi” olarak anılacak olan sevgili oğlu Mehmet’tir.

Şehzade Mehmet, kendisinden yalnızca bir yaş küçük olan Romen arkadaşıyla yıllar boyunca omuz omuza çok sıkı bir eğitimden geçer. Birlikte en seçkin hocalardan yabancı dil dersleri alır, kılıç kullanmayı, ata binmeyi ve devlet yönetiminin türlü inceliklerini öğrenirler. Zamanla arkadaşlıkları iyice derinleşecektir iki çocuğun. Büyüdüklerinde birbirlerini hiç unutmayacakları ve kanlarının son damlasına kadar destek olacaklarına dair karşılıklı yeminleşir, ardından da kesik parmaklarını birleştirerek “kan kardeşi” olurlar.

Yıllar geçecek ve yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki arkadaşın yolları zorunlu olarak ayrılacaktır. Vlad seçkin bir yönetici adayı olarak anavatanına geri gönderilir. Babasının 1451 yılındaki ölümü üzerine genç yaşında tahta geçen Sultan Mehmet ise 1453 yılında, İslam aleminin öteden beri en büyük hayali olan İstanbul’un fethini gerçekleştirerek yüce peygamberimizin hadis-i şerifindeki övgülere mazhar olur.

Onun bu büyük askeri başarısını, yıllar sonra geri döndüğü ülkesinden hayranlıkla izleyen Vlad da yeni başkent İstanbul’a siyasi bağlılığını bildirir. Genç lider bunun üzerine 1456’da Sultan Mehmet Han tarafından Eflak ve Boğdan’a resmen “Voyvoda” olarak atanacaktır.

Başlangıçta herşey yolunda gitmektedir. Bölgeyi büyük bir başarıyla yöneten Vlad, Osmanlı’nın çıkarlarını içtenlikle korumakta ve devletin vergi gelirlerini düzenli olarak tahsil edip merkeze yollamaktadır. Bunun karşılığında saray da ona her Voyvoda’ya tanınmayan düzeyde çok geniş bir özerklik alanı sunmuştur.

Ancak, zaman geçtikçe Vlad’a bir haller olmaya başlar. Romen soyluları arasında esen miliyetçilik rüzgarları, İstanbul’a bağlılığı kuşku götürmeyen onu da adım adım etkilemeye başlamıştır. Bölge bağımsızlık hareketleriyle için için kaynarken, herkes Voyvoda’dan bu yeni dalgaya önderlik etmesini beklemektedir. Bu noktada babasının efsanevi savaşçılık kariyeri de sık sık önüne konulur ve aklını başına toplaması istenir. Bir tarafta gönülden bağlı olduğu Fatih, öte tarafta ise bağımsız Wallachia’ya kral olma hayali…

Vlad giderek öylesine büyük bir açmaz içinde kalacaktır ki bu durum onu kısa sürede alkole düşkün biri haline getirir. Sabah akşam içmekte ve emirlerine uymayanlara akıl almaz işkenceler yapmaktadır. Bu arada Voyvoda babasının bölgede efsaneleşmiş olan soyadı “Dracul”u da “Draculea” (Eski Romencede “şeytanın oğlu”) şeklinde kullanmaya başlar. Eflak ve Boğdan’a egemen olan huzurlu ortam bir kaç yıl içinde yerini tam bir cinnet atmosferine bırakacaktır.

Adalet duygusunu tamamen yitirmiş vaziyetteki Vlad, kendisine zalimane bir de meşgale bulmuştur: “Kazığa oturtma işkencesi… Sarayının çevresini binlerce sivri kazıkla donatan Voyvoda, suçlu olarak gördüğü kişileri canlı canlı bu kazıklara oturtmakta ve kurbanlarının bazen günler süren can çekişmelerini büyük bir keyifle izlemektedir. Bu arada, halkı arasında, onun şeytani bir güç kazanmak amacıyla düşmanlarının kanını içtiğine dair söylentiler de yayılmıştır.

Eflak ve Boğdan’da bunlar olup biterken, Voyvoda’nın sapkın davranışları İstanbul’a, Fatih’in kulağına dek ulaşır. Bölgede yaşanan kargaşanın merkezinde çocukluk arkadaşı Vlad’ın olduğunu öğrenen Sultan, duyduğu bu korkunç haberlere ilk anda inanmak istemez. Ancak, hem vergileri toplamak hem de olup bitenleri araştırmak üzere gönderdiği diplomatik temsilcilerinin başına gelen korkunç bir olay, cihan hükümdarını radikal bir karar almaya sevkedecektir.

Ruhsal dengesini tümüyle yitirmiş durumdaki Vlad, İstanbul’dan gelen elçiler sarayına ulaştığında hayatının hatası sayılabilecek bir adım atar. Konuklarını tutuklatır, onlara bizzat kendi elleriyle işkence yapar ve sonunda da -ellerinde Fatih’in mührünün bulunduğu ültimatom mektupları taşıyan- bu kişilerin hepsini kazığa oturtur.

Fatih, elçilerinin akıbetini duyduğunda uzun uzun ne yapacağını düşünür. Başka hiç kimseye göstermeyeceği bir tahammülle Vlad’a son bir mektup daha gönderir. Cihan fatihi, çocukluk arkadaşına aklını başına toplamasını ve bu tür vahşet gösterilerinden vazgeçerek Saray’a bağlılığını yinelemesini emretmektedir. Vlad’ın bu son uyarıya verdiği karşılık ise onu geri dönülmez bir yola sokacaktır. Voyvoda artık İstanbul’un otoritesini tanımadığını bildirerek bağımsızlığını ilan eder. Kardeşlik yemini artık sona ermiştir.

“Geliyorum deyyus Vlad!”

1462 yılı ilkbaharında emrindeki büyük bir ordu ile Balkan seferine çıkan Fatih için artık tek bir hedef vardır. İbret-i alem için Vlad’ı yok etmek. İsyana destek olan bütün yerel yöneticileri etkisiz hale getirerek Eflak ve Boğdan’ın içlerine doğru ilerleyen kızgın komutan, en büyük hedefi durumundaki Vlad’ı ise Poeinari Kalesi’nde kıstırır. 900 metre yükseklikteki sarp bir dağın zirvesine kurulmuş bulunan Poeinari Kalesi, erişilmezliğiyle tam bir kartal yuvası görünümündedir. Bu haliyle de aşağıdan bir saldırıyla düşürülmesi bir hayli güçtür. Ancak, hiddetinden yanına yanaşılamayan Fatih’i hiç bir zorluk durduramaz. Birlikleriyle kalenin çevresini kuşatan Sultan, Vlad’a son mesajını gönderir: “Artık işin bitti! Geliyorum deyyus Vlad!”

Her iki komutan da birbirlerinin huyunu suyunu çok iyi bilmektedirler. Vlad bu avantajını kullanarak, kıstırıldığı yüksek kalede aylarca direnmeyi başarır. Buna karşılık, lojistik desteği tam olan Osmanlı ordusu da hiç acele etmemekte ve kalenin dibinde sinir bozucu bir sabır içinde kamp yapmayı sürdürmektedir. Öyle ki sırf kaledekilerin direniş gücünü yıkabilmek için zaman zaman askeri bandonun kılıçların şakırdadığı gösteriler düzenleyip gürültülü savaş marşları çaldığı bile olur. Fatih, kendisine karşı sergilenen bu büyük ihaneti muhatabını aşağılayarak cezalandırmaktadır. İnatçı bir adam olan Vlad Fatih’in taktiklerine direnir direnmesine, ancak kalede kendisiyle birlikte mahsur kalan sevgili eşi Elizabetha ise onun kadar güçlü değildir. Genç kadın bu sinir savaşına daha fazla dayanamaz ve kuşatmanın ilerleyen haftalarında kendisini kalenin burçlarından aşağı bırakarak intihar eder.

Wallachia, İstanbul Fatihi’nin bağımsızlık peşindeki prense verdiği bu ağır dersi anlatan öykülerle kaynamaya başlamıştır. Vlad’ı kendi egemenlik bölgesinde siyasi olarak bitiren Fatih, isyancı bir Voyvoda için İstanbul’u bu kadar uzun süre sahipsiz bırakmanın riskli olacağına karar verir ve hasmının yakalanmasını beklemeksizin birliklerinden bir kısmını yanına alarak merkeze geri döner. Giderken Eflak’a yeni ve sadık bir Voyvoda atamayı da ihmal etmeyecektir. Eşinin intiharıyla psikolojik olarak çökmüş olan Vlad, kurtulmak için son bir hamle daha yapar. Fatih’in yokluğunda bir ölçüde gevşemiş olan kuşatmayı yarmayı başaran devrik Voyvoda, kendisine yardım eden bazı Rumen köylülerinin de yardımlarıyla bir gece komşu Macaristan’a kaçar. Romen tarihçiler, Vlad’ın kaçışını haber alan Fatih’in buna çok da fazla öfkelenmediğini söylüyorlar. Bugün için büyük Sultan’ın o anda neler düşündüğünü elbette ki net olarak bilemiyoruz, ancak olayların gidişatı onun çocukluk arkadaşına ülkeyi terketmesi için yine de son bir şans tanıdığı kanısını uyandırıyor bizlerde. Malûm, “kan kardeşliği” yeminini öyle bir çırpıda silip atmak kolay değil…

Son çırpınışlar ve ölüm

Macaristan’ın Vishegrad ve Pest kentlerinde tam 14 yıl sürgünde kalan Vlad, ülkesinde yönetimi ele geçirebilmek için yıllar sonra son bir deneme daha yapar. 1476’da Macar Kralı Matei Corvin ve Moldova Prensi Büyük Stefan’ın yardımlarıyla yeniden Wallachia prensliğini eline geçiren eski Voyvoda, İstanbul’dan gelen özel bir emirle bu kez ölümüne köşeye kıstırılacaktır. Osmanlı istihbaratı onu hiç unutmamış, Fatih’in özel talimatı üzerine, tehlikeli bir isyancı olarak faaliyetleri yıllarca dikkatle izlenmiştir. Bu kez emir titizlikle yerine getirilir ve bölgeyi yöneten yeni Voyvoda Radu, selefi Vlad’ı yanında bulunan az sayıda destekçisiyle birlikte Transilvanya ormanlarında kıstırıp öldürür. Bu arada prensin başı da yine sarayın isteği üzerine İstanbul’a gönderilecek ve binlerce Türk’ün katili olarak kentin sokaklarında dolaştırılacaktır. Hem de tıpkı onun düşmanlarına yaptığı gibi, bir kazığa saplanmış vaziyette! Prensin başsız gövdesi ise Bükreş kenti yakınlarındaki bir gölün üzerinde kurulu bulunan Snagov Manastırı’na gömülür.

Saray açısından bu eski hesap artık tümüyle kapanmıştır.

Peki ya, prensin ülkemize getirilen başına ne oldu? Bunu hiç kimse bilmiyor. İstanbul’da günlerce halka teşhir edilen kesik baş, sonunda kentte bir yerlere gömülür. Ama nereye?

Siz İstanbullular, bundan böyle hafriyat yaparken çok dikkatli olun. Bir gün bahçenizden ya da inşaat alanınızdan tüm zamanların en korkutucu adamının kafatası çıkabilir. Hele bir de Stoker’in ünlü öyküsünü dikkate alırsak, ertesi sabah boynunuzda iki küçük diş iziyle uyanmanız işten bile olmaz, ona göre!

Kazıklı Voyvoda’yı Kont Dracula’ya dönüştüren adam: Bram Stoker

Gerçek bir insan olan “Kazıklı Voyvoda” ile roman ve sinema kahramanı “Kont Dracula” arasındaki bağlantı, edebiyatla ilgisi sınırlı bir çok kişi için hala son derece muğlak bir konu. Dilerseniz bu alandaki bulanıklığı biraz aydınlatalım…

Geceleri mezarlarından çıkarak insanların kanını emdiğine inanılan vampirler, ilk olarak Slav ve Macar kökenli halk masallarında ortaya çıktılar. Zamanla dilden dile yaygınlaşıp Asya ve Afrika’nın uzak kültürlerinde de boy göstermeye başlayan bu efsaneyi popüler kültüre kazandıran kişi ise hayal gücü oldukça geniş bir İrlandalı yazardı. 1890’larda Dublin Şatosu’nda devlet memuru olarak çalışan Bram Stoker (1847-1912) boş zamanlarını Avrupa tarihi üzerine kitaplar okumakla geçiriyordu. Türklerle Romenlerin giriştiği mücadeleleri incelerken Kazıklı Voyvoda’nın ilginç öyküsünü de öğrenen Stoker, özellikle Prens’in kazık işkenceleri ve kan içme merakından bir hayli etkilenmişti. Voyvoda’nın bu alışılmadık tarzı, ona bir süre sonra kendi muhayyilesinde ürettiği özgün bir kahraman için de ilham kaynağı oldu. Görev yaptığı kasvetli şatoda ölümsüz vampir “Kont Dracula” romanını yazmaya başlayan Stoker, öyküsüne mekan olarak ise o güne kadar hiç gidip görmediği Romanya’nın Transilvanya bölgesini seçecekti.

İlk kez 1897 yılında İngiltere’de yayımlanan “Dracula” romanı, piyasaya çıkar çıkmaz edebiyat dünyasını birbirine kattı. Gerçek bir tarihsel kişiliğin bozunuma uğratılmasıyla ortaya çıkan bu yeni kahraman, zamanla bütün dünyada en çok tanınan korku edebiyatı figürü haline geldi. 1920’lerden itibaren defalarca sinemaya da uyarlanan “Dracula”yı aralarında Bela Lugosi, Klaus Kinski, Christopher Lee ve Gary Oldman’ın da yer aldığı bir çok ünlü aktör başarıyla canlandırdı. Bunlar arasında özellikle İngiliz oyuncu Christopher Lee, gerek sert fiziği gerekse güçlü oyunculuğuyla Kont’un karanlık dünyasıyla adeta özdeşleşecekti.

Günümüzde hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş bulunan “Dracula”, geçmişteki onca uyarlamasına karşın sinemacılar tarafından da hala verimli bir kaynak olarak görülüyor. En son 1992’de yönetmen Francis Ford Coppola eliyle bir kez daha beyazperdeye aktarılan roman, her yönetmenin elinde farklı bir biçim alan esnek yapısıyla sinemacılara günümüzün ultra teknoloji çağında bile son derece ürkütücü gotik filmler yapma fırsatı veriyor.

Çağdaş Romen gençleri ülkelerinin Stoker’ın romanı ve ondan uyarlanan filmler sayesinde uluslararası bir üne kavuşmasından memnunluk duyarken, geleneğe bağlı yaşlı Romenler ise bu durumdan pek hoşnut değiller. Çünkü, onlara göre Vlad, yönetimi sırasında sergilediği bazı acımasız uygulamalara karşın, sonuçta ne yaptıysa ülkesinin bağımsızlığı için yapmış ve bu uğurda kanının son damlasına kadar çarpışmış bir yurtseverdi. Nitekim, bu yaklaşıma Snagov gölünün üzerindeki manastırda Vlad’ın mezarını görüntülerken en çarpıcı biçimiyle tanık olduk. Manastırın tam ortasındaki mezarda çekim yapmamıza uzun süre direnen Ortodoks papaz, tatlı dilimiz ve güler yüzümüzle kendisini ikna edene dek, “Şu adamın ruhunu artık rahat bırakın!” diye bağırıp durmuştu ekibimize: “Siz gazeteciler, onu kan içen vampir olarak göstermekten vazgeçin! Vlad, halkı için ölen talihsiz bir kahramandı!”

Tarih, insanoğlunun ürettiği en sübjektif bilim dalıdır. O papaz belki kendi açısından haklıydı, ama bizim açımızdan hiç değil!

ali murat güven