::…Osmanlı Başkentleri…::

OSMANLI İMPARATORLUĞU , Başkentleri

Bursa, Osmanlı’nın 1. Başkenti…

Osmanlılar’ın Hüdavendigar Vilayeti

1071 yılından sonra Anadolu’yu fethetmeye başlayan Selçuklular; bölgeye Asya’dan getirdikleri Türk boylarını yerleştirme çabalarına girdiler. Selçuklu İmparatorluğu’nun zayıflayıp dağılmaya başlaması üzerine kurulan Anadolu beyliklerinden Osmanlı Beyliği, kısa zamanda gelişip çevresindeki Tekfurlar’ın arazilerini de alarak güçlenip büyüdü.

Osmanlı Beyliği’nin kurucusu, 1258 yılında Söğüt kasabasında doğan Osman Bey’di. 1299’da Bilecik, Yenikent, İnegöl ve İznik de Beyliğin topraklarına katıldı. Altıyüz yılı aşkın hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun temelleri atılmıştı. Osman Gazi’nin başarılarıyla Osmanlı Beyliği’nin güçlenmesi karşısında kuşkulanmaya başlayan Bursa tekfuru Atranos, Bizans’tan dilediği yardımlara, Kestel ve Kite tekfurlarının güçlerini katarak 1301’de Koyunhisar’da Osmanlı ordusu ile çarpışmaya başladı. Savaşın galibi Osman Bey’in orduları oldu.

Artık Türkler’in hazırlıkları yavaş yavaş başlamıştı. Tekfurlar’ın bu olaydan sonra da birlik halinde çalıştıklarını gören Osman Bey, 1317 yılında kenti kuşatmaya doğru ilk adımı attı. Öncelikle deniz ilişkisinin kesilmesi gerektiğinden, Kaplıca tarafında bir kale yaptırıp, kardeşinin oğlu Ak Timur’u kumandan tayin etti. Osmarı Bey’in kölesi Balabancık da dağ tarafına yapılan kaleden sorumluydu. Bu bölgelerden halkın kente giriş ve çıkışları engellenmişti. Atranos Beyce kalesini yıkan Türkler, Pınarbaşı’na karargahlarını kurdular. Osman Gazi kuşatma için gerekenleri yaptıktan sonra kumandayı, oğlu Orhan Bey’e devrederek Yenikent’e döndü.

Kuşatma sekiz yıl sürdü. Hastalıklarla boğuşmaya başlayan Osman Gazi’nin sefere gidip savaşacak dermanı kalmamıştı. Oğlu Orhan Gazi’ye kenti ele geçirme emrini verdi. Orhan Gazi önce Evrenos Kalesi’ni aldı. Kale tekfuru dağlara kaçtı. Artık hedef Bursa’ydı. Orhan Gazi, Bursa tekfuruna Mihal Bey’i gönderip, teslim olmasını istedi. Tekfur, Orhan Gazi’den bağışlanmasını isteyerek, kıymetli elbiseleri ile kırk bin altın gönderdi. Orhan Gazi babasının onayını aldıktan sonra, Tekfur’un ailesinin ve adamlarının kaleden ayrılıp Gemlik sahiline ulaşabilmeleri için gerekli izni verdi. Tekfur ve beraberindekiler buradan bir gemiyle İstanbul’a doğru yola çıktılar. 1326 yılında Bursa artık Türkler’indi.

Kentin alındığı haberi, hastalığı çok şiddetlenen Osman Gazi’ye ölüm yatağında ulaştırılabildi. Saltanatı Orhan Gazi’ye bırakan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Sultanı yüzünde bir tebessümle yaşama veda etti. Bursa’nın alınması Osmanlı Beyliği için bir dönüm noktası olmuştu. Dedesi Ertuğrul Gazi’nin yaşamını yitirdiği 1281 yılında doğan Orhan bin Osman, artık Osmanlı sultanlarının ikincisiydi. Sultan’ın ağabeyi birgün huzura çıkıp, saltanat için üç şey yapması gerektiğini söyledi. İlki, adına sikke bastırmaktı. İkincisi diğer insanlardan farklı kıyafetler giymek, üçüncüsü ise yaya askerine hazineden uIufe tayin etmekti. Önceleri sikke, Selçuklu sultanları adına bastırılırdı. 1328’de Orhan Gazi, adına sikke bastıran ilk Osmanlı Sultanı oldu. Kılık kıyafette de yenilikler yapıldı. Kırmızı ve siyah renklerde giysileri olan askerler, artık beyaz renkte üniformalar giymeye başladılar.

Bithynia, Roma ve Bizans’ı yaşayan Bursa, 1335 yılında Osmanlı’ya ilk başkent oldu. Saltanatı yaklaşık 35 yıl süren Orhan Gazi, 1360 yılında yaşama veda ederken, yerini oğlu Murad’a bıraktı. 1326 yılında doğan Sultan Murad han bin Orhan bin Osman Gazi, Osmanlı sultanlarının üçüncüsüydü. Hüdavendigar adıyla ünlenmişti.

1362’de Edirne kenti ele geçirildi. Murad-ı Hüdavendigar bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne’de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne’de büyük bir saray inşa ettirildi. Daha sonra başkentliği Edirne üstlendi. Sonraki yıllarda da Bursa önemini hiç yitirmedi.

1399’da Yıldırım Bayezid, su tedavisine çok önem verilen Bursa Darüşşifası’nı kurdu. 1402’de kente giren Timur orduları medrese, cami gibi binalara büyük zararlar verdiler ve kentte yangınlar çıkardılar. 1429’da veba salgını kenti kasıp kavurdu. 1482’de Cem Sultan Bursa’da 18 günlük sultanlığına başladığında kendi adına para da bastırmıştı. Yetişen II. Bayezid ordularıyla çarpışmaya mecbur kalan Cem, kenti yenilmiş olarak terketti.

YAPILAR

Bursa üslubu

Osmanlı yapı sanatında, önce zaptedilen Bizans ülkelerinin mimarisine doğru bir eğilim gözlendi. Bu ülkeler, yeni sahiplerine aynı zamanda eski mimari tekniğinde ustalaşmış olan birçok duvarcı, oymacı ve zanaatçılar da vermişti. Bu yeni yapılar, Anadolu beyliklerinin anıtlarından farklıydılar. Ve Bursa üslubu böyle doğdu. Bursa mimarisi İstanbul’un fethinden sonra da yaşadı. Edirne ve İstanbul’daki ilk anıtların yapımında genellikle bu üslup kullanıldı. T biçimi plana uygun yapı tipi de 14. yy’da gelişti ve Bursa’daki “selatin camileri”nin hemen tamamı bu plana uygun olarak inşa edildi. Üst kısmından yüksek horizontal bir hatla bağlanan “Bursa kemeri” ise, iki çeyrek daireden oluşur, fazla bir taşıma gücüne sahip olmadığından daha çok dekoratif işlerde kullanılırdı.

Ulucami

Bursa Ulucami, ilk devir İslam mimarisinin payeler ve sütunlar üzerine düz çatı ile örtülü avlulu camiler gurubuna girer. 1399’da Yıldırım Bayezid tarafından mimar Ali Neccar’a yaptırılan Ulucami, 20 kubbe, iki büyük minareden oluşan beyaz renkli heybetli bir camidir. Her biri dört köşeli 12 ayak üstünde duran hemen hemen birbirine eşit kubbelerinden ortadakinin üstü camlıdır. Cami’de ünlü hattatlar tarafından yazılmış yüzdoksaniki adet sabit veya levha olarak yazı vardır.

Yeşil Camii

Bursa üslubu, Yeşil Cami ile başlamaktadır. Yeşil Camisi, Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1419’da mimar Vezir Hacı İvaz Paşa’ya yaptırıldı. Çini ustası Mecnun Mehmed’dir. Ön yüzü, pencereleri, kapısı, kitabeleri, kapı tavanı mermer işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Bursa ve İznik’teki ilk camilerde, Doğu sanatlarına özgü her türlü abartılı süslemelerden uzak, uyumlu ve sade bir tarz kullanıldı. Osmanlı süsleme sanatının düzenlemedeki güzelliği de giderek yeni ustalarını kazandırdı. Osmanlılar devrinde ilk nakkaş, 1423’de Yeşil Cami’nin bütün süslemelerini yaparak Ali İbn İlyas Ali adıyla tanındı.

Muradiye Camii

İkinci Murad’ın 1426-1428 yılları arasında yaptırdığı Muradiye Camisi, ters T planı ve bütün özellikleri ile Bursa mimari üslubunu taşır. 1855 yılında Bursa’ya büyük zarar veren depremde, Muradiye Camisi’nin de kubbeleri ve iki min****i yıkıldı. 1902 yılında yeniden yapılırken, mihrab ve minberde günün modasına uygun olarak rokoko süslemeler kullanıldı.

Emir Sultan Camii

Emir Sultan Camisi’nin avlu revaklarında görülen ahşap kaş kemerler, Bursa kemerinin en güzel örneklerindendir. İznik ve Bursa’da yapılan dört köşe pencerelerin etrafı çok defa mukarnaslarla işlenerek, üstüne Rumi motiflerle süslü alınlıklar yerleştirildi.

Sivil mimari

Orhan Bey’in Bursa’yı fethinden sonra gelişen mimari tarzıyla yapılan değerli evlerde, süsleme hemen göze çarpardı. Çoğunun şömineleri vardı. Bu evlerin pencereleri yukarıda olup, alçı arasına renkli camlar yerleştirilir ve ahşap bir çerçeve ile çevrilirlerdi. Bursa evlerinin belli başlı süslemesi, duvarlarda, tavanlarda ve dolap kapaklarında bulunurdu. Ondokuz ve yirminci yüzyılın ilk dönemlerinin ürünü sivil mimarlık örnekleri kentin çok zengin bir kültür mirasına sahip olmasını sağladı.

YAŞAMIN RENKLERÎ

Portreler Bursa göçleri en fazla yaşayan kentlerden biri oldu. Nüfusunu tarihin gelişimi içinde buraya göçen, farklı yerlerden gelen çeşitli halklar ya da topluluklar renklendirdi. Orta Asya’dan Anadolu yarımadasına gelen Türkler de bir göç yoğunluğu yarattılar kentte. Göçler, 1530-1575 arasında kentin nüfusunu iki katına çıkardı.

Ortaçağ’dan kalma köylerde Rumlar yüzyıllardan beri yaşamaktaydı. Mora’nın fethiyle Fatih döneminde de kente Rum göçmenler yerleştirildi.

İlk kez Orhan Bey zamanında Kütahya’daki Ermeniler buraya geldi. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461’de İstanbul’da kurulan Ermeni Patrikhanesi’ne Bursa Metropoliti Ovakim Patrik seçildi. Yahudi ve Rumlar’a tanınan yetkiler onlara da verildi. Süryani, Habeş ve Kıpti kiliseleri de bu Patrikliğe bağlandı. 19. yy. başından başlayarak Doğu’da yaşayan Ermeniler Bursa’ya yoğun olarak göç ettiler. Bursa’daki Ermeniler’in çoğunluğu Setbaşı bölgesinde yaşamaktaydı. Vali Hacı İzzet Paşa’nın çıkardığı, yarı resmi sayılacak Bursa’nın ilk gazetesi Hüdavendigar’ın 82. sayısından başlayarak bir bölümü Ermenice olarak yayımlanmaya başladı. Bursa’da M.Ö. 79 yılında Yahudiler’in bir kolonisi olduğu söylenmekle birlikte,kentte asıl güçlerini, Sultan Orhan’ın, Bursa’yı başkent yaptıktan sonra verdiği bir mahalle ve sinagog inşa etme izni ile birlikte kazandılar. Yahudiler’in büyük bir bölümü, ticaret, terzilik ve bankerlikle uğraşırken, bir bölümü de kuyumculuk yapmaktaydılar. 1877-1878 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı’nda işgale uğrayan Rumeli ve Kafkasya’daki Müslümanlar’ın büyük bir çoğunluğu da Bursa’ya göç ettiler. Yalnızca Rusçuk’tan otuz bin göçmen geldi. Bu göçmenlerin çoğu Gürcüler ve Tatarlar’dı. Kafkasya’dan gelenler Yıldırım, Kazan’dan gelenler Mollaarap, Kırım’dan gelenler ise Alacahırka’ya yerleştirildiler. Bursa’da çok eski tarihlerden beri Kıptiler de yaşamaktaydı. Hıdırellez günü, Uludağ eteklerindeki Kireç Ocakları bölgesine çıkıp eğlenceler düzenlerler ve başkanları Çeribaşı’nı seçerlerdi. Kanberler ve Demirkapı mahallelerinde yaşarlardı.

Yirminci yüzyılın başında, Bursa’da; Almanya, İngiltere, Avusturya-Macaristan, İspanya, İtalya, Fransa, Belçika, Yunanistan ve İran’ın konsoloslukları bulunmaktaydı. Yine aynı tarihlerde yapılan sayımda nüfusun % 9.84’ünü Rumlar, % 6.66’sını Ermeniler, %18’ini diğerleri, geri kalan bölümünü Müslüman Türkler oluşturmaktaydı.1903 yılında, Vilayet Genel Meclisi’nde, Müftü Ali Rıza Efendi ile birlikte, Rum Metropoliti, Ermeni Başpiskoposu Natalyan Efendi, Ermeni Katolik Murahhası Arşoni Efendi, Piskopos Artin Efendi, Hahambaşı Moşe Hayim Efendi de vardı. Bursa merkezde çalışan diplomalı hekimlerin 5’i Türk olup, toplam 19 kişiydiler. Toplamı 17 kişi olan eczacıların ise 4’ü Türk’tü.

Bursa’nın renklerinden biri de her yıl yapılan sümbül bayramı kutlamalarıydı. Kentin çevresini göz alabildiğine saran sümbül bahçelerine halk hoşça bir zaman geçirmek için giderdi. Bu bahçeler, haftanın üç günü kadınlara, dört günü de erkeklere açık tutulurdu. Kentin bütününün sümbüle büründüğü 1869 yılının bir bahar günü, Bursalı kadınlar bahçelerden birinde şarkılar söyleyerek eğlenirlerken, aralarına iki erkek girer. Konu Bursa Adliyesi’ne yansır. Sorguya çekilenler yabancı olduklarını, bu nedenle o gün çiçek bahçelerini gezmenin erkeklere yasak olduğunu bilmediklerini söyleyerek kendilerini savunurlar. Gerekçeleri nedeniyle affedilirler ama olay Bursa Mahkeme-i Şeriyesi’nin kayıtlarına geçer.

Bursa’nın çok eski yıllardan süzülüp gelen zengin yemek kültürünün içinde kuşkusuz en ünlüsü kebaptır. 1836’da Bursa’yı gezmeye giden Helmut von Moltke, Türkiye Mektupları’nda kebabın lezzetinden ve ucuzluğundan söz eder: “… Öğlen yemeğimizi tam Türk tarzında, kebapçıda yedik; ellerimizi yıkadıktan sonra masa başına değil, masanın üzerine oturduk. Bu sırada bacaklarımı nereye koyacağımı bilemiyordum. Derken tahta bir tepsi üstünde kebap, yani şişte pişirilmiş ve ekmek hamuruna sarılmış küçük koyun eti parçaları geldi. Çok lezzetli bir yemek bu. Bunun üstüne de bir tabak mükemmel tuzlu zeytin, bir helva, yani Türkler’in çok sevdiği tatlı ve bir çanak şerbet (içine bir parça buz atılmış, suda haşlama üzüm). İştahı açık iki yiyici için topu topu 120 para yani 5 şilin tutarı bir yemek bu. “

Sürgünler kenti

Ondokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Bursa, eski başkentlik günlerini çok gerilerde bırakmış, güzel yapılarla oluşan sokak dokularının ve yeşilin her tonunun sahibi olan Bursa artık bir sürgünler kentine dönüşmüştü.

Mevlanazade Rıfat, uzun seneler yurt dışında yönetime karşı çalışmalarını sürdürdükten sonra, kaçarı olmadığını anlayarak, İstanbul’a gelip, polis müdüriyetine teslim olmuştu. Sıkıyönetim mahkemesinin hakkında daha önceden vermiş olduğu karar hükmü gereğince Bursa’da oturmaya mahkum edildi. Bu sürgün cezası ancak, Sultan II. Abdülhamid’in 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmesi ve yerine 35. Osmanlı Sultanı olarak V. Mehmed Reşad’ın geçirilmesiyle sona erecekti. Yeni Sultanın tahta çıkmasından sonra, herkesle beraber Mevlanazade Rıfat da affa kavuşarak Bursa’dan İstanbul’a döndü.

1906-1909 yılları arasında Bursa’da valilik yapan Mehmet Tevfik Bey’in anılarında da başka sürgünlerin izlerine rastlamak mümkündür. Mehmet Tevfik Bey, Sultan Murad’ın kızlarından Fehime Sultan’la olan ahbaplıklarından söz ederken, dostluklarının önemli bir nedeni olarak, vaktiyle Bursa’ya sürülmüş olan ve Sultan’ın eski günlerinden tanıdığı üç kızkardeşe yaptığı iyilikleri göstermektedir. Biri Sultan Abdülhamid’in, diğeri Reşad Efendi’nin saraylılarından olan, üçüncüsü ise bu iki kardeşin ablaları olup, saray dışında yaşayan üç kızkardeş kendilerine Bursa’da bir ev alınıncaya kadar vali Mehmet Tevfik Bey’in evinde ağırlanırlar.

Gazi Osman Paşa’nın ikinci oğlu Kemaleddin Bey’in sürgüne gönderilme hikayesi ise ibret vericidir. Kemaleddin Bey, Sultan II. Abdülhamid’in kızlarından Naime Sultan’la evlidir. Bir ara hastalanan Naime Sultan’a, eve gelen Dr. Hakkı Şinasi Paşa tedavi amacıyla “kakodilat” enjekte eder. Bu arada damat Kemaleddin Bey ile ilgili, karısı Sultanla birlikte oturdukları sarayın yanıbaşındaki diğer sarayda yaşayan Sultan Murad’ın en büyük kızı Hatice Sultanı sevmekte olduğu ve onunla evlenebilmek için doktora talimat vererek hasta karısı Sultana zehir şırınga ettirdiğine dair bir dedikodu yayılır ve hatta saraya jurnal verilir. Tıpta bunun bir ilaç olarak da kullanıldığı söylense bile Abdülhamid’i ikna etmek mümkün olmaz. Kemaleddin Bey karısından boşatılarak Bursa’ya sürülür, Dr. Hakkı Şinasi Paşa da başka yerlere. Kemaleddin Bey, Bursa’da kendisi için kiralanmış bir evde yaşamaya başlar, dışarı çıkması yasaktır. Hünkar yaverlerinden Mustafa Paşa adında bir Mirlivanın denetimi altında Padişah tüfekçilerinden değişik rütbeli birkaç subay Kemaleddin Bey’in kontrol altında tutulması görevini üstlenirler. Hepsi birlikte aynı evde yaşarlar. Bu ünlü mahpusla dışarıdan hiç kimse gidip görüşemez, irade olmadıkça vali bile gidip hatırını soramaz.

Yine Sultan Murad’ın vefatından sonra gözdelerinden biri ile sayıları bir hayli fazla olan kalfaları, kendilerine onar lira maaş bağlanarak Bursa’da sürgüne gönderilmişler, her birine birer ev alınacağı söylenmiş, talib olanlarla evlendirilmeleri de irade edilmişti. Çok sayıdaki bu kadınların herbirine Bursa’da evler alınıp, teker teker yerleştirilmeleri zaman alacağından, geldiklerinde hepsinin bir arada oturmaları için iki konak tutulmuştu.

Vilayet mektupçusu ile Maarif Müdürü de Bursa’ya sürülmüş memurlardandı. Necmeddin Molla’nın ağabeyi Ali Ata, bir gün Boğaziçi vapurlarından birinde yolculuk ederken, yanında oturan tanımadığı adamın sigarasından kendi sigarasını yakmıştı. Kim olduğunu bilmediği bu adamın veliahd Reşad Efendi’nin adamlarından biri çıkması ve durumun jurnallenmesi ile o da Bursa’ya sürülenler kervanına katılmıştı.

Bütün bunlardan başka, o sıralarda Bursa’ya sürülmüş ünlü Fehim Paşa ile birlikte merkezde ve çevrede daha başka sürgünler de vardı.

TİCARET ERBABI

Çarşılar

Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi’nin yaptırdığı külliyenin içinde, kentin ilk bedesteni olan ve dokuma ürünleri satılan Emir Hanı vardı. Daha sonra bedesten Yıldırım Bayezid tarafından yapılan yeni yerine taşınınca, değişik esnafı barındıran diğer çarşılar bu bedestenin etrafında yer aldılar. Hacı İvaz Paşa Çarşısı’nda; keçeciler, Sipahi Çarşısı’nda; yorgancılar, Gelincik Çarşısı’nda; hallaçlar ve terziler, Atpazarı’nda; hayvan alım satım işleri ile uğraşanlar, Kapan Çarşısı’nda; meyva alım satımı yapanlar, Tahıl Pazarı’nda; kuruyemişçiler ve Tahıl Hanı yakınında da ünlü Bursa baçakçıları bulunurdu.

Uzunçarşı, Bitpazarı, Tahtakale, Tavukpazarı, Bakırcılar çarşıları ve Pirinç Hanı, Tuz Hanı, İpek Hanı, Koza Hanı Bursa’da ticaretin can damarlarıydılar.

Esnaf

Bursa’da her iş kolunda hizmet veren esnaf, kendilerini denetleyen, sıkı kontrol altında tutan örgütlere bağlıydılar. Bu örgütler işinin ehli olmayanların dükkan açmasına izin vermezler, işinin ehli olan ustaların yarattıkları ürünlerin de başkaları tarafından kopya edilmesini engellerlerdi.

Esnafların işyeri açabilmeleri de uzun yıllara ve çıraklık, kalfalık ve ustalık aşamalarını geçmelerine bağlıydı. Büyük bir disiplinle yetiştirilen bu insanlar her yükselişlerinde onurlandırılırlardı. Çıraklar kalfalık hakkı kazandıklarında ustaları tarafından her sanatın kendi Kethüdasına, Yiğitbaşına ve diğer esnafa durum bildirilirdi. Davetliler kentin değişik mesire yerlerinde yemekli, şenlikli, güreşli eğlenceler düzenlerler, dualarla Yiğitbaşı çırağa peştemal bağlayarak kalfalık verirdi.

Bu kalfaların daha sonraki yıllarda ustalığa yükselmeleri yalnızca uzun yıllara ve büyük başarılara bağlı değildi. Her meslek gurubunun ustaları belli sayılarda olduğundan, yeni gelecek kalfaya yer bulunması gerekir, ancak bir usta öldüğünde veya işi kapattığında bu şans yakalanabilirdi. Açılan yere en kıdemli kalfa yine törenlerle usta olarak seçilirdi.

1833 yılında Konstanz Bey’in ve 1843 yılında Boduryan Efendi’nin ipek fabrikalarıile birlikte kentte yavaş yavaş endüstrileşmeye doğru bir geçiş yaşanmaya başlandı.

OKULLAR

Misyoner okulu

1834 yılının Ekim ayında, Amerikalı misyonerler önce İstanbul Pera’da bir erkek lisesi açmışlardı. Burası merkez olarak ele alınıp, 1839 yılına kadar, İzmir, Bursa ve Trabzon’da da okullar açıldı. Ders programları Batı’daki okulların programlarına uygun olan bu okullar kısa sürede kendini kabul ettirdi. Bursa’daki Amerikan Kız Okulu’nda 70 öğrenci okuyordu. Okulun 1893 yılı ders programında birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda okutulan dersler; Rumca veya Ermenice, aritmetik (Rumca veya Ermenice) ( Rumlar ve ermeniler cok ta bilirler ya ! ), coğrafya (Rumca veya Ermenice), İngilizce, geometri, botanik (İngilizce), fizik, astronomi (İngilizce) ve tarih (İngilizce)’di ( çok iyi tarih bilgileri ve tarihleri var ya ! ).

Işıklar Askeri Lisesi

Okul 1845’de, Sultan Abdülmecid’in buyruğu ile bugünkü Heykel Meydanı’nın bulunduğu yerde kurulmuştu. Daha sonra Işıklar semtinde, alt katı kâgir, üst katı ahşap olarak inşa edilen bina, 10 Haziran 1892’de, Vali Münir Paşa tarafından açıldı. 1894’de bu yapılara ikinci bina da eklenerek 500 öğrenci alacak duruma getirildi. 1911’de hastane kısmı da eklendi. İşgalde Yunan askerleri tarafından ahır olarak kullanılan bina, 11 Aralık 1922’de Askeri İdadi adı ile yeniden açıldı. Adını bulunduğu bölge olan Bursa’nın en eski mahallelerinden birinden alarak, Işıklar Askeri Lisesi diye bilindi. Bir tepe üzerinde kurulu semtin adının ise, önceleri Aşıklar Tepesi olduğu, giderek Işıklar’a dönüştüğü söylenmektedir.

Hamidiye Senayi Mektebi

10 nisan 1869 günü Filibos mahallesinde Türkmenoğlu Konağı’nda Senayi Mektebi açıldı. Islahhane adı ile çağrılan bu okulda önceleri yalnızca dokumacılık öğretildi. İlk üretim olarak jandarmalar için elbiselik kumaş dokundu. Daha sonra kunduracılığın öğretilmesi için İstanbul’dan öğretim görevlileri ile birlikte yeni aletler getirildi. Giderek çalışmaları ile dikkat çekmeye başlayan Hamidiye Senayi Mektebi’nin ders programlarına 1900’lü yıllardan sonra Fransızca ve musiki dersleri de eklendi ve okulda bir bando kuruldu. 1906 yılında ise Hükümet Caddesi’nde okulun bir satış mağazası açıldı. Okulu geliştirmek için neredeyse tüm Bursa halkı seferber oldu. Piyango tertip edildi ve Atıcılar mevkisinde düzenlenecek hayvan pazarından alınacak pazar resmi okula bırakıldı. 1906 yılında Bursalı Necip ve İstanbullu Mirat Efendiler, Avrupa’da imal ettirdikleri sigara kağıtlarını Hamidiye Senayi Mektebi Sigara Kağıdı adı altında satmak için ruhsat aldılar. Bu satışın tüm geliri de mektebe bırakılacaktı. Mektep ilk açıldığı konakta iki yıl kaldıktan sonra Tophane semtine taşındı.

Mülkiye İdadisi

1885’de Mülkiye İdadisi adıyla bir erkek lisesi kuruldu. 1888 Temmuzu’nda dördüncü sınıftan beş efendi mezun verdi. Bu dört sınıflık okul 1890-1891 ders yılı sonuna kadar devam etti. 1891-1892 ders yılında yedi sınıflı oldu. 1901-1904 seneleri arasında kimyahane, yatakhane, yemekhane, teneffüshane bölümleri yapıldı ve 1906 yılında da hamam kısmı tamamlandı. 1909’dan sonra adı Mektebi Sultani oldu.

Ziraat Mektebi

Vali Mahmut Celaleddin Paşa tarafından, tarım konusunda bilgili elemanlar yetiştirmek üzere, 1891 yılının Mart ayında Hamitler Köyü Topal Mehmet Ağa’nın arazisinde Hüdavendigar Numune Çiftliği Ziraat Mektebi 20 öğrenci ile öğretime başladı. Bu tarihten sonra okuldan uzun yıllar yaklaşık her yıl tatbiki eğitim alan 15 öğrenci mezun oldu.

1904 yılında, Mülkiye İdadisi’nde 325, Hamidiye Senayi Mektebifıde 150, Ziraat Mektebı’ nde 78 öğrenci okumaktaydı. 1905’de Hamidiye Medresesi Muallimini adı ile bir okul açıldı. Daha sonra okul Darülmuallimin adını aldı.

KAPLICALAR

Roma’dan Bizans’a

Bursa’da ilk hamamın Romalılar döneminde yapıldığı, Romalılar’ın ilk Bursa valisi Plinius tarafından yazılan bir mektuptan anlaşılmaktadır. Doğu Roma imparatorlarından I. Jüstinyen zamanında da Bursa imar edilirken Pythia’daki (Çekirge) sıcak su kaynakları halkın kullanımına açıldı. Bu bölgedeki hamamlar Bizanslılar döneminde daha da önem kazandılar.

Osmanlı geleneğinde kaplıcalar

Evliya Çelebi Bursa’nın sudan ibaret olduğunu söyler. Osmanlılar döneminde Bursa’nın ilk kaplıca inşaatı, Jüstinyen’in iki kubbeli hamamına, Muradı Hüdavendigar’ın 1511’de iki kubbe daha ilave ettirmesiyle başladı. Saray erkanından, İstanbul’daki tanınmış kişilerden ve büyükelçilerden, seyahate çıkmış yabancı prenslere, yabancı alim ve yazarlardan, devlet adamlarına kadar pek çok kişi bu şifalı sulardan nasiplerini almak üzere Bursa’ya gelirlerdi. Bursa valisi Mehmet Tevfik Bey kaplıcalara gelen, Alman İmparaton.ı II. Wilhelm’in eşi Augusta’nın erkek kardeşi Duc de Holstein ve eşini 6 Mayıs 1906’da, Bonapart ailesinden Prens Victor Napoleon’u 7 Haziran 1908’de, Carl Eduard Saxe Cobour dük ve düşesini de 4 Temmuz 1908’de ağırladı.

Soyunma yeri olarak bir giriş salonu veya camekân, bir soğukluk, bir de asıl yıkanılan yer halvet kısmından oluşan Bursa kaplıcası, Arif in divanında:

Girenler içinde kalur
Suyun dökünse can bulur
Nicelere derman olur
Kaplucası Bursa’nın diye tanımlanır.

Helmut von Moltke’nin Türkiye’den babasına yazdığı bir mektupda ise aynen şöyledir: “Türk hamamlarının keyfini sana evvelce yazmıştım. Bursa’dakiler suni değil, tabiattan öyle sıcaktır ki insanın büyük, dupduru havuza girince haşlanmadan dışarı çıkabileceğine önceden inanmayacağı gelir. Girdiğimiz hamamın terasının harikulade güzel bir seyri vardı ve öyle rahattı ki insan bir türlü ayrılmak istemiyordu.”

YOLLAR

Marmara’ya kucak açan kıyılar

19. yy’da Hüdavendigar vilayetinin merkezi Bursa’ydı. Merkeze; Balıkesir, Karahisar-ı Sahip, Kütahya kazaları ve Gemlik, Pazarköy, Mudanya, Yalova, Karamürsel, Tirilye, Bilecik, Lefke, Gölpazarı, Söğüd, Mihaliç, Kirmasti, İnegöl, Yarhisar, Yenikent, İznik, Pazarcık sancakları bağlıydı.

Bu kadar geniş topraklara sahip vilayetin Marmara Denizine ulaştığı önemli üç iskelesi vardı. Gemlik, Samanlı dağlarının denize doğru uzanarak Bozburun’u oluşturduğu yerden başlayan körfezin sonunda olup, evveldenberi tersaneleriyle ünlüydü. Gemlik’in poyraza kapalı bulunan limanı gemiler için sığınma yeriydi. Daha Kuzey’de bir iskele olan Yalova, karayolu ulaşımının zorluğu açısından pek kullanışlı değildi. En çok kullanılan iskele ise, Bursa Ovası’nın Marmara Denizi’ne açıldığı bir kapı olan, dutluk, zeytinlik ve bağlarla kaplı bölge Mudanya’ydı. Adı, Evliya Çelebi’ye göre Konstantiniyye tekfurunun kızı Mudanya’dan gelmekteydi.

1850’li yıllarda, sakin bir havada İstanbul’dan sekiz saat süren bir yolculuktan sonra Mudanya’ya varılırdı. Poyrazın sert estiği günlerde ise, Bozburun’un önünde kabaran dalgalar bu seferleri yapan küçük gemilerin körfezin girişinde sabahlamalarını gerektirir, Mudanya’ya ancak ertesi gün varılabilirdi.

Karayolu

Mudanya’ya gemiyle gelen kişinin, karaya ayak bastıktan sonra yalnızca atla Bursa’ya ulaşabilmesi mümkündü. Etrafı bağlık bahçelik verimli bir kara parçası olan yol boyunca, uzun bir zaman Marmara Denizi’nin çekici manzaraları, denizi çevreleyen tepeler görülürdü. Yumuşak bir eğimden sonra deniz manzaraları biter, bu defa da ileride servi ağaçlarıyla dolu bir ovadan yükselen kent görünürdü. Olympos’un ormanlarla kaplı dik yamaçları üzerinde can bulan bu kentte yüzden fazla beyaz minare ve yuvarlak kubbe göze çarpardı.

Bursa’ya iyice yaklaşıldığında bir köprüye ve Nilüfer Irmağı’na ulaşılırdı. Bu ırmak, koyu renk yapraklı dev gibi ceviz ağaçlarının, açık yeşil çınarların, zengin çayırlıklar ve dutlukların arasından kıvrıla kıvrıla akardı. Bursa’ya yaklaşan her adım birbirinden daha çekici yeşil sürprizler sunardı.

Demiryolu

Osmanlı yöneticilerinin demiryoluna verdikleri önem 19. yüzyılın ikinci yarısında iyice artmıştı. Sultan Abdülaziz, 1871 yılında demiryolu ile ilgili bir irade yayımlattı. Gerçekleştirilmesi düşünülen ana hat İstanbul-Bağdat arasındaydı. Kurulan Asya Osmanlı Demiryolları’nın başına da Alman mühendis Wilhelm von Pressel getirildi. Pressel’in projesi Haydarpaşa’dan başlıyor, bu ağın içinde Bursa-Mudanya hattı da yerini alıyordu. Mudanya’dan Bursa’ya doğru raylar döşenmeye başlandı. Bu hat, 1874 yılında bitirilebildi. Bursa’ya ulaşabilmek için 185.000 Osmanlı Lirası (4 200 000 Frank) masraf yapılmış ancak demiryolunun işletmeye açılması mümkün olamamıştı. Proje bir müddet için rafa kaldırıldı. Yarım kalan hattın inşasına 17 yıl sonra başlanabildi. İmtiyazı almış olan M. Nagelmakers, Bursa- Mudanya Osmanlı Demiryolları, Şirketi’ni kurarak hattı 1892 yılında hizmete açtı.

Bu yeni yolculuk biçimi ile Mudanya’dan kalkan tren iki saatte Bursa Acemler istasyonuna varırdı. Bu demiryolunu işleten yabancı şirket olduğundan, tarifeler de alafranga saate göre yapılırdı. Bu durum karışıklıklara neden olduğundan 5 Eylül 1892’de şirket tarafından çıkarılan bir yazı ile halk uyarılarak alafranga saate göre yolcuların kendilerini ayarlaması istendiyse de genel istek üzerine sonradan alaturka saate çevrildi.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Başkentleri

Edirne, Osmanlı’nın 2. Başkenti…

KENTİN TARİHİ

Odrysler

Ainos (Enez) yakınlarında M.Ö. 5500-5000 yıllarına rastlayan dönemde, Anadolu özellikleri taşıyan çanak çömleği ve sur duvarlarıyla bir koloni niteliğinde olan ve Balkanlar’da bilinen en eski neolitik kültürlerden de eski bir yerleşim yeri vardı.

Sonraları Trakya’ya yerleşen, cesaret ve savaşçılıktaki büyük becerileri pek çok ülkeyi korkutan Traklar’ı, bu niteliklerinden dolayı Atinalılar da, Romalılar da ordularında ücretli asker olarak görevlendirdiler. Traklar’da, mağaradan, güçlü kalelere, çiftliklerden, kazıklar üzerinde inşa edilmiş balıkçı köylerine ve açık kentlere kadar çok çeşitli yerleşme biçimlerine rastlanırdı.

Apsintiler; Ainos’un (Enez) doğusunda, Drugeriler; orta Hebros (Meriç) bölgesinde, Tynler; Salmydessos (Midye) bölgesinde, Kalopothaklar; Ainos’un (Enez) güneyinden Kallipolis (Gelibolu) Yarımadası’na kadar olan alanda yerleşmiş Trak kabilelerinden bazılarıydı. Bunların içinde en ünlüsü Tonzos (Tunca) vadisinden sahile uzayan bölgede oturan ve güçlerinin zirvesinde olan Odrysler’di.

Trakya’da böyle geniş bir alana yayılmış olan Odrys halkının en önemli kasabalarından biri Odrysai idi. Odrysai, Hebros (Meriç) ile Tonzos’un (Tunca) birleştiği yerde ve bu nehirlerin oluşturduğu kavisin içinde kurulmuş bir yerleşim ve pazar bölgesiydi.

Geçiş yolu Bölge, Güneydoğu Avrupa’nın Anadolu’ya zorunlu geçiş yolu üzerinde bulunması nedeniyle, göç, istila, ticaret ve kültür alışverişi konularında etki altındaydı. Özellikle göçler ve geçişler nerede ise hiç durmadı.

M.Ö. 513’te Pers kralı Darius İskit seferine, önce Bosphorus’daki (İstanbul Boğazı) Anadolu ve Rumeli’den geçtikten sonra, Trakya’nın içlerine doğru kıyıdan çok uzak olmayan bir yerden devam etti. Ordunun ilk durak yeri Odrysler’in memleketi oldu. Artık Trakya Pers egemenliğine giriyordu.

M.Ö. 492’de Mardonius’un seferi Persler’in egemenliğini sağlamlaştırdı. Daha sonra da M.Ö. 480’de Traklar, Kral Kserkses’in ordusuna asker vermek zorunda kaldılar. Kserkses, Melas Körfezi’nde (Saros Körfezi) Kallipolis (Gelibolu) Yarımadası’ndan hareket etti, Ainos (Enez) şehrinden geçti ve böylece Hebros (Meriç) Nehri’nin bütün ovası Persler tarafından alındı.

Persler’in ülkedeki egemenliğine son verilmesinden sonra, dağınık Trak kabilelerinin birleşmesi gerektiğine inanılarak, önderlik kral Teres’in id****i altındaki Odrysler kabilesine veıildi. Böylece Odrysler, Hebros (Meriç) ve Kypsela’dan (İpsala) Varna’ya kadar olan toprakların sahibi oldular. Odrysler aristokratik, feodal bir devlet olarak kurulup, örgütlendiler.

Roma dönemi M.Ö. 342-341’de Makedonya kralı Philip’le yaptıkları savaşı kaybeden Odrysler, giderek zayıflamaya başladılar. M.Ö. 336’da Philip’in öldüıülmesinden sonra, huzursuzluk çıkacağın- dan korkan Büyük İskender, M.Ö. 335’de Trakya içine uzun bir sefere kalktı. Sahil boyunca devam edip, kralsız kalan Traklar ülkesinden ve Nestos (Mesta) Nehri’nden geçerek on gün içinde Balkanlar’ın eteğine ulaştı. Doğu Trakya’da sahile yakın bir yerden ilerleyip, Odrysia ve Hebros’dan (Meriç) sonra Tonzos (Tunca) boyunca ilerleyerek bir dağ geçidinden geçti. İskender’in ölümünden sonra Trakya başlıbaşına satraplık oldu.

M.Ö. 280-279’da Trakya, Galatlar’ın istilasına uğradıysa da tekrar güçlenen Odrysler, kralları Kotys sayesinde Makedonya ile dostluklarını sağlamlaştırdılar. M.Ö. 171-168 yıllarında Roma’ya karşı yapılan savaşta Perseus’un tek yandaşı Kotys’di. Makedonya Krallığı’nı ortadan kaldıran Romalılar Trakya’yı etkileri altına aldılar.

Caligula, Rhaimetalkes’i Trakya’ya M.S. 37-38’de kral yaptı. Rhaimetalkes’in öldürülmesinden sonra İmparator Claudius zamanında 45’te Trakya’nın bağımsızlığına son verildi. Artık Trakya bir eyalet olarak tam anlamıyla Roma İmparatorluğu’na dahil edilmişti.

Hadrianopolis

123-124 yıllarında Doğu’ya bir gezi yapan İmparator Hadrianus (117-138), Uscudama veya Odrysai adıyla çağrılan yerleşim yerinin üzerinde yeni yapılar inşa edilmesini buyurdu. Kasaba gelişip kent durumuna yükselmeye başlamıştı. Roma İmparatorluğu’nun en önemli yerleşim yerlerinden biri haline getirilen Odrysai, onu bu konuma yücelten imparatorun adını yaşatmak üzere “Hadrianus’un Kenti” anlamına gelen Hadrianopolis/Adrianopolis diye adlandırıldı.

Hadrianus’un kente kazandırdığı en önemli yapı kaleydi. Tümüyle bir Roma Castrum’u planına sahip olan kalenin dört köşesinde dört yuvarlak burç vardı. Burçların arasında dört köşeli onikişer küçük kule ve dokuz kapı dizilmişti. Surların önüne de bir hendek inşa edilmişti. Roma İmparatorluğu’nun altın devrini yaşadığı 2. yy. ve 3. yy’ın ilk yarısında Trakya şehirleri çok gelişti. Hadrianopolis de, askeri alanda, ticaret ve ziraat konularında bu altın dönemden nasibini aldı ve sürekli olarak gelişme gösterdi.

Önemli bir Roma kalesi durumunda olan Hadrianopolis, Diocletianus’un (284-305) 297’de yaptığı yeni bir yönetim bölünmesinde, Trakya eyaletinin altı vilayetinden birini oluşturan Haemimontus’un başkenti oldu. Diocletianus’un çekilmesinden sonra iç kavgalar başladı.

324’de Hadrianopolis yakınında yapılan savaştan Licinius yenilgi alarak çıktı. Savaşın galibi ise, Constantinus oldu. Constantinus Bizantion’a kadar çekilen Licinus’u önce yenilgiye uğratıp sonra da katlettikten sonra imparatorluğa egemen oldu. İmparatorluğun başkentini de Roma’dan Bizantion’a taşıdı. O artık bu yeni kentteki İmparator I. Constantinus’du (324-337). Önceleri Nea Roma adı ile anılan kent, I. Constantinus’un adıyla özdeşleştirilerek, Constantinopolis oldu (11 Mayıs 330).

378’de İmparator Valens (364-378) döneminde Hadrianopolis’in kuzeyinde Gotlar ile yapılan savaş Roma ordusunun yenilgisi ile bitti.

İmparator I. Theodosius (379-395) Trakya’daki karışıklıkları önlemek için Gotlar’a karşı daha ılımlı bir politika izleyerek bir anlamda göç tehlikesini de uzaklaştırmayı amaçladı. I. Theodosius, 381 yılının Eylül ayını Hadrianopolis’te geçirdi.

441-447 yılları arasında bu defa da Hunlar Trakya’ya akınlar düzenleyerek bölgeyi kırıp geçirip yağmaladılar.

550’de Avarlar’la yapılan savaşta Bizans ordusu Hadrianopolis önlerinde ağır bir bozguna uğradı ve çok sayıda askerini esir verirken, Büyük Constantine’in kutsal sancağı da Avarlar’ın eline geçti. Savaş sonrasında Anastasios suruna kadar dayanarak etrafı talan eden Avarlar’a bir baskın yapıldı ve kutsal sancakla birlikte bazı esirler kurtarıldı.

Heraklius (610-641) sülalesi döneminde Hadrianopolis’in ruhani id****inde beş metropolitlik vardı.

807’de İmparator I. Nicephorus (802-811), Bulgarlar’a karşı bir sefer düzenleyip Hadrianopolis’i geri aldı ancak kendisine karşı bir ayaklanma hazırlandığını anlayarak, Constantinopolis’e döndü.

1018’den sonra Bizans için en büyük tehlike Peçenekler’den gelmeye başladı. Constantine IX. Monomachus (1042-1055) zamanında birleşip büyük bir güç oluşturan Peçenekler, Hadrianopolis önüne gelerek burada ordugâh kurup etrafı yağmalamaya başladılar. Hadrianopolis, Bizans devleti parçalandığı sırada en büyük toprakları alan Venedik’in hissesine düştü.

1336’da Hadrianopolis’te III. Andronicus’un (1328-1341) kızlarından biri Bulgar Prensi Mikhael ile evlendi. III. Andronicus, 1341’de öldüğünde devleti, dokuz yaşındaki oğlu Ioannes’e (1341-1391) bıraktı. Naib olarak da güvenilir bir yönetici olan Cantacuzenos’u gösterdi. Bu güvenilir yönetici, 26 Ekim 1341’de kendini Didymoteikhos’da (Dimetoka) imparator ilan ediverdi (1341-1354). İki imparatorlu ülkede başlayan çekişmeler bir taht kavgasının ötesine geçerek, büyük toprak sahipleri, asiller ve kentin ileri gelenleri ile halk arasında bir sınıf çatışmasına dönüştü. Hadrianopolis’te başlayan bu ayaklanma hızla Trakya’ya yayıldı. Hadrianopolis’i Cantacuzenos aldı ve 1347’de Constantinopolis’e girerek bu kentte hüküm sürmekte olan V. Ioannes Palaiologos’a (1341-1391) karşın kendini VI. Ioannes olarak bir defa daha imparator ilan etti. Cantacuzenos’un Hadrianopolis kenti için 1352’de yeniden ve bu defa V. Ioannes Palaiologos’la savaşması gerekiyordu. Palaiologos Sırp ve Bulgarlar’dan büyük yardımlarla birlikte 4000 süvari de almıştı. Cantacuzenos ise bu büyük güç karşısında galip gelebilmek için, dostu ve damadı Orhan Gazi’nin (1326-1360) yardımına başvurdu. Süleyman Bey idaresinde 10.000 kadar Türk savaşçısı savaşı Cantacuzenos adına zaferle bitirdiler.

OSMANLI DÖNEMÎ

Adı Edirne

1354’de bir gece Süleyman Bey Kallipolis (Gelibolu) kalesini aldı ve Osmanlı kuvvetleri Trakya’ya akınlara başladı. Artık Trakya’da Türkler’in ayak sesleri duyuluyordu. 1360’da Didymotheikos (Dimetoka) fethedildi. I. Murad (1359-1389), tahta çıkışından başlayarak Rumeli’nin ele geçirilmesi için yapılan girişimlere büyük önem ve hız verdi. Sultan, Çorlu ile Keşan’ın da Osmanlı yönetimine geçmesinin ardından, Lala Şahin Paşa’yı Hadrianopolis’in fethi ile görevlendirdi. Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ile birlikte bu görevi yerine getirerek ken- ti Bizanslılar’dan aldı. 1362’nin Temmuz ayında I. Murad döneminde Hadrianopolis artık Türkler’indi. I. Murad’ın Celayirli hükümdarı Üveys Han’a gönderdiği fetihnamede kentin adı Edirne olarak yer aldı. Fethedilen bu yeni kenti büyük bir onurla ziyarete gelen I. Murad, kalenin yönetimini Lala Şahin Paşa’ya bıraktı. Bundan sonra Edirne Türkler’in Rumeli’yi fethetme hareketlerinde çok önemli bir askeri üs oldu. 1363’de Lala Şahin Paşa Filibe’yi ele geçirmek amacıyla buradan harekete geçti. Ertesi yıl, Sırp, Eflak ve Macar birliklerinden oluşan haçlı ordusuna karşı Sırpsındığı Savaşı, Edirne’nin 25 km. batısında gerçekleşti. Sultan Murad bir gece düşünde, ak sakallı, nur yüzlü bir kimseyle yarenlik ederken, o kişi ona Edirne’de bir saray yaptırmasını söylediğinden, Edirne’de büyük bir saray inşa ettirildi.

Osmanlı’nın “Dar–ül Mülk’ü

Edirne fetholunduktan sonra büyük bir hızla Türkleşmeye başladı. Osmanlılar’ın kenti 1365’de başkent yapmaları Edirne için yepyeni bir devrin başladığını gösteriyordu. I. Bayezid (1389-1403) İstanbul’u kuşatma hareketlerini buradan yönetti.

Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra taht kavgası nedeniyle şehzadeleri birbirlerine düştüler. Bu Fetret Devri’nde (1403-1413) kent daha büyük bir önem kazandı. Bayezid’in büyük şehzadesi Emir Süleyman Çelebi, devlet hazinesini Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak burada tahta çıktı. Daha sonra şehzadelerden Musa Çelebi, Eflak Voyvodası’nın da yardımı ile ağabeyi ile mücadeleye girerek 1411’de kenti ele geçirdi ve burada kendi adına para bastırdı. 1413’de I. Mehmed Çelebi (1413-1421) Osmanlı Devleti’ni yeniden toparlayarak Edirne’yi kardeşinin elinden aldı.

1419’da bu defa da I. Bayezid’in Ankara Savaşı’nda kaybolan oğlu olduğunu ileri süren Mustafa Çelebi (ya da Düzmece Mustafa) sahneye çıktı. Taht üzerinde hak iddia ederek Edirne’yi ele geçirdi. Bir sultan olduğu inancı ile de burada kendi adına para bastırdı. Ardından güçlü bir orduyla Edirne’den Anadolu’ya geçtiyse de, Bursa yakınlarında II. Murad’a (1421-1451) yenildi. Edirne’de bıraktığı hazinesini aldıktan sonra Eflak’a giderken yakalanan Mustafa Çelebi, 1442’de yeniden Edirne’ye getirilerek öldürüldü. Edirne’de ilk şenlik, işte bu olayın ardından yapıldı. Halk da büyük bir coşku ile bu şenliklere katıldı.

II. Murad, Edirne’de şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed’e çok görkemli sünnet düğünleri de düzenletti. Sultan, 1444’de tahtı oğlu II. Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekildi. Edirne başkent olduktan sonra tahta çıkan ilk sultan olduğu için, Edirne Sarayı’nda yapılan ilk culüs töreni de II. Mehmed için gerçekleştirildi. Bu ilk tahta çıkışında 12 yaşında olan çocuk sul- tanın adı, İstanbul’u fethettikten sonra şanına yakışır biçimde Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktı. Manisa’ya çekilen II. Murad, bir haçlı ordusunun harekete geçmesi üzerine yeniden Edirne’ye gelmek zorunda kaldı. Bu haçlı ordusu Varna’da kesin bir yenilgiye uğrayacaktı.

II. Murad zaferin ardından yönetimi yine oğluna bırakmasına karşın, yeniçerilerin ayaklanması üzerine Edirne’ye gelerek üçüncü kez tahta çıkmak zorunda kaldı. II. Mehmed (1451-1481), II. Murad’ın 5 Şubat 1451’de ölümüyle kesin olarak tahta çıktı. Artık onun önünde çok önemli bir hedef vardı. Constantinopolis’i almak… Bu amacına yönelik harekatı Edirne’den başlattı.

Yeni başkent Constantinopolis

II. Mehmed’in bu kutsal amacı 1453’de gerçekleşti. 29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Constantinopolis’in kara tarafındaki surlan yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya’da namaz kıldı. Constantinopolis’in fatihi II. Mehmed artık “Fatih Sultan Mehmed” olarak tarihe geçecek, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni başkenti de Cons- tantinopolis olacaktı. Başkentliği devrettikten sonra da Edirne, imparatorluğun önemli olaylarına sahne olmaktan geri kalmadı. Kent, Gedik Ahmet Paşa’yı Edirne Sarayı’nda idam ettiren II. Bayezid (1481-1512) ile oğlu Selim arasındaki taht kavgasına sahne oldu.

Edirne, 16. yy’da Batı’ya düzenlenen seferlerin merkez üssü oldu. Sultanların çoğu zamanlarını geçirdikleri bir yer durumunda olduğundan sürekli olarak ilgi gördü. Yavuz Sultan I. Selim (1512-1520), Kanuni Sultan I. Süleyman (1520-1566), ve II. Selim (1566-1574) kentin bayındırlığına büyük önem verdiler.

Edirne’nin parlak dönemleri

17. yy’da ise I. Ahmed’den (1603-1617) başlayarak bu ilgi daha da arttı. II. Osman (1617-1622) ve daha sonra IV. Murad (1623-1640) Edirne koruluk ve ormanlarında büyük av eğlenceleri düzenlediler. “Avcı” adıyla anılan N. Mehmed (1649-1687) ise çoğu zamanını burada sürek avına çıkarak geçirdi. 1670’lerde Edirne’yi neredeyse ikinci bir yönetim merkezi yapan N. Mehmed, Rus ve Leh Seferleri’ne de Edirne’den başladı.

Yaşamını Edirne’de sürdürmeyi seven bir başka sultan, II. Mustafa (1695-1703) Edirne Vakası diye bilinen ayaklanma sonunda 1703’de tahtından uzaklaştırıldı.

Türkler’le Ruslar arasındaki Prut Savaşı’ndan sonra 16 Nisan 1712’de Prut Antlaşması yapılmasına karşın, üzerinden yedi ay geçtiği halde Ruslar Lehistan’ı (Polonya) terketmediler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti sefer kararı aldı. III. Ahmed (1703-1730) İstanbul’dan Edirne’ye hareket etti. Bu durum karşısında kaygıya kapılan Rus Çarı I. Petro, görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Edirne’de yapılan görüşmeler sonunda 24 Haziran 1713’te Edirne Antlaşması imzalandı. İmzalanan antlaşmaya göre, Ruslar Lehistan’ı iki ay içinde boşaltacaklar, IV. Mehmed dönemindeki sınır çizgisi esas olarak alınacaktı. Ruslar aynca Osmanlı İmparatorluğu’nda misafir olarak kalan İsveç Kralı XII. Karl’ın da Rus topraklarından bir Türk koruma birliğinin eşliğinde geçirilerek ülkesine dönmesini kabul ettiler.

Yıkımlar

1745’deki büyük yangından sonra, 1751 yılındaki deprem Edirne’nin bir anlamda gözden düşmesine neden oldu. Bu dönemden başlayarak Edirne eski debdebesinden uzaklaşıp ge- rilemeye başladı.

III. Selim’in (1789-1807) Nizam-ı Cedit Islahatı’na karşı çıkan Rumeli’nin ileri gelenleri ve derebeyler, Edirne’de 1801’de ve 1806’da devlete karşı iki kez ayaklandılar (Edirne kıyamı).

1828-1829 Türk-Rus Savaşı’nda kent düşman eline geçti. 22 Ağustos 1829’da Ruslar’ın kente girmesi Edirne’nin yaşadığı zor günler oldu. 14 Eylül 1829’da Edirne’de imzalanan barış antlaşması sonucunda yeniden Osmanlı yönetimine geçmekle birlikte, savaş Edirne’yi olumsuz yönde etkiledi. Müslüman halk başka yerlere göçmeye başladı. Sultan II. Mahmud (1808-1839), halka moral vermek üzere 1831’de kente geldiğinde on gün kalıp yıkımların giderilmesi için emirler verdi. Bu gezinin anısına Hayriye, Nısfiye ve Rubiye adlarında Edirne damgalı paralar bastırıldı.

1877-1878 Türk-Rus savaşında, 20 Ocak 1878’de Edirne tekrar on üç aydan fazla sürecek olan Rus işgali altına girdi. Birçok bölgesi yakılıp yıkıldıktan sonra 13 Mart 1879’da yine Osmanlı Devleti’ne bırakıldı.

20. yy’ın başlangıç yılları da Edirne’ye zor günleri getirdi. 1912’de Balkan devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı giriştiği Balkan Savaşı’nda Edirne yüzaltmış gün Şükrü Paşa’nın kahramanca savunmasına karşın, açlıktan Bulgar ve Sırp kuvvetlerine 26 Mart 1913’de teslim oldu.

22 Temmuz 1913’de Enver Bey komutasındaki kuvvetler hiçbir direnişle karşılaşmadan Edirne’ye girdiler. Kent yıkık ve harap durumdaydı. Diğer Avrupa devletlerinin Türkler’i Edirne’den çıkarmak için verdikleri tüm çabalar sonuçsuz kaldı ve Edirne 10 Ağustos 1913’te imzalanan Bükreş Antlaşması gereğince Osmanlı toprağı sayıldı.

Sınır kenti

Edirne bu defa da, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’den 1922’ye kadar iki yıldan fazla Yunan işgalinde kaldı. Ancak 25 Kasım 1922’de Mudanya Mütarekesi’nden sonra Türk ordusu Edirne’ye girdi. 24 Temmuz 1923’deki Lozan Antlaşması’yla da o artık Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya bölgesinde Yunanistan ve Bulgaristan sınırı boyunca uzanan, bağrında pek çok Türk anıtını taşıyan sınır kentiydi.

YAPILAR

İlk Osmanlı başkenti Bursa, erken dönem Osmanlı mimarisi örnekleriyle bezenmişti. İkinci başkent Edirne ise, mimarideki gelişmeleri ve değişmeleri yaşayarak, Osmanlı sanatının en yükseldiği dönemin eserlerini sahiplendi.

Yıldırım Bayezid Camisi

Edirne’deki Türk döneminin en eski yapısıdır (1397-1400). Haç planlı eski bir Bizans kilisesinin yalnızca temeli bırakılarak, üzerine yeni cami binası inşa edildi. Ortasında küçük bir orta kubbe ve etrafında dört tonoz bulunmaktadır.

Eski Cami İnşaatına 1403’de Emir Süleyman Çelebi tarafından başlandı, 1414’de Çelebi Sultan Mehmed tarafından tamamlandı. Mimarı Konyalı Hacı Alaeddin’di. Kare şeklindeki yapı, dokuz kubbesiyle çok kubbeli ulu camiler planındaydı. Bina kesme taştan yapıldı. İç mekân dört paye ile bölündü. Son cemaat yeri, kesme taş ve tuğla sıralamasıyla bitirildi. Büyük yazılarıyla dikkati çekmektedir.

Muradiye Camisi

1436’da Sultan II. Murad’ın yaptırdığı bu cami, yan mekânlı camiler planının uygulandığı en güzel örneklerdendi. Yalın bir dış görünüşü olup, doğu ve batı duvarı ile mihrap duvarını kaplayan çinileri, iki orta kubbeyi birbirine bağlayan büyük kemerin iç yüzündeki ince kalem işleri yalın görüntülerine karşın 15. yy. başındaki Osmanlı dekor sanatının en başarılı eserleri arasında yer aldı. Yapı, görkemli mihrabı ve minberiyle dikkati çekmektedir.

Üç Şerefeli Cami

1438-1447 yılları arasında Sultan II. Murad tarafından yaptırılan cami, Osmanlı mimarlığında erken dönemle klasik dönem arasında yer almaktaydı. Türk sanatında ilk kez ortaya çı- kan plan şeması ile enine gelişen bir mekân anlayışında inşa edildi. Dört min****inin biri üç, biri iki, ikisi ise birer şerefeli olup, baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı motif üslupları ile bezendi. Üç şerefeli min****indeki her üç şerefeye ayrı merdivenlerden çıkılan ilk minare tarzıdır ve bu tarz camiye adını vermiştir. Hafif sivri kemerli revakları ile şadırvanlı avlusu vardır.

Sultan Bayezid Külliyesi

Sultan II. Bayezid, Kili ve Akkerman fethine giderken, ordunun gereksinimlerini karşılamak üzere Edirne’de kaldı. Bu konaklama sırasında da Tunca’nın kenarında 23 Mayıs 1484 günü cami, şifahane, medrese, imaret, tabhane, hamam, değirmen ve köprüden oluşan bü- yük bir külliyenin temellerini attı.

Avrupa’da akıl hastaları hasta sayılmazlar, şeytanla işbirliği yapan insanlar diye düşünülerek çoğu kez diri diri yakılırlardı. Külliyenin şifahanesindeyse akıl ve ruh hastaları, Türk müziğinin çeşitli makamları ile tedavi edilirlerdi. Şifahaneye devamlı bağlı on hanende ve sazende çalışırdı. Ney, keman, santur ve ud kullanılan sazlar arasındaydı. Özellikle neva, rast, dügah, segah, çargah ve buselik gibi makamların dinletilmesinden olumlu sonuçlar alınmıştı. Musikiden başka hastalar çiçek kokuları ile de tedavi edilirdi.

Türk-Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan külliyenin mimarı Hayreddin’di. 21 m. çapındaki kubbesi ile cami tek kubbeli camilerden olup, külliye yüz kadar kubbe ile örtülmüştür.

Selimiye Camisi

Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” diye nitelendirdiği Selimiye Camisi bu kentin tacıdır. Mimar Sinan’a Sultan II. Selim tarafından 1569-1575 yılları arasında yaptınlan cami önce, birbirine eşit üçer şerefeli dört min****i ile göze çarpar. Çok uzaklardan görünen bu zarif minareler kubbenin etrafına cami tabanının oturduğu karenin köşelerine dizilmiştir.

31,5 m çapındaki kubbe, 8 filayağı ile bağlanmış, örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca algılanmasına neden olmaktadır. Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler.

Caminin mimarisinde olduğu kadar, mermer, çini ve hat işçiliklerinde de kusursuzluğa varılmıştır. Minberin mermer işçiliği diğer camilerden üstündür. Mihrap tarafındaki duvarlarla birlikte, Hünkar mahfili ve bütün alt kat pencerelerinin alınlıkları zarif bir çini dekoru ile kaplanmıştır. Mihrap duvarında bulunan büyük çini panoların renk ve komposizyonları ve Hünkar mahfilinin alt kısmındaki tavanın kalem işçiliği çok güzeldir.

Caminin revaklarla çevrilmiş avlusunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvanı vardır.

Edirne Sarayı

Sultan I. Murad tarafından yaptırılan ilk saraydan sonra, Sultan II. Murad döneminde Tunca’nın batısında, çok büyük bir alan üzerine 1450’de Edirne Sarayı’nın inşaatına baş- landı. Sultan’ın 1451’de ölümünden sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed tarafından yapı tamamlatıldı.

Edirne Sarayı’nın önemli bölümlerinden olan Cihannüma Kasrı’nın yedi katlı olduğu ve en üst katında sekiz köşeli bir odanın ve ortasında bir havuzun bulunduğu yazılmaktadır. Cihannüma Kasrı’nın sağ tarafında Kum kasrı bulunurdu. Kum Kasrı hamamının, helezoni kubbesi vardı.

Cihannüma Kasrı’nın arka tarafındaki yerde, tonozlu bir bodrum üzerinde dikdörtgen bir planda su maksemi vardı. Terazilerden gelen sular binanın yukarısındaki depolarda toplanır oradan altı bölümle dağıtılırdı. 16. yy’ın ikinci yarısında saraya namazgâh eklendi.

Saray, 22 Ağustos 1829’da Ruslar’ın kente girip birkaç ay kalmaları sırasında yıkıma uğradı. 1867’de Sultaniye yatı ile Avrupa gezisine başlayan Sultan Abdülaziz’in gidiş yolu Tolulon’dan sonra Paris ve Londra olmuştu. Dönüş yolunda Sultan’ın Edirne’den geçme olasılığı üzerine özellikle Cihannüma Kasrı’nda bazı onarım ve eklemeler yaptırıldı. Oysa dönüş, Belçika-Koblenz-Prusya-Viyana-Budapeşte’den geçilerek, Tuna Nehri’nden vapurla yapıldı.

1875’de Ruslar’ın Edirne’yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik Ruslar’ın eline geçmesin diye Vali Cemil Paşa’nın emriyle ateşlendi. Böylece 3-4 gün süren patlama sesleri ile büyük tehlike içinde kalan Edirne kentinin 425 yıllık sarayı ortadan kalktı.

123-124 yıliarında Doğu’ya yaptığı gezi sırasında İmparator Hadrianus kendi adıyla Hadrianopolis diye çağrılan Edirne kentine görkemli bir kale armağan etmişti. 19. yy’ın ilk yarısına kadar sağlam duran bu kale de 1866-1870’den itibaren hastane, okul, hükümet binaları, kışla yapımı için Vali Hurşid Mehmed Paşa zamanında yıkılmaya başlandı. Dört ta- ne olan köşe kulesinden yalnızca biri saat kulesi haline dönüştürüldü.

Köprüler

Edirne’deki önemli yapı türlerinden biri de köprülerdir. Üzerine türküler yakılan bu taş köprülerin çoğu Tunca Nehri üzerinde bulunur. Taş köprüler, Osmanlı’nın mekânsal ve anıtsal anlayışıyla her zaman uyum içinde olurlar, düzenlilik ve geometri kurallarına uygunluk gösterirlerdi. Kent içi köprüler, iki başından kent dokusuna dayanırlardı. Edirne’nin içinde bulunan ve Sinan devrinin Edirne dışında inşa ettiği köprülerin güzelliğine başka kentlerde erişilememiştir.

Bu kentteki köprülerin en eskisi Bizans İmparatoru Michael Palaiologos (1261-1282) dönemindendir. Köprü sonradan Gazi Mihal Bey tarafından yeniletildiğinden onun adı ile anılır (1420). 1640’da Kemankeş Kara Mustafa Paşa bu yirmiyedi gözlü köprüye sivri kemerli Tarih Köşkü’nü ekletmiştir. 1451’de yapılan Şahabettin Paşa (Saraçhane) Köprüsü on iki ke- merli ve on bir ayaklıdır.

1452’de Fatih döneminde yaptırılan Fatih Köprüsü, 1488’de Mimar Hayrettin’in yapıtı olan Bayezid köprüsü, 1560’da Mimar Sinan’ın eserleri arasında yer alan Saray (Kanuni) Köprüsü, 1608-1615 yılları arasında Sedefkar Mehmed Ağa’nın yaptığı Ekmekçizade Ahmed Paşa Köprüsü, 1842-1847 yılları arasında Meriç’le Arda’nın birleştiği yerde tamamlanan Meriç Köprüsü (Yeni Köpıü) Edirne’nin en önemli köprüleridir.

Kervansaraylar

Sokak üzerinde bir sıra dükkânı bulunan ve klasik Osmanlı mimarlığının ilginç örneklerinden olan Rüstem Paşa kervansarayı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü sadrazamı Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırıldı. Dikdörtgen avlu çevresinde önleri revaklı odalar sıralanmaktadır.

Ekmekçioğlu Ahmed Paşa kervansarayı, I. Sultan Ahmed’in emri ile Defterdar Ekmekçioğlu Ahmet Paşa tarafından 1609 senesinde yaptırıldı. Mimarları Sedefkar Mehmed Ağa ve Edirneli Hacı Şaban’dı.

Evler

Taş duvar ve sıvayla örülmüş ahşap iskelet sistemleri ile yapılırdı. Bu evler genellikle yanındaki daha yüksek saçaklara çift eğri öğe ile bağlanan bir çatıyla örtülü, az derinde kalan locanın içine yerleştirilmiş merkezi girişi ile kusursuz bir simetriye sahipti.

Odalardan kıbleye dönük olanı namaz odası olarak ayrılırdı. Dolaplarda, tatlı, şeker, şerbet ve şurup dağıtılmasına yarayan şık kaplar, bardaklar, tabaklar, şık havlular, örtüler, le- ğen ve ibriklerin en kıymetlileri saklanırdı. Misafir odalarının duvarları boyunca yapılmış “sıra” denen raflar üzerine odayı süslemek amacıyla kıymetli çini ve porselen tabaklar, kaseler ve sürahiler konurdu. Katlı raf denilen hücrelere de değerli kaseler, gülapdanlıklar ve çiçeklikler yerleştirilirdi.

Kalınca yapılmış duvarların içine yerleştirilen veya odanın arkasında bir kümbet şeklinde dışarı çıkarılan ocaklar en sağlıklı ısınma aracıydı.

Balkan Yarımadası’nın hemen her tarafında en küçüğünden en gösterişlisine kadar bütün evlerde “hayat” denilen bölümler vardır. Oda kapılarının açıldığı yer olan bu bölüm, doğrudan evin bahçesine bakan yönde 1,5-2 metrelik direkler üzerine dayandırılmıştır. Hayatların sonunda bir basamak yükseklikte dört köşe bir kısım ayrılarak, tahta sedirlerle çevrilirdi.

Evin harem ve selamlıklarında büyük kapıların açıldığı bahçe kısımları olan avluların uygun bir yerinde mermer bir çeşme bulunurdu. Bazı evlerde avluların ortasında küçük havuzlar, üzerine asma sardırılmış çardaklar vardı. Harem ve selamlık avlularından birbirine geçilecek küçük kapı bulunurdu.

İnanılır ki, Kırkpınar adı kırk yiğidin adından gelir.

Bizans İmparatorları, kendi iç çekişmelerinde uzun seneler Aydın ve Saruhan Beyleri’ni kullanmış, ayaklanmalarını, taht kavgalarının başlangıçlarını hep onlarla bastırmıştı.

Aydın ve Saruhan Beyleri, bu iç çekişmelerde güçlerini Bizans’ın gereksinimi doğrultusunda kullanırken, Rumeli’deki baş kaldıran pekçok küçük Bizans kalesine ve kentine akınlar yapmışlardı. Önceleri Bizans’ın bütünlüğüne yardım için yaptıkları bu akınları, sonraları iyice alışkanlık haline getirmeye başladılar. Gücü yavaş yavaş Beyler’e kaptırdıklarını farket- meye başlayan Bizans İmparatoru, yeni kullanacak güç aramaya başladı. İmparator, Anadolu yarımadasında gün geçtikçe etkinlikleri artan Osmanoğulları’ndan Aydın ve Saruhan Beyleri’nin korkacaklarından emindi. Bu defa da Osmanoğulları’nı amaçları doğrultusunda kullanmayı tasarlayarak, onlardan yardım istedi.

Orhan Gazi de uzun zamandır Bizans İmparatoru’nun bu durumundan yararlanmayı kuruyordu. Orhan Gazi, daha önce Aydın ve Saruhan Beyleri gibi diğer Türk Beylikleri’nin de Bizans’a yardım için Rumeli taraflarına akınlar düzenleyip Bizans İmparatorları’nın durumunu kurtardıktan sonra tekrar Anadolu’ya döndüklerini biliyordu. Onun amacı ise farklıydı. Tüm istediği Rumeli yakasına ayak basarak, orada yerleşmek ve Osmanlı topraklarını büyütmekti.

Orhan Gazi, Süleyman Bey’in Rumeli yakasındaki Bizans kalelerinden birini baskınla ele geçirmek fikrini uygun gördü. Süleyman Bey, Çanakkale Boğazı’nı iki salla ve kırk yiğitle birlikte geçip, Rumeli’ye ulaştı. Sabaha karşı Kallipolis (Gelibolu) Kalesi’ni ele geçirdikten sonra, arkadan gelen diğer kuvvetlerle birlikte, Rumeli’nin büyük küçük kalelerine doğru yürümeye başladı.

Çanakkale Boğazı’nı ilk geçen kırk yiğit, Hadrianopolis’e doğru kuvvetlerin öncülüğünü üzerlerine aldılar. Bu kırk yiğidin her biri birer başpehlivan olduğundan, her konaklamada aralarında güreşirlerdi. Hadrianopolis civarındaki bir meraya geldiklerinde, pehlivanlar yine çayırlıkta güreşecek arkadaşlarını seçtiler. İçlerinden iki pehlivan Anadolu yakasındayken, sonuçlandıramadıkları bir güreşi Rumeli seferi için yarıda bırakmışlardı. Yemyeşil çayırın üzerinde güreşe tutuştuklarında Hıdırellez’di. Akşam karanlığı çöktüğü sıralarda sonuç hâlâ alınamamıştı.

Ortalık iyice kararırken iki pehlivan güreşmeye devam ettiler. Gece yarısına doğru ise dehşetli güreş iki kahramanın son nefeslerini vermeleriyle son buldu. Er meydanında can veren pehlivanları arkadaşları bu çayırlığa gömerek Hadrianopolis üzerine savaşa devam ettiler.

Aradan uzun bir zaman geçmiş Orhan Gazi’nin yerine I. Sultan Murad geçmişti ve Hadrianopolis artık Türkler’in Edirnesi olmuştu. Kırk yiğitten sağ kalanlar, iki pehlivanın çayırlıktaki mezarlarına birer taş yaptırmak istediler. Çayırlığa vardıklarında, iki pehlivanı gömdükleri incir ağacının altından billur gibi akıp giden kırk kaynaklı pınarı gördüler. İşte ilk Kırkpınar diye adlandırılan yer burasıydı.

I. Sultan Murad Edirne’yi başkent yaptıktan sonra bu kentte okçuların, ciritçilerin ve pehlivanların yetişmesi için bir güreşçiler tekkesi açtı. Kırkpınar güreşlerinin ilk yapıldığı yer, Edirne’nin altı saat batısında olup, bugün bu bölge sınırlarımızın dışinda kalmıştır.

Kırkpınar bir Türk atasözünün de kaynağı oldu. Hıdırellez başlamadan yaklaşık yirmi beş gün önce Kırkpınar Ağası, halkı güreşlere çağırmak için, yöredeki kent, kasaba ve köylerin kahvelerinin tavanlarına asılmak üzere, kırmızı dipli mumlar gönderirdi. Bu, özellikle çağrılıyorsunuz anlamını taşırdı. Bir yere gelmesi istenmeyen kişi, çağrılmadan oraya giderse söylenen; “Kırmızı dipli mumla mı çağrıldın” atasözü buradan kaynaklanmaktadır.

Hıdırellez’den yaklaşık on beş gün önce, köylüler tarafından Kırkpınar yakınına tezgah ve dükkânlar, meydanın etrafına da izleyiciler için çardaklar yapılmaya başlanırdı. Yakın yörelerden gelen esnaf ve satıcılar, hazırlanmış olan derme çatma dükkânlara ve tezgahlara yerleşirler ve satacakları yiyecek, içecek ve giyecekleri buralara yerleştirirlerdi. Meydanın etrafı köşkler, dükkânlar ve köylülerin yaptıkları gölgeliklerle dolardı.

Kırkpınar Ağası ise, Hıdırellez’den bir hafta önce Ağa Çadırı’nı, güreşçilerin ve misafirlerin çadırlarını meydanın etrafına kurdurmaya başlardı. Aynı zamanda yemek kazanları ve kaplar getirilir, aşçılar hazırlıklarına başlarlardı. Bütün bu hazırlıklar yaşanacak cümbüşün ve renkliliğin müjdecisi gibiydi.

Güreşler Hıdırellez’den üç gün önce başlar, günlerce süren bayram ve açık hava eğlenceleri içinde sürüp giderdi. Halkın saygı gösterdiği, güvendiği eski yaşlanmış pehlivanlardan iki üç tanesi, Ağa’nın çağrısıyla hakem olurlar ve Ağa ile birlikte, onun çadırından güreşleri izlerlerdi.

Birinci gün eğlencelere aynlır, son gün genellikle başaltı ve başpehlivanın güreşleri ile geçer, tüm karşılaşmalar Hıdırellez’in arifesinde akşamüstü sona ererdi.

Edirne kırmızısı ve Edirnekâri

Tahta üzerine boya ile yapılan süslemeye Edirnekâri denirdi. Edirne’de 14. yy’dan başlayarak bu biçimde pek çok tavanlar, kapılar, dolap kanatlan, saatler, sandıklar, kalemlikler, raf lar ve çekmeceler bezendi. Aynca çekmecelerin içine de yaldızla tuğralar ve değişik bezemeler yapıldı.

Motifler doğaya dönük olup, çiçek, yaprak, meyvalardan oluşurdu. Bu süslemeler, boyalarının sağlamlığı ve ince işçilikleriyle dikkati çekerdi.

Edirnekâri süslemelerdeki motifler, 17. yy’a kadar tek tek çiçekler, minik buketlerden oluşurken, 18. yy’da bu çiçekler büyük buketler haline geldi veya vazolann içinde resmedildiler.

18. yy’da Edirnekâri, motif ve düzenleme olarak deri kitap kapaklarında da yer almaya başladı ve giderek yaygınlaştı.

Edirne’de yapılan lake ciltler de Edirnekâri adını almaya başladı. Bu ciltlerin üzerindeki nakış ve resiınler vernikle parlatılırdı. Edirne’de yapılan lak işleri de Edirne Lakı olarak anılmaya başlandı.

18. yy’da Edirne Türk Kırmızısı ya da Edirne Kırmızısı (Rouge d’Andrinople) diye adlandırılan boyacılığı ile büyük ün kazandı. Bu al rengi taşıyan pamuklu kumaşlar da Edirne Kırmızısı diye adlandınldı.

Edirnekâri, 19. yy’ın ortalanna kadar kullanıldı ve büyük ustalar yetişti.

Şenlikler

Edirne, 16. yy’a kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun kent şenliklerini yaptığı tek yerdi. Bu yüzyılın başından başlayarak şenlik kenti İstanbul oldu. Böyle olmakla birlikte, IV. Meh- med’in 1675’de Edirne’de şenlik düzenlettiği bilinmektedir.

Bu kentte ilk şenlik II. Murad’ın Düzmece Mustafa’yı yakalayıp öldürttüğü olay sonrasında yapıldı. II. Murad, Edirne’de Şehzadeleri Alaeddin ile Mehmed’in görkemli sünnet düğünleri şenliklerini de burada yaptırdı. 1444’de yine II. Murad, Ramazan Bayramı nedeniyle üç gün üç gece spor gösterilerinin ağırlıkta olduğu şenlikler düzenletti. 1450’deki ise, Sultan’ın oğlu Şehzade Mehmed’in Sitti Hatun’la evlenmesi nedeniyle yapılan ve yaklaşık üç ay süren şenlikti.

1457’de Fatih Sultan Mehmed’in şehzadeleri Bayezid ve Mustafa’nın sünnet düğünü şenliklerinde, spor gösterilerinin yanısıra, bilim adamlarının sohbet ve tartışmalan da yapıldı.

Bunlardan başka, 1472’de Cem Sultan ile Şehzade Abdullah’ın sünnet düğünlerinde ve 1480’de şehzadeler, Selim, Şehinşah, Mahmud, Âlem, Korkud, Ahmet ve Oğuz Han’ın sünnetlerinde şenlikler yapıldı.

Şenliklerin en unutulmazı kuşkusuz, başkent İstanbul olmasına karşın Edirne’den ayrılamayan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) 1674 yılında yaptırdığı şenlik oldu. 1674’de on iki yaşında olan şehzadesi Mustafa (sonradan Sultan II. Mustafa) ve iki yaşındaki şehzadesi Ahmed’in (sonradan Sultan III. Ahmed) sünnet düğününün arkasından, on yedi yaşındaki kızı Hatice Sultan ile vezir ve müsahib Mustafa Paşa’nın evlenme düğünleri yapıldı. Ziyafet ve şenliklerle on altı gün süren sünnet düğünü ve on dokuz gün süren evlenme düğünü, Edirne kentinin tarih sayfalarına güzel anılar ekledi.

Bu şenliklerin hazırlıkları altı ay öncesinden başladı. Geçit törenindeki nahıllar, yapma bahçeler, şekerlerden yapılmış hayvan heykelleri.göz kamaştırıcıydı. Seyirlik oyunlarında ise, cambazlar, yılan oynatanlar, gölge oyuncuları, kuklacılar, gözbağcılar bütün hünerlerini gösterdiler. At yarışları, ok atıcılığı, cirit, kılıç ve güreş karşılaşmaları da günlerce sürdü.

18. yy’dan başlayarak bütün kentlerde kır gezinti alanlan ve çayırlar halkın eğlencesi için açıktı. Edirne’de ise, Meriç boyunca uzanan meyva ve sebze bahçeleri, geceleri buralara gelen halkla neşelenip renklenerek bir gezinti yerine dönüşür, Meriç’in çağıldayan sularına, insan seslerinin cıvıltıları katılırdı.

OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Başkentleri

İstanbul, Osmanlı’nın 3. Başkenti…

KENTİN TARİHİ

İlk yerleşim

Zaman, günümüzden yaklaşık 300 bin yıl önceydi. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasına bu kentin ilk sakinleri yerleşti. Son buzul çağının bitiminde oluşan gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanları yaşamlarını sürdürdü. Kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ’a (100 bin yıl önce) ait aletler bulundu. Kentin kuzeyindeki Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ’ın ve Üst Paleolitik çağın aletlerine rastlandı. M.Ö. 5000 yıllarında Kadıköy Kurbağlıdere üzerindeki Fikirtepe’de önemli bir kültür yerleşimi vardı.

Bizantion (M.O. 660 – M.S. 324)

M.Ö. 680’de Dor akınlarının yıldırdığı Yunan yarımadasındaki Megara kentinden ve Anadolu yarımadasının Güney Ege kıyılarındaki Miletos’tan gelen öncüler, Kadıköy civarında Khalkedon’u kurdular. Diğer bir Megaralı gurup ise, kuracakları kent için Delphi Kâhini’ne yer danıştı. Kâhin onlara körlerin karşısındaki yere yerleşmelerini söyledi. Tarihi yarımadanın üzerindeki zenginliği görmeyen Khalkedonlular’ı kör olarak adlandırmıştı. M.Ö. 660’da Sarayburnu üzerinde Bizantion’un tarihi böylece başlatıldı. Khalkedonlular ve Bizantionlular birbirleriyle dostça geçinip, bastıkları sikkeler üzerine adlarını birlikte koydular.

Bizantion’un çevresine surlar inşa edildi. Denizlerle çevrili bir yarımada üzerine kurulu olması nedeniyle, deniz ürünlerinden bolca nasibini aldı. Güvenli bir limanı, tarıma elverişli bereketli toprakları ve deniz ticaret yolları üzerindeki konumu Bizantion’un çok kısa zamanda gelişip zenginleşmesini sağladı.

Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269’da Bithynialılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202’de Makedonyalılar’ın tehdidinden korkarak, Bizantion Roma’dan yardım isteğinde bulundu. Bu bir anlamda da Roma’nın bu kente ilk adımıydı.

73 yılında Bizantion Roma’nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar’ın tarafını tutan Bizantion’u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269’da kent bu defa Gotlar’ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. 313’de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. Constantinus, Nicomedialılar’la yaptığı savaşı kazanarak kenti geri aldı.

Roma İmparatorluğu’nun başkenti (324 – 395)

Toprakları Batı’da okyanus kıyılarından, Doğu’da Fırat ve Dicle nehirlerine kadar uzanan Roma İmparatorluğu için, özellikle Doğu bölgesine egemen olunabilecek yeni bir yönetim merkezi aranmaya başlandı. Ve ticaret yollarının kavşağında kurulu Bizantion Roma’nın Doğu’sunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi.

I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion’a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri ele alındı. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı.

Septimus Severius’un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Orta bölümünde çevresinde arabaların döndüğü spina bulunurdu. Halkla imparatorun adeta bütünleştikleri Hipodrom’da vahşi hayvan yarışları, atletik karşılaşmalar, şenlikler ve kutlamalar gibi çeşitli eğlenceler yapılırdı. Bunların içinde en heyecanlısı havayı temsil eden Maviler, suyu temsil eden Beyazlar, toprağı temsil eden Yeşiller ve ateşi temsil eden Kırmızılar arasında yapılan araba yarışlarıydı. Hipodrom duvarlarının üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik’e, San Marco Meydanı’na taşındı. Hipodrom’daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi’nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer) yapıldı.

Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. Adı artık Constantinopolis’ti (11 Mayıs 330).

Yine aynı yıl Forum Constantinus (Çemberlitaş Meydanı) yaptırıldı. Roma’daki Apollon Tapınağı’ndan getirilen yüksek sütunun üzerine tunçtan yapılmış Constantinus’un heykeli konuldu. Yüksekliği 35 m. olan sütun çeşitli zamanlarda değişik nedenlerle zararlar gördüğünden, ayakta kalması için üzerine demir çemberler geçirildi ve bu nedenle adı Çemberlitaş’a dönüştü.

I. Constantinus, Doğu Roma İmparatorluğu’nun yol ağının başlangıç noktasını Milion Taşı ile belirledi. Bu yolların ve kıtaların kavşağındaki kente Rusya’dan, İran ve Mısır’dan, Avrupa’nın en uç köşelerine kadar pek çok ülkeden her tür tüccar gelirdi.

Hıristiyanlık, Hazreti İsa’nın yaşamını kişiliğini ve tanrısal görevini esas alan bir din halini almaya başladığında; kilise kavramı da doğdu. Kilise, Yunanca toplantı anlamına gelen “Eklesia” sözcüğünden türemiş bir kavramdı. Bizans’ın en eski kiliselerinden olan Aya İrini, bugünkü biçimini I. Constantinius zamanında aldı. Kutsal Barış Kilisesi Aya İrini, Ayasofya’nın yapımından önce patriklik kilisesi görevini yaptı. İstanbul’un fethinden sonra bir dönem Topkapı Sarayı’nın dış avlusunda yaşayan yeniçeriler tarafından silahhane olarak kullanıldı. 19. yy’da ise Türkiye’nin ilk askeri müzesi burada açıldı.

Bizans sanatının ve Doğu kiliselerinin en büyük eseri olan Ayasofya da, kente adını veren I. Constantinus tarafından ilk kez 360’da yaptırıldı. Constantinopolis patriği, Ortodoks mezhebinde kilisenin başı olmakla birlikte tüm yetkileri elinde tutan imparator karşısında hiçbir zaman tam bir bağımsızlık kazanamadı.

Gittikçe görkemi artan ve nüfusu yükselen kentin mevcut alt yapılarını geliştirmek gerekiyordu. Su ihtiyacını karşılamak üzere 375 yılında İmparator Valens (364-378), iki tepe arasına 1000 m.’lik Valens Su Kemeri’ni inşa ettirdi. Kentin dışındaki Belgrat Ormanları’ndan gelen su, bu kemerle iki tepe arasındaki vadiden aşırılarak, Büyük Saray çevresine aktarıldı.

Kenti çevreleyen surlar, kurucusu Bizas’tan başlayarak çeşitli dönemlerde çeşitli genişlikte alanları kaplamıştı. Surlar, 10 m. derinliği, 20 m. genişliği olan bir hendekle çevriliydi. Hendeğin arkasında önce ilk duvar, sonra üzerinde 96 burç olan ikinci duvar vardı. Surlarda halkın girip çıktığı kapılar ve askeri kapılar bulunmaktaydı. Kent, korunması açısından Haliç girişine çok hakim bir konumda olduğundan, Haliç surlarının çok fazla dayanıklı olması gerekmiyordu. Marmara Denizi tarafında, uzunluğu 8260 m. olan Marmara Surları vardı. Üzerinde bugünkü adlarıyla; Ahırkapı, Çatladıkapı, Samatya Kapısı, Narlıkapı bulunmaktaydı. Kara surları 5632 m. uzunluğundaydı. Üzerinde yine bugünkü adlarıyla; Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Mevlevihane Kapısı, Topkapı, Edirnekapı, Eğrikapı, Yedikule Kapıları vardı. Bizanslılar’ın Porta Aurea (Altın Kapı) diye adlandırdığı ve 390 yılında I. Theodosius (379-395) tarafından yaptırılan üç kemerli kapı (Yedikule Kapısı) en şatafatlı olanıydı. Kapının üzerinde çift başlı Bizans kartalı kabartması vardı. Zaferden dönen imparatorlar buradan geçerlerdi. Son derece sağlam olan İstanbul surları 1204’de Latin istilasında ve 1453’de İstanbul’un fethinde olmak üzere iki kez aşılabildi.

Roma dünyada etkin bir rol oynamaya başladığında, İmparator I. Theodosius Mısır’dan İstanbul’a 390’da bir dikilitaş getirdi. Firavun II. Tutmosis tarafından M.Ö. 1500’de yaptırılan bu Mısır obeliski, Teb şehrindeki Luxor mabedinin kapısını süsleyen iki sütundan biriydi. Üzerinde bulunan hiyerogliflerde, Mısır firavunu Tutmosis’in tanrı Amon-Ra’ya sunduğu kurbanlar anlatılmaktaydı. Constantinopolis’te spinanın üzerine dikilen taşın dört köşe mermer blok kaidesinin üzerinde, Theodosius’un hipodromdaki yarışları izleyişi ve taşın dikilişi ile ilgili kabartma resimler bulunmaktaydı.

Delphi’deki Apollo Tapınağı’ndan getirilen ve üç yılanın birbirine dolandığı sütun da spinanın üzerinde bulunmaktaydı. Bronz anıt, Palatea savaşında öldürülen Pers askerlerinin eritilen kalkanlarından yapılmıştı. Üç yılanın başları üzerinde bir altın kazan bulunduğu, kazanın ve aynı meydanda bulunan ve Örmetaş adıyla bilinen sütunu kaplayan bronz levhaların Latin işgali sırasında eritilerek sikke basımında kullanıldığı söylenmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti (1453 – 1923)

“İstanbul mutlaka feth olunacaktır,
Onu alacak komutan ne iyi komutan
ve onun askerleri de ne iyi askerdir “
(Hadis)

29 Mayıs sabaha karşı yapılan taarruzla Topkapı’daki kara surları yıkıldı. Aynı gün, II. Mehmed at üzerinde kente girerek, Ayasofya’da namaz kıldı. Osmanlı töresine uygun olarak şehrin katedrali olan Ayasofya Kilisesi camiye çevrildi. Havariler kilisesi ve diğerleri ise Hıristiyanlara bırakıldı. Constantinopolis’in fatihi II. Mehmed artık “Fatih Sultan Mehmed” olarak tarihe geçecekti.

Ayasofya ile Hipodrom arasında bulunan eski Bizans Sarayı 1204’deki Latin işgali sırasında yıkılıp yağmalanmış ve kullanılamaz hale gelmişti. Bu nedenle de Bizanslılar kara surlarının Haliç’e ulaştığı yerde bulunan Blakhernai Sarayı’na yerleşmişlerdi. Fatih’in kenti almasından sonra Beyazıt’ta bir kale kurularak Osmanlı’nın ilk saray inşaatına başlandı. Kalenin hemen altında büyük çarşı kuruldu.

Bizans’ın son dönemlerinde görkemini yitirmiş olan kentte, öncelikle eskiden kalma binalar ve surlar onarılmaya başlandı. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı’nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başladı. Büyük su sarnıçlarının da korunması sağlandı. Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme gösteren İstanbul artık imparatorluğun başkenti idi.

Bizans’ı terkedenler geri dönmeye başladılar. Fetih öncesi dönemden kalanlarla birlikte, Anadolu’nun değişik yörelerinden gelenler, çeşitli milletler, çeşitli dinler kentte bir renklilik yarattılar. Nüfusu böyle bir renkliliğe dönüşen İstanbul’da göç edenlerin getirdiği yerel kültürler şehrin dokusunu zenginleştirdi.

Kenti bezeyen Osmanlı üslubu yapılaşma

Yalnızca sultanlar ve aileleri tarafından yaptırılabilen ve birden fazla min****i olan camilere sultanın çoğulu olan “selatin” camileri denilirdi. İstanbul’un ilk selatin camisinin yer aldığı Fatih Külliyesi bütünüyle simetrik bir düzen içinde şehrin merkezine yerleştirildi. Cami, medrese, tâbhane, darüşşifa, çarşı ve hamamdan oluşan külliyenin mimarı Atik Sinan’dı. İstanbul’a külliyeler ve büyük camilerle birlikte, hanedan mensupları ve devletin ileri gelenleri, vezir camileri denen küçük külliyeler yaptırdılar.

668 yılında Emevilerce gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasında Eyyub el-Ensari şehit düşmüştü. 1459’da Fatih Sultan Mehmed tarafından Eyyub el-Ensari adına yaptırılan Eyüb Sultan Camisi, medrese, imaret ve hamamı ile birlikte bir külliye oluşturdu. Osmanlı hükümdarlarının kılıç kuşanma törenleri bu camide yapıldı.

1472’de başlatılan Topkapı Sarayı inşaatı, 1478’de tamamlandı. Daha sonraları, dönem sultanları tarafından yeni bölümler eklenen sarayın ilk girişi Bab-ı Hümayun’dan, darphane ve nakkaşhanenin de bulunduğu birinci avluya, diğer adı ile Alay Meydanı’na girilirdi.

Avlunun sonunda ikinci avluya ya da diğer adıyla Divan Meydanı’nâ açılan Babüsselam yani ana giriş vardı. Hastane, fırın, silâhhane binaları buradaydı. Avlunun sol tarafında ahırlar, sağ tarafı boyunca uzanan mutfak binaları vardı.

Daha sonra sarayın özel bölümlerine açılan Babüssaade’ye geçilirdi. Kapının hemen karşısında Divan üyelerinin, yabancı elçilerin kabul edildiği arz odası vardı. Arz odasının hemen arkasında 18. yüzyıl’da yapılan Enderun binaları bulunmaktaydı. Hırka-i Saadet Dairesi’nde peygamberden ve ilk halifelerden kalan eşyalar bulunurdu. Sarayın dördüncü avlusunda değişik sultanların yaptırdıkları Bağdat, Revan, Sofa, Mecidiye köşkleri bulunmaktaydı. Osmanlı sultanları 400 yıl kadar Topkapı Sarayı’nı ülkenin yönetim merkezi olarak kullandılar. Bu kadar uzun zaman değişik sultanlar tarafından kullanılması nedeniyle de saray sürekli değişim gösterdi.

Fatih’ten sonra gelen Sultan II. Bayezid (1481-1512), kentin merkezi bir yerinde, 1500-1505 yılları arasında Bayezid Külliyesi’ni yaptırdı. Yerleştirilişi, mimarisi, süslemesi ve çeşitli ek binaları bakımından Türk mimari tarihinin önemli halkalarından birini teşkil eden külliyenin mimarlarının Kemaleddin ve Hayreddin oldukları sanılmaktadır. Külliye, üzerinde bulunduğu araziye göre serpiştirilen; cami, türbe, imaret, sıbyan mektebi, tâbhaneler; medrese, hamam ve kervansaraydan oluşmaktaydı. Caminin içi kare olup, ortadaki büyük kubbe ve bu kubbeyi esas eksen üzerinde destekleyen iki yarım kubbe ile örtülüydü ve avlusu dışarıya üç kapı ile bağlıydı.

Caminin revak kemerleri beyaz ve kırmızı mermerden yapıldı. Mihrap, minber, müezzin mahfili ve giriş duvarları ile kadınlar bölümü özenli bir taş işçiliğine sahip olan caminin, kapı ve pencere kanatları da devrinin en önemli ahşap işçiliğine birer örnekti.

I. Selim (1512- 1520), 1517’de Mısır Seferi dönüşünde kutsal emanetleri getirip halife unvanını aldı ve İstanbul İslamiyet’in merkezi haline geldi.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566), Mimar Sinan’ın sonradan “çıraklık işim” dediği hem Haliç’i hem Marmara’yı görecek biçimde Şehzade Camisi yapıldı. Sinan’ın inşa ettiği bu ilk selatin külliyesi; cami, medrese, tâbhane, ahır, mektep, imaret ve Şehzade Mehmed’in türbesinden oluşmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman bu camiyi, Şehzade Mehmed’e adadı.

1522’de Sultan Selim Camisi yaptırıldı. Külliye, Sultan I. Selim’in türbesi, cami, imaret, medrese ve darüşşifadan oluşmaktaydı.

Artık Osmanlı’nın yeni başkenti, Mimar Sinan’ın yapılarıyla kişiliğini kazanmaya başlamıştı. Mihrimah Sultan Camisi, Üsküdar Meydanı’nda Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan tarafından 1548’de yaptırıldı. Külliye; cami, medrese, misafirhane, ahır, kiler, ambar ve bir handan oluşmaktaydı. Mimarı yine Sinan’dı. Caminin iç mekânındaki iki filayağı dört yapraklı yonca biçiminde tasarlandı.

Sinan’ın “kalfalık dönemi” eserlerinden olan Süleymaniye Camisi 1557’de yaptırıldı. Cami, Sinan’ın dehası ile Kanuni’nin gücünü simgeler gibiydi. Büyük kubbeli mekân tasarımında Osmanlı camilerinin gelişme çizgisini göstermekteydi. Camideki kalabalığın nefesi ve yanan kandillerin mumlarının isi nedeniyle kirlenen havasını temizlemek için, giriş kapısı üzerinde bir oda bulunmaktaydı. Bu oda kirlenen havayı alıp dışarı veren ve temiz havayı çeken bir yer olduktan başka, tavanında camide yanan bütün kandillerin ve mumların isleri toplanır, bu isten yapılanın en iyi mürekkep olduğu söylenirdi.

III. Murad’ın (1574-1595) annesi Nurbanu Valide Sultan tarafından, 1570-1579 yılları arasında Atik Valde Camisi yaptırıldı. Külliyenin tasarımı Mimar Sinan’ındı. Külliye; cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi, darülhadis, davilkurra, imaret, darüşşifa ve hamamdan meydana gelmekteydi. Camiyi kuzey, doğu ve batı taraflarından kuşatan şadırvan avlusuna dört kapıdan girilmekte, en önemli çini süslemeler mihrabın yan duvarlarında yer alan iki panoda bulunmaktaydı. Ahşap kapı ve pencere kanatları sedef ve fildişi kakmalarla bezendi.

Üsküdar sahilindeki Şemsi Paşa Camisi 1580’de Şemsi Ahmed Paşa tarafından yaptırıldı, mimarı Sinan’dı. Mimar Sinan’ın külliyeleri içinde en küçüğü olan ve klasik Osmanlı üslubuna göre inşa edilen külliye; cami, türbe ve medreseden oluşmaktaydı.

Atmeydanı’na Osmanlı döneminde katılan en güzel anıt kuşkusuz Sultanahmet Camisi’ydi. Dünyada tek altı min****i olan bu cami, I. Ahmet (1603-1617) tarafından, 1609 ile 1616 yılları arasında Mimar Sedefkar Mehmet Ağa’ya yaptırıldı. Caminin doğuya bakan tarafına arasta, kuzeyine ise hünkar kasrı yapıldı. Mimari başarısından çok, İznik’in son parlak dönemine ait çiçek ve ağaç motifli çinileriyle ün yaptı.

1349’da yapılan Galata Kulesi, Galata bölgesindeki eski Ceneviz Surları’nın kuzeyini işaretlemekteydi. O zamanlar “İsa Kulesi” adıyla anılıyordu. Şehrin korunması amacıyla yapılan bu kule, Osmanlı döneminde bir nevi hapishane olarak kullanıldı. Daha sonra da yangın kulesi olarak kullanılmaya başlandı. 17. yy’da, IV. Murad (1623-1640) zamanında Hezarfen Ahmet Çelebi adlı bir kişinin, kendi yaptığı kanatlarla buradan uçarak, karşı kıyıdaki Üsküdar’a konduğu bilinmektedir.

IV. Mehmed (1649-1687) döneminde, 1660’da Mısır Çarşısı yapıldı. Yarım kalan Yenicami 1661 yılında bu defa Hatice Sultan tarafından ele alındı ve 1663’de ibadete açıldı. Caminin inşaatına, III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan adına yapılmak üzere 1597’de başlanmıştı. Mimarı Davud Ağa’nın ölümünden sonra Mimar Dalgıç Ahmed Ağa inşaatı 1603 yılına kadar sürdürmüştü. 1603 yılında tahta geçen I. Ahmed döneminde Yenicami’nin inşaatı durdurduruldu. Bu arada I. Ahmed kendine Sultanahmet’te bir cami inşaatına başlatmıştı.

Dört yüzünde birer çeşme, dört köşesinde de birer sebil bulunan ve 18. yüzyıl başlarında- ki Barok üsluplu meydan çeşmelerinin en çarpıcı örneklerinden biri olan çeşme, Sultan III. Ahmet (1703-1730) tarafından yaptırıldı. Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun kapısının dışında sağ tarafta bulunan bu çeşme Sultan’ın adıyla anılacaktı.

Hipodrom, çeşitli cirit oyunları ve şehzade sünnet düğünlerinin yapıldığı Atmeydanı’na dönüştü. Bir zamanlar meydanın en güzel anıtlarından olan üzeri bronz levhalarla kaplı Örmetaş, bu levhaların Latin işgali sırasında eritilerek sikke basımında kullanılmasıyla artık soyulmuş bir sütun görünümündeydi. Pek ilginç görünmeyen bu sütuna tırmanılarak cambazlık gösterileri yapıldı. Eski Spina artık başka anlayışta gösterilere tanık olmaktaydı.

1755’de, I. Mahmud (1730-1754) tarafından Kapalıçarşı girişine mihrap çıkıntısı poligonal biçimde olan ve o zamana kadar yapılan camilere üslup olarak pek benzemeyen Nuruosmaniye Camisi yaptırıldı. Külliye; cami, imaret, medrese, kütüphane, türbe, sebil, çeşme ve dükkânlardan oluşmaktaydı.

1763’de III. Mustafa (1757-1774) tarafından Laleli’de yaptırılan külliye; cami, imaret, çeşme, sebil, türbe, han, medrese, muvakkithane, imam ve müezzin konutları ve dükkânlardan oluşmaktaydı. Mimarının Hacı Mehmed Ağa olduğu sanılmaktadır.

Osmanlılar’ın Dersaadet’i

19. yy’da Osmanlı İmparatorluğu başkentinin nüfusunu, Müslüman Türkler, Ortodoks Rumlar, Gregoryan ve Katolik Ermeniler, Museviler, Levantenler ve yabancı kolonilerden kişiler oluştururdu.

Bu yüzyıl, imparatorluğun yenilenme dönemi oldu. Yenilenme hareketlerinden en fazla nasibini alan kuşkusuz başkentti. “Batılılaşma” diye de adlandırılan bu dönemde, askeri, ekonomik ve sosyal alanlarda Avrupa’dan getirilen uzmanlara önemli görevlerde etkin roller verildi. Ordunun çeşitli kademelerinde Alman, İsveçli, İngiliz ve Fransız paşalar görevlendirildi. Osmanlı sultanları kılık kıyafetlerinde değişiklikler yaparak kavuk, kaftan ve şalvar yerine, Avrupalı hükümdarlar gibi, yandan şeritli pantolonlar giymeye başladılar. Başlarına koyu kırmızı fesler taktılar. Değişiklikler kültür ve sanat alanlarında da belirginleşti. Batı tarzı resim ve mimariyle birlikte, müzikte de yine Batı enstrümanları kullanılmaya başlandı.

II. Mahmud’un saltanat yılları (1808-1839), bu yenilenme hareketlerinin en yoğun olarak başladığı dönemdi. 1824’de imparatorluktaki ilk gazete “Smyrnéen” İzmir’de yayımlanmaya başladı. Yeniçeri Ocakları adı ile bilinen Osmanlı ordusunun artık imparatorluğu savunacak gücü olmadığına inanan II. Mahmud, yeni ve modern bir ordu kurmak için harekete geçti. İstanbul’da bulunan 51 Yeniçeri Ocağı’nın her birinin en yetenekli 150 kişisinden Eşkinciyan Ocağı kurulacaktı. Bunu duyan Yeniçeriler, 4 Haziran gecesi isyana başladılar. İsyancı grupları kente yayıldı. Çeşitli yağmalar yapıldı. Ancak halkın yeni bir ordu kurulması konusunda Sultan’dan yana olduğunu anlayan yeniçeriler, kışlalarına çekildiler. Sultanın askerleri kışlanın çevresini sardılar ve top ateşi ile tüm isyancıları öldürüp, kışlayı ateşe verdiler. 15 Haziran 1826’da, 465 yıllık Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı bu olaya Vaka-i Hayriye adı verildi. Yerine yeni ve modern bir ordu kurulması için çalışmalara başlandı.

19. yy’ın selatin camilerinden Nusretiye Camisi Sultan II. Mahmud tarafından 1826’da mimar Kirkor Amira Balyan’a yaptırıldı. Taş avlusunda 12 çeşmesi bulunan şadırvanı, 10 ince sütun üzerine sivri bir külahla kapatılmıştı.

Yelkenli gemiler yerine ilk buharlı gemiler ve yandan çarklı vapurlar sefere kondu. Aşağı yukarı bütün konutları ahşap olan İstanbul’da yangın en önemli felaketlerden biri olarak süregelmişti. 1828’de ünlü mimarlar Balyan Ailesi’ne 50 m. yüksekliğinde Beyazıt Yangın Kulesi yaptırıldı.

Pera ile İstanbul arasında ilk köprü 1836’da inşa edildi. Planlarını Kaptanpaşa Ahmet Fevzi’nin çizdiği köprü, birbirine bağlı sallar üzerine oturtuldu. Parasız geçildiğinden “Hayratiye” diye adlandırıldı.

İlk kez resimlerini devlet dairelerine astıran Osmanlı sultanı da II. Mahmud oldu. Ayrıca kendi resmini taşıyan bir nişan hazırlatarak, Tasvir’i Hümayun adı verilen bu nişanı, en sadık bildiği devlet erkanının boyunlarına kendi eliyle taktı. Ancak bir süre sonra bazı tutucular her tarafta resmin dine aykırı olduğunu yayarak halkı kışkırtmaya başladılar. 1839’da Sultan Mahmud’un ölümünden sonra bu resimlerin üstü perdelerle kapatıldı. Daha sonraları halk resim ve hatta fotoğrafa alışmaya başladı.

Henüz tahta yeni çıkmış olan Sultan Abdülmecid’in (1839-1861), halka yeni reformlar vaadettiği, Mustafa Reşid Paşa tarafından kaleme alınan ve yine onun tarafından Gülhane bahçesinde okunan Tanzimat Fermanı (ya da Gülhane Hatt-ı Hümayunu) 3 Kasım 1839’da ilan edildi.

1847’de Beylerbeyi Sarayı’nın yerindeki büyük ahşap sarayda, bizzat Abdülmecid’in önünde İmparatorlukta ilk telgraf denemesi yapıldı ve Sultan, kurulan bu hattan ilk mesajı kendisi gönderdi. Bu denemeden sonra da Edirne’ye kadar uzanan bir telgraf hattının kurulmasını istedi.

1850’de, Şirket-i Hayriye kuruldu. Böylece, Boğaz’ın Asya ve Avrupa iskeleleri arasında ve Adalar’a düzenli vapur seferleri başladı.

Hazret-i Muhammed’in Veysel Karani’ye hediye ettiği hırkanın muhafazası ve ziyaret edilmesi için 1851’de Sultan Abdülmecid tarafından, ampir üslubundaki Hırka-i Şerif Camisi yaptırıldı.

1853’de Boğaz’ın Avrupa yakasında en güzel kıyılarından birinde, Neobarok üslupta Ortaköy Camisi mimar Nigoğos Balyan’a yaptırıldı. Aynı yıl, Osmanlı, Fransız ve İngilizler, Ruslar’a karşı Kırım Savaşı’na girdiler.

İstanbul’un başkent oluşundan beri yönetim yeri olarak kullanılan Topkapı Sarayı, 1853’de yerini Dolmabahçe Sarayı’na bıraktı. Batı mimari etkilerinin görüldüğü eklektik bir yapıya sahip Dolmabahçe Sarayı’nın mimarları Balyan Ailesi’ydi.

Abdülmecid’in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından başlatılıp, ölümü üzerine Abdülmecid tarafından tamamlanan ve tasarımı Garabet Balyan’a ait olan Ampir üslubunun 19. yy ortasındaki son örneklerinden Dolmabahçe Camisi 1855’de ibadete açıldı.

Boğaz’ın Asya kıyısında, Eaux douces d’Asie (Sweet Waters of Asia) denilen bölgenin yakınına Abdülmecid’in başmimari Nigoğos Balyan tarafından Küçüksu Kasrı yapıldı. Buluşlar yüzyılı olarak başlayan 19. yy’ın. ikinci yarısında tüm dünyada büyük ticaret ve endüstri sergileri modası başlamıştı. Fuarlarda üreticilere mallarını sergileme olanağı sağlanıyor ve buralar en son buluşların sunulduğu alanlar oluyordu. Abdülaziz’in (1861-1876) saltanatının başlangıç yıllarında ilk Osmanlı ticaret sergisi “Sergi-i Umum-i Osmanî” Sultanahmet’de açıldı (1863). Türk kahvesi, askerlik, mimarlık ve güzel sanatlara yer verildi. İpek böcekçiliği ve ipek ürünleri gösterildi. Sergi, haftanın iki günü kadınların ziyaretine açık tutuldu. Aynı yıl Abdülaziz Kahire’yi ziyaret etti.

1865’te eski ahşap sarayın yerine mimar Sarkis Balyan’a Beylerbeyi Sarayı yaptırıldı.

21 Haziran 1867’de ilk kez bir Osmanlı sultanı yurt dışı gezisine çıktı. Abdülaziz’in Sultaniye yatı önce Toulon’a ulaştı. Sonra trenle Paris’e geçildi. Daha sonra İngiltere. Dönüş yolu Belçika-Koblenz-Prusya-Viyana-Budapeşte üzerindendi ve 7 Ağustos 1867’de İstanbul’a varıldı.

1871’de planı Nigoğos Balyan’a, uygulaması Sarkis ve Agop Balyan’a ait olan Çırağan Sarayı yaptırıldı. Daha sonra, Ayazağa’da Maslak’ta av kasırları inşa edilerek, 1869 yılında Aksaray’da, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından inşaatına başlanan Valide Camisi 1871’de tamamlandı. Cami, mektep, türbe, müvakkithane ve sebilden oluşan külliyenin mimarı Sarkis Balyan’dı. Caminin kütlesi ve cepheleri bezeme bolluğu ve çeşitliliği ile 19. yy’daki diğer camilerden farklı biçimde düzenlendi. İç mimarisi de Neogotik düzenlemelerle yapıldı.

Atlı Tramvay Şirketi’nin ve Tünel-Karaköy arasında metronun çalışmaya başlaması kentin ulaşımına yeni araçlar kattı.

II. Abdülhamid (1876-1909) tahta geçtiği yılın Aralık ayının 23’ünde I. Meşrutiyet’i ilan etti. Kısa bir süre için bile olsa Osmanlı Devleti’ni meşruti krallık haline getiren anayasa yürürlüğe girdi. Üç ay sonra meclis dağıtılarak anayasa yürürlükten kaldırıldı.

Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) kuruluşunda da çalışmaları olan Osman Hamdi Bey’in çabalarıyla, Mimar Vallaury tarafından yapılan Arkeoloji Müzesi açıldı. Fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve temel kurumları belgeleme görevini veren Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı’da fotoğrafın en büyük koruyucusu ve destekleyicisi oldu. Diğer devlet başkanlarına, ülkenin propogandasını yapmak amacı ile albümler gönderdi.

Beşiktaş sahilinin kuzeybatısındaki alan, Bizans döneminde orman bölgesiydi. Bölge, Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayarak padişahlar için bir avlanma yeri oldu. Daha sonraki yüzyıllarda ise sahil saraylarının arkasında koruluk olarak kaldı. Bu araziye, 19. yy’ın başında Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Valide Sultan için bugün mevcut olmayan bir kasır yaptırıldı. 1834’de bu defa Sultan II. Mahmud tarafından Yıldız adı verilen köşk yaptırıldı. 1842’de Sultan Abdülmecid, annesi Bezmialem Valide Sultan için bir köşk daha inşa ettirdi. Yıldız Sarayı’nın asıl gelişmesi 19. yy’ın ikinci yarısında Sultan II. Abdülhamid döneminde başladı. Sarayın geniş arazisinde bulunan büyük mabeyn, Şale ve Küçük Şale Köşkü, Malta ve Çadır Köşkleri’nin projeleri Sarkis ve Agop Balyan’ındı. Kış bahçeleri ve seralar, nöbetçi pavyonu, Harem Köşkü, Yaveran Köşkü, ahırlar, tiyatro, sergi binası projesi ise d’Aronco’nun imzasını taşımaktaydı. 1896’da saray görevlileri için 92 binalı Akaretler Vakfı Evleri yaptırıldı.

1908’in Temmuz ayının 23’ünde II. Meşrutiyet ilan edildi. Haydarpaşa Garı’nın açıldığı 1909 yılında ise, II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir.

Osmanlı Zenginleri Servetlerini Nasıl Kullanıyorlardı?

Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından 2000 yılının sonunda yayımlanan İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 Yıllık Fiyatlar ve Ücretler, 1469-1998 başlıklı çalışmamda olduğu gibi burada da geniş kapsamlı bir araştırmaya giriştim. Bugün size ön sonuçlarını sunmaya çalışacağım bu projede, dört yüz yıla yakın bir zaman dilimi içinde çok büyük sayıda kişinin servetine ilişkin verileri, genç arkadaşlarımın da katkısıyla topladım ve bunları inceleyerek genel eğilimlere ulaşmaya çalışıyorum.

Osmanlı Tereke Kayıtları

Araştırmanın temel kaynağını Osmanlı mahkeme kayıtlamadaki terekeler oluşturuyor. Osmanlı döneminde herhangi bir kişi öldüğünde, eğer mirasçıları arasında bir anlaşmazlık çıkarsa veya mirasçılar herhangi bir nedenle mahkemeden bir belge alma gereğini duyduklarında, kadı ölen kişinin malvarlığının dökümünü çıkarırdı. Bugün şeriye sicilleri olarak bilinen arşiv kayıtlarını kullanarak sadece başkent İstanbul’da değil, imparatorluğun pek çok kentindeki mahkemelerde kayda geçirilen terekelere ulaşmak mümkün.

Mahkemelerin kentlerde olması nedeniyle terekeler daha çok kentli nüfusun servetlerini yansıtmaktadır. Ancak Osmanlı döneminde en büyük zenginler zaten kentliler arasından çıkmaktaydı. Kırlarda oturan, tarımla geçinen insanlar arasında çok büyük zenginlere rastlan mamaktaydı.

Önce bir örnek olarak size önde gelen tarihçilerimizden rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın bundan otuz yıl kadar önce yeni harflere çevirerek yayımladığı bir tereke kaydını sunuyorum. Askeri sınıfından, yani bir devlet memuru olan bu kişinin malvarlığı, mirasçılarının 1641 yılında kadıya başvurması üzerine çıkarılmış. Dönemin koşullarına göre bir hayli varlıklı olan bu kişinin toplam 350 bin akçelik servetinin içinde ev eşyaları, mutfak eşyaları, çiftlik hayvanları, köleler, cariyeler, bir miktar nakit ya da sikke ile alacaklar görülüyor.

Ancak elimizdeki tereke kayıtlarının sınırlarının da altını çizmek gerekir. Hiçbir zaman bir tereke kaydının o kişinin serveti hakkında kesin bilgiler verdiğinden emin olamıyoruz. Bu kişinin servetinin bir kısmı, kadının önüne getirilmemiş olabilir. Bazı dönemlerde kadının önüne gelen servetler gerçeği daha çok yansıtıyor, bazı dönemlerde ise daha az yansıtıyor olabilir. Bir kişinin ölümüyle, mal dökümünün kadının önüne gelmesi arasında, tahmin edebileceğiniz gibi, çeşitli gelişmeler yaşanabilir. Örneğin mirasçılar servetin bir bölümünü kendi aralarında anlaşarak paylaşabilirler. Kadının önüne gelen servetler acaba bütün ölenlerin rastgele bir örneklemesi midir yoksa kadının önüne daha çok belirli türden kişilerin servetleri mi geliyor? Bu konuda da kesin bir şey söylemek çok zordur. Bu nedenle elimizdeki terekeler herhangi bir dönemde ölenlerin servetle rini gerçekçi bir şekilde yansıtıyor diye bir iddiada bulunamıyorum. Terekelere bu biçimde yaklaşmak hatalı olur.

Araştırmamızda altı mahkemenin kayıtlarını inceledik: İstanbul’da çoğunlukla askeri nüfusun (devlet memurlarının) işlerine bakan Suri-çi’ndeki mahkeme, Galata ve Üsküdar mahkemeleri ile Ankara, Kayseri ve Bursa mahkemeleri. Tipik ya da dramatik bulduğu terekeleri seçerek yayımlayan Barkan’ın aksine, ben çok sayıda terekeyi inceleyerek ortalamayı bulmaya çalışıyorum. Bunun için de tesadüfi yöntem kullanarak arşivdeki her defterde 3., 5. veya 7 . terekeleri seçtim.

Makro Hedefli Çalışma

Araştırmanın başında biri makro, diğeri mik-ro olmak üzere iki amacımız vardı. “Makro hedefimiz, servetlere bakarak Osmanlı ekonomisinde zaman içinde ne gibi uzun vadeli değişiklikler olduğunu ortaya çıkarmaktı. Mesela servetlerin artışına bakarak ’16. yüzyıl iyi bir dönem’, ’17. yüzyıl olumsuz’ veya ’18. yüzyıl iyi’ türünden genel sonuçlara varılabilir mi diye düşündük. Başka ülkeler için yapılmış araştırmalardan biliyoruz ki, ortalama servetler zaman içerisinde artıyorsa yaşam standardında da büyük olasılıkla bir düzelme vardır. Ortalama servetler düşüyorsa bir gerileme olması beklenebilir. Önce bunu araştırdık. 1560’dan itibaren 1560-9, 1600-9, 1640-9’dan 1910’lara kadar her 40 yılda bir 10 yıllık bir kesit alarak, altı mahkemenin kayıtlarını beşte birlik örnek-lemlerle inceledik. Bu altı mahkemenin kayıtlarında her dönem için topladığımız servetlerin ortalama değerine baktık. Toplam olarak bini aşkın terekenin değerlerini çıkarıp, her dönem için bunların ortalamasını hesapladık. Ortalamaların yanıltıcı olabileceği, birkaç çok zenginin o yıl için kırk elli kişilik bir ortalamayı çok yukarıya çekebileceğini düşünerek, ayrıca medyanlarını da belirledik.

Ancak altı mahkeme kayıtlarından ulaştığımız terekelerin ortalama ve medyanlarına baktığımızda, Osmanlı ekonomisinin uzun dönemli eğilimleri konusunda çok anlamlı sonuçlara ulaşamadık. Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yayımlanan çalışmamda oluşturduğum uzun dönemli tüketici fiyat endekslerinden yararlanarak terekelerin ortalama ve medyan değerlerini enflasyonun etkisinden arındırdığımızda, dönemler itibariyle düzgün eğilimler yerine çok büyük dalgalanmalar ortaya çıktı. Bu sonuca bakarak, Osmanlı ekonomisinin uzun dönemli eğilimleri hakkında sağlıklı ve daha önceki bilgilerimizle bir ölçüde tutarlı sonuçlara ulaşmak mümkün gözükmedi. Örneğin 17. yüzyılda Ankara’da ortalama servetlerin çok yüksek değerlere ulaşması, bunun Ankara’nın imparatorluğun en zengin kentlerinden biri olduğu anlamına gelmediğini, ortaya çıkan yanıltıcı tablonun İstanbul ve diğer kentlere kıyasla Ankara’da daha zengin kişilerin servetlerinin kadının önüne gelmesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Ayrıca tüm kentlerde görülen bir diğer eğilimin, servetlerin enflasyondan arındırılmış ortalama ve medyan değerlerinde zaman içinde görülen genel düşüşün de Osmanlı ekonomisindeki genel bir gerilemeden değil, kadının önüne çıkarılan servetlerden zaman içinde daha fazla mal kaçırılmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Öte yandan, askeri sınıfın servet ortalamasının 16. ve 17. yüzyılda çok yüksek seviyedeyken, sonraki yüzyıllarda düşmesinin, sadece servetlerin artan bir bölümünün kaçırılmasından kaynaklanmadığını, askeri sınıfın giderek gücünü yitirmesinin ve en zenginlerin artık başka toplumsal kesimler arasından çıkmasının da bu sonuçta etkili olduğunu düşünüyoruz.

Kısacası, çalışmanın makro boyutunda ortaya çıkan ilk sonuçlar bizi daha önce umduğumuz noktaya getirmedi. Terekelerin ekonominin uzun dönemli eğilimlerin ortaya çıkarılması amacıyla kullanılma potansiyelinin sınırlı olduğunu gösterdi. Herhangi bir kentte belli bir dönemde ölen insan sayısıyla, aynı dönemde aynı yerde kayıtlara geçen tereke sayısını karşılaştırdığımızda, terekelerin toplam ölümlere oram pek çok kez yüzde 10’un altında kalmaktadır. Bu durumda ortalama ve medyanlara bakarak genel eğilimler hakkında iddialı şeyler söylemek kolay olmayacaktır.

Mikro Amaçlı Çalışma

Araştırmamızın bir diğer amacı da Osmanlı zenginlerinin servetlerini nasıl kullandıklarını incelemekti. Bu amaçla tereke kayıtlarını yine 40 yıllık aralıklarla kullandık. Makro hedefli çalışmada beşte bir örneklemlerle ortalama ve medyanları izlerken, mikro hedefler için her zaman dilimi için en zengin yüzde 10 ve en zengin yüzde 5’lik kesimleri belirleyerek, bu kesimlerin servetlerini ayrıntılı olarak inceledik. Her dönem için en zengin yüzde 10 ve en zengin yüzde 5’e girebilmek için gereken değerleri akçe ya da kuruş olarak saptadıktan sonra, arşive geri dönerek bu büyüklükteki servetlerin dökümlerini çıkardık.

Örneğin, 1600-9 zaman diliminde İstanbul’da askeri sınıfın işlerine bakan Suriçi mahkemesi kayıtları incelendiğinde, en zengin yüzde 10’luk dilime girenlerin servetlerinin 150 bin akçenin üzerinde olduğu, en zengin yüzde 5’lik dilime girenlerin ise servetlerinin 270 bin akçenin üzerinde olduğu görülüyor. Bu kişiler arasında servetleri 1 milyon akçeyi aşanlar da bulunuyor. Bu kişilerin servetlerinin büyüklüğünü yaklaşık olarak bugünkü fiyatlarla da ifade etmek mümkün. Daha önceki projede İstan bul kenti için oluşturduğumuz tüketici fiyatları endeksi sayesinde, her zaman diliminde bir akçenin satın alım gücünün bugünün fiyatıyla kaç dolar ya da kaç Türk Lirası’na eşit olduğunu hesaplayabiliyoruz. Örneğin 1600-9 diliminde en büyük terekelerden birine sahip olan Cafer’in bir milyon akçelik servetinin bugünün fiyatlarıyla yaklaşık olarak 300 bin dolar olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, elimizdeki örneklem içinde 1680’li yılların en zengin kişisi olan Yusuf’un serveti ise 9 milyon 800 bin akçe mertebesinde. Bu miktar bugünün fiyatlarıyla 2 milyon dolara eşittir.

Çalışmanın bir sonraki aşamasında ise bu servetlerin nasıl kullanıldığını, hangi alanlara yatırıldığını belirlemeye yöneldik. Her tereke için toplam miktarın alt-kümeler arasındaki dağılımını hesapladık. Birinci alt-kümeyi ikamet edilen mekân çerçevesinde kalan ev eşyası, mücevher, köle ve ev olarak belirledik. Diğer evler ve arsalar, dükkân, çiftlik ve hayvanları ise “yatırım” alt-kümesi altında topladık. Üçüncü alt-kümeyi ise nakit ve alacaklar oluşturuyor. En zengin yüzde 5 ve yüzde 10’luk terekeleri 1600-9 zaman diliminden başlayarak incelediğimizde, şu sonuçlara vardık :

Zenginler servetlerinin önemli bir kesimini ev ve evleriyle ilgili alanlara harcamışlardır. Ev eşyası, mücevher, köle ve içinde oturulan konuta yapılan harcamalar zaman içinde dalgalanmalar gösterse de en zenginlerin servetlerinin genellikle üçte birden daha büyük bir bölümünü kapsıyor. İkinci yüzde 5’lik kesimin bu alandaki harcamalarının oranının en yukarıdaki yüzde 5’lik kesimden daha yüksek olduğu dikkat çekiyor.

Yatırım başlığı altında toplanan, diğer gayrimenkul, dükkân, çiftlik ve hayvana harcanan bölüm ise yine yıldan yıla değişmekle birlikte, servetlerin yaklaşık olarak yüzde 10’luk bölümünü kapsıyor. En zengin yüzde 5’lik ve ikinci yüzde 5’lik kesim arasında bu konuda da farklılık görülüyor: Örneğin 1600 yılında ilk yüzde 5’i oluşturan kesim servetlerinin beşte biri kadarını bu tür yatırımlara harcarken, ikinci yüzde 5’te bu oran sıfıra çok yakın. Dikkat çeken bir diğer eğilim de yatırım alanındaki harcamaların yıllar içinde önemli bir düşüş göstermesi. Askeri sınıf terekeleri içinde yatırım alanındaki harcamaların zaman içinde azalmasının bir nedeni, askeri sınıfın iktisadi ve toplumsal gücünü yitirmesi. Ancak bundan da önemli olarak, bu tür malların kadının önüne gelmeden mirasçılar tarafından paylaşıldığını ve bu eğilimin zaman içinde güçlenmiş olabileceğini düşünüyoruz.

Son ve belki de en önemli olarak, en zenginlerin servetleri içerisinde nakit (para-sikke olarak tutulan miktarlar) ve alacakların çok büyük bir yer tuttuğu, yine yıllar ve birinci ve ikinci yüzde 5’lik kesim itibariyle değişmekle birlikte, servetlerin genellikle yarısı kadar bir bölümünün nakit ve alacak olduğu görülüyor. Zenginlerin servetlerinin önemli bir bölümünü borç vererek işletmiş olmaları, İslamın faizi yasaklamasına karşın Osmanlı toplumunda çeşitli adlar altında faizle borç verme işinin çok yaygın olduğunu göstermekte. İslamın faiz yasağını ciddiye alıp da bütün likit pozisyonunu nakitte tutan ve hiç borç vermeyen zenginler var mı diye servetlere tek tek baktığımızda, bütün nakit varlığını sikkeler halinde tutan kişilerin sayılarının çok sınırlı kaldığı görülüyor.

Çalışmanın bu ikinci aşamasında en zenginlerin servetlerinin incelenmesi ile ortaya çıkarılan tabloyu şöyle özetlemek mümkün: Herkes servetinin bir kısmını ev, mücevher, köle, ev eşyası şeklinde tutuyor. İkincisi, en zenginler, gayrimenkul artı tarım ağırlıklı yatırımlara yöneliyorlar. Son olarak da gücü yeten hemen herkes servetinin geri kalan kısmını nakitle ve borç vererek değerlendiriyor. Bu sonuçlar aslında şaşırtıcı değildir, beklenenlerle uyum içindedir. Fabrikaların, büyük miktarda sanayi yatırımlarının olmadığı, yatırım enstrümanlarının henüz fazla gelişmemiş olduğu, tarım ağırlıklı bir ekonomide bundan daha farklı bir sonuç beklememek gerekir.

onuç olarak, servetler üzerine yaptığımız bu çalışmanın biri makro diğeri mikro olmak üzere iki boyutu vardır. Bu aşamada makro sonuçları pek yararlı gözükmemekte; ancak mikro sonuçları bir hayli öğretici ve yararlı buluyoruz. Çalışmanın bu erken aşamasında pek çok metodolojik ve ampirik zorluklar ve eksikliklerle karşı karşıyayız. Ancak bu güçlüklerin bir bölümünün zaman içinde daha derinlemesine incelemelerle aşılabileceğini umuyorum. Önümüzdeki dönemde Osmanlının zenginliğine, servetlerine sadece kendi içinde bakmakla yetinmemeli, aynı dönemdeki diğer toplumlarla karşılaştırmalar yapmaya cesaret etmeliyiz.

Prof. Dr. Şevket Pamuk ,Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü ve Ekonomi Bölümü öğretim üyesi, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi

Seramik Sanatı

Osmanlılarda çini sanatı başlangıcından beri çeşitli tekniklerin uygulanması ile büyük bir aşama ve zenginlik göstermiştir. Bursa Yeşil Cami (1419-22) ve külliyesinin çini süslemeleri, ilk dönem Osmanlı sanatında çininin ulaştığı düzeyi sergiler. Bu yapıda kullanılmış olan “renkli sır” tekniğinde desenin konturları kırmızı hamur üzerine derin kazılarak ya da baskı ile basılmak suretiyle işlenir, sonra renkli sırlarla boyanarak fırınlanır. Bir başka şeklinde ise kırmızı hamurlu levha, beyaz bir astarla astarlandıktan sonra desenin konturları krom, mangan karışımı şekerli bir madde ile çizilir. Sonra renkli sırlarla boyanarak fırınlanır. Fırınlanma sonucunda eriyen renkli sırların, kabaran konturlar sayesinde birbiri içine akması önlenir.

Beyaz, sarı, fıstık yeşili ve eflatunun katılmasıyla renklerde de bir zenginlik olmuştur. Ayrıca, hatayili kompozisyonlar ve şakayık gibi Uzak Doğu kökenli desenler çini sanatına katılmıştır. Bu yeniliklerin çini sanatına katılmasında Ali bin ılyas Ali’nin büyük payı vardır. Aslında Bursalı olan usta 1402’de Timur tarafından Semerkant’a götürülmüş, orada yeni teknik ve üslubu öğrenerek, dönüşünde de beraberinde getirdiği Tebrizli ustalarla Bursa’daki ürünleri gerçekleştirmiştir. Ayrıca Yeşil Cami’nin tümüyle çini kaplı hünkar mahfilinde, yine çini ile yazılmış Muhammed el Mecnun ismi, bu bölümü yapan ustanın iftaharla atılmış bir imzası gibidir.. Yeşil Türbe’nin mihrabındaki iki şamdan arasından çiçeklerin fışkırdığı vazo ve tepede asılı olan kandil kompozisyonu, değişmekte olan süsleme üslubunu gözler önüne serer. Çelebi Sultan Mehmed’in tümüyle renkli sır tekniğindeki çinilerle kaplı lahdi ise, çinili lahitlerin en görkemlilerinden biridir.
Bursa’daki Muradiye Camii ve Medresesi’nde (1425) ise daha kısıtlı olan süslemeler, mozaik ve renkli sırla boyama tekniği ile çeşitli biçimde tek renk sırlı levha çinilerden oluşmuştur.
Edirne Muradiye Camii’nin (1436) çinileri ise, ilk dönem Osmanlı çini sanatında çininin gelişimini sergiler. Caminin mihrabı, saydam renksiz sır altına mavi-beyaz teknikli çinilerin renkli sır tekniği ile birlikte kullanımıyla oluşan teknik bir aşamayı göstermektedir. Mihrap içindeki düğümlü şeritlerle çevrelenmiş zengin rumili kıvrımlarda dönemin tezhip ve kalem işi süslemeleri ile bütünleşen bir üslup birliği sezilir. Bunun yanında, çoğu Uzak Doğu kökenli çeşitli bitkisel süslemeler, kompozisyonlara zenginlik katar. Sır altına mavi-beyaz süslemeli altıgen çini levhalar, aralarına yerleştirilmiş olan üçgen biçiminde firuze renkli çini levhalarla birleşerek duvarları kaplar.
Edirne Üç şerefeli Cami’nin (1437-47) avlusunda yer alan iki çini alınlıktaki levhalarda şeffaf sır altına uygulanmış mavi-beyaza firuze ve eflatunun da katıldığı görülmektedir. Küçük çiçekler, lehezonlar yapan kıvrık dallar ve yazılı kitabeler, bu yapıdaki süslemenin ana desenleridir.
15. yüzyılın renkli sırla boyama tekniği, 16. yüzyılda, özellikle de İstanbul’da sürer. Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi’nin (1522) çinilerinde, renkli sırla boyama tekniğinde sırsız bırakılan boı alanların fırınlandıktan sonra kırmızı boya ile boyanarak renklendirildiği anlaşılmaktadır. şehzade Mehmed Türbesi’nin (1548) içini kaplayan çini süslemelerde ise sütunlar, başlık ve kaidesini içeren mimari formlar görülür. Burada sütunların taşıdığı bir revak fikri tasvir edilmiştir. Bu örnekler renkli sır tekniğinin mimari ile bağdaşan en yaygın kullanımını gözler önüne sermektedir.

16. yüzyılın ikinci yarısından sonra tüm teknikler terk edilir. Yalnızca “sıraltı” diye adlandırılan teknik kullanılmaya başlanır. Bu teknikte çini levhalara önce bir astar çekilir, sonra istenen örnek dış çizgileri ile çizilir ve içleri arzulanan renklere boyanır. Hazırlanan çini levha, sır içine daldırılıp kurutulduktan sonra fırına verilir. Fırında ince bir cam tabakası halini alan saydam sırın altında tüm renkler parlak bir biçimde ortaya çıkar. Bu dönemde ayrıca renklere ancak yarım yüzyıl kadar sürecek olan orijinal bir mercan kırmızısı da katılır. Çok kaliteli bir teknik ve zarif bir desen anlayışı ile yapılanbu çinilerde, artık natüralist bir anlayışla çizilmiş lale, sümbül, karanfil, gül ve gül goncası, süsen ve nergis gibi çeşitli çiçekler, üzüm salkımları, bahar açmış ağaçlar, servi hatta elma ağaçları, üstün bir yaratıcı güçle kompozisyonları zenginleştirir. Ayrıca, hançer biçiminde kıvrılmış sivri dişli yapraklar ve bunların arasında çeşitli duruşlarda kuş figürleri, kimi zaman dabazı efsane hayvanları yer alır. Bu zenginleşmede hiç kuşku yok ki, Osmanlı sarayına bağlı nakkaşların yaratıcı gücü etken olmuştur. Özellikle şahkulu ve Karamemi gibi nakkaşbaşıların idaresinde çalüşan nakkaşlar, çini ustaları için çeşitli desenler yaratmışlardır. Bu gür kaynağın oluşturduğu Osmanlı saray üslubu, bu dönemde çeşitli sanat yapıtlarıyla birlikte çini sanatında da bir üslup bütünlüğü sağlamıştır.
İstanbul Süleymaniye Camii’nin (1550-57) mihrap duvarı, kırmızı rengin ilk kez kullanıldığı, bahar açmış dallar ve diplerinden fışkıran lale, karanfil gibi natüralist çiçeklerin yer aldığı çiniler ile yeni üslubu açıkça ortaya koyar. Mihrabın iki yanındaki yazılı madalyonlar ise, dönemin büyük hattatı Karahisari ve öğrencisi Hasan Çelebi’nin ürünleridir.

Rüstem Paşa Camii (1561), 16. yüzyılın ikinci yarısında çini sanatına kaynak olacak bütün desenlerin sergilendiği, mihrapların, duvarların, payelerin tümüyle çinilerle kaplandığı gösterişli bir yapıdır.
İstanbul Kadırga’da Sokullu Mehmet Paşa Camii (1571), çini süslemelerin kubbenin pandantifli geçiş kısmında, pencere alınlıklarında, mermer mihrabın çevresinde duvarda ve minberin külahında yer alması ile mimariyi ezmeyen başarılı bir düzenlemeye sahiptir. Bunun yanında, İstanbul Piyale Paşa Camii’nin (1573) çinili mihrabının süslemeleri, dönemin kumaş desenleri ile olan benzerliği sergiler.
Edirne Selimiye Camii’nin (1569-75) çinileri, 1572 tarihli fermanlardan anlaşıldığı gibi, ıznik’e özel olarak sipariş edilmiştir. Bu yapı, çini süslemenin mimari ile bağdaşan, mimari üstünlüğü ezmeyen bilinçli yerleştirilişini en başarılı bir biçimde ortaya koyar. Mihrap duvarı, minber köıkü duvarı, galerileri taşıyan kemerlerin köşelikleri, pencere alınlıkları ve özellikle de hünkar mahfili, dönemin en kaliteli çinileri ile kaplıdır. Hünkar mahfilinde ki çiniler, 16. yüzyılın ikinci yarısında varılan üstünlüğü, bahar açmış ağaçlar ve elma ağaçları ile taçlandırır.

Üsküdar’da Atik Valide Camii (1583) mihrap duvarının iki yanında
yükselen çini panolar, vazodan taşan çeşitli çiçekler ve bahar açmış ağaçları ile 17. yüzyıl çini sanatına kaynak olacak güçtedir.
Çini sanatında, 17. yüzyılın ilk yarısından itibaren teknik açıdan bir duraklama ve gerileme başlar. Mercan kırmızısı kahverengiye dönüşür, öteki renkler solar, sır altında akmalar görülür. Sır parlaklığını yitirir, çatlaklar belirir, beyaz zemin de kirli ve benekli bir görünüm kazanır. Desenler ise bir süre daha eski güçlerini korumakla birlikte, gittikçe inceliklerini yitirir ve donuklaşırlar. Sağlam siyah dış çizgilerin yerini de ince mavi bir renk alır.
İstanbul Sultan Ahmed Camii (1609-17), Türk çini sanatının en parlak dönemine ait örneklerin toplandığı son büyük yapıdır. Bu yapıda kayıtlara göre, 21043 çini kullanılmıştır. Özellikle üst kat mahfillerinin duvarlarını kaplayan çini panolardan görülen bahar açmış ağaçlar, asma dalları sarılmış servi ağaçları, üzüm salkımları, lale, sümbül, karanfil demetleri, Çin bulutları ile kuşatılmış iri şakayıklar ve sembolik üç top desenleri, yıldızlı geometri geçmeler gibi çok farklı motiflerin ayrı ayrı panolar halinde bir araya getirilmiş olması, bunların toplanmış çiniler olduğu kanısını uyandırmaktadır. Bu yapıda, 16. yüzyıl ikinci yarısı ve 17. yüzyıl başı ıznik ve Kütahya çinileri bir arada kullanılmıştır.

Topkapı Sarayı’nın çinileri, Osmanlı çini sanatının tüm dönemlerini toplu olarak gözler önüne serer. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan, ıimdi Arkeoloji Müzeleri bahçesinde yer alan Çinili Köık (1472), mozaik çini sanatının ilk Osmanlı dönemindeki üslup gelişimini yeni kompozisyon ve renklerle gözler önüne seren anıtsal bir yapıdır. Gösterişli bir eyvan biçiminde dışarıya açılan giriş kısmında, geometrik kompozisyonlar, iri kufî ve sülüs yazılar, etkiyi arttırmaktadır. Topkapı Sarayı Arz Odası’nın cephesindeki renkli sır tekniğinde yapılmış çiniler ise, 16. yüzyıl başındaki örneklerin özelliğini taşır.
Topkapı Sarayı’nda, 16. yüzyıl ikinci yarısının en kaliteli çinilerinin bulunduğu bölümlerden biri de Hırka-i Saadet Dairesi’dir. Bahar açmış ağaçlar üzerinde çifte kuşlu panolar, parlak kırmızı rengin geniş bir zeminde kullanılmış olduğunu göstermesi açısınan önemlidir. Sultan IŞI. Murad Dairesi’ndeki (1578) çiniler, kubbe eteğine kadar tüm duvarları kaplar. 16. yüzyıl ikinci yarısının bu kaliteli çinilerinde, beyaz zemin üzerine kırmızı, yeşil renklerin bulunduğu Çin bulutları, nar çiçekleri ve kıvrık dişli yapraklar görülür. Ocak külahının iki yanında yer alan bahar dallı kompozisyon ise, bulunduğu yere uygun bir biçimde yerleştirilmiştir.

1640 tarihli Sünnet Odası’nın cephesini ise çeşitli dönemlere ait çiniler süslemektedir. Artık kaliteli çinilerin yapılamadığı dönemde, bu yapıda, saray depolarındaki çiniler ya da başka yerlerden sökülerek getirilenler kullanılmıştır. 1.20 x 0.34 m. boyutundaki yekpare çini panolarda, beyaz bir zemin üzerinde firuze ve mavinin tonlarıyla kıvrık iri yaprak ve şakayıklı bir dal üzerinde çeşitli duruşta kuş figürleri, alt kısmında ise Uzak Doğu kökenli iki efsanevi geyik figürü bulunmaktadır. Saray nakkaşlarının desenlerine göre biçimlendiği belli olan bu panolara benzeyen daha küçük boyuttaki bir panoda ise, bir vazodan çıkan kıvrık yapraklı ve çiçekli bir dal üzerinde kuş figürleri bulunmaktadır. ılginç olan, bu panoların benzerlerinin 1639 tarihli Bağdat Köıkü içinde de yer almasıdır. Ancak burada kompozisyon yekpare bir pano olarak değil, yedi ayrı levhanın birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu çiniler, biraz kabalaşmış üsluplarına ve teknik aksaklıklarına rağmen, Sünnet Odası’ndaki 16. yüzyılı ait orijinallerine bakılarak yapılmış oldukça başarılı kopyalardır.

17. yüzyıl çini sanatının desen açısından henüz yaratıcı gücünü sürdürdüğü Harem kısmında, Valide Sultan ve şehzadeler Dairesi’ndeki çini kaplamalar, vazolardan taşan çeşitli çiçekler ve bahar ağaçları ile mekana bir cennet bahçesi görünümü kazandırır. 17. yüzyılın bu alandaki bir katkısı da Mekke ve Medine tasvirlerinin Türk çini sanatında yer almasıdır. Böyle bir pano, Valide Sultan ıbadet Odası’nda da bulunmaktadır. Bu tür panoların kitabeli olmaları, bunlara belge niteliği de kazandırmaktadır.
Bu dönemde ıznik’in gittikçe azalan etkinliğinin yerini, Kütahya almaya başlamıştır. Üsküdar Çinili Cami (1640) mihrabı, minberin külahı ve nişli duvarları ile Kütahya çinilerinin ıznik ürünlerini anımsatan başarısını gözler önüne serer. İstanbul Yeni Cami ve Külliyesi’nin (1663) çinileri ise, 17. yüzyılın ikinci yarısındaki teknik gerilemeye rağmen, çok çeşitli desenlerin hâlâ kullanıldığını göstermektedir. Yapının hemen her bölgesinde yeşil, firuze ve lacivert renklerin egemen olduğu çinilere rastlanır.

18. yüzyıl başlarında ıznik çiniciliği bir daha canlanamayarak son bulur. Sultan IŞI. Ahmed ve Sadrazam Damat ıbrahim Paşa, Türk çini sanatını yeniden canlandırmak için girişimlerde bulunurlar. İstanbul Tekfur Sarayı’nda, ıznik’ten getirilen ustabaşı ve fırın malzemeleriyle yeni bir imalathane kurulur. Başlangıçta ıznik çinilerinin benzerleri yapılır. Ama, bu deneme de çok kısa sürer ve 25 yıl sonra Tekfur çiniciliği son bulur. Tekfur Sarayı çinileri adı altında toplanan bu ürünlerin en ilginç örnekleri, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde (1734) ve Sultan II. Ahmet Çeşmesi’nin (1732) saçağı altında bulunmaktadır. Desen açısından ıznik çinilerine benzemekle birlikte, Tekfur Sarayı çinilerinin yapım tekniği başarılı değildir. Sırlar mavi bir ton almış, çatlaklar belirmiş, renklerde de solma ve akmalar başlamıştır. Sıraltı tekniğindeki bu çinilere o zamana kadar çini sanatında görülmeyen sarı ve turuncu da katılmıştır.

Kısa ömürlü bu çabanın yanında, Kütahya 18. yüzyıl boyunca tek çini merkezi olarak etkinliğini sürdürmüştür. Ama, saray sanatının görkeminden uzak, daha çok halk sanatının şematik üslubuna göre oluşturulmuş çiçek buketleri ve rozetler ortaya çıkmıştır. Üsküdar Yeni Valide Camii (1708), Kütahya Hisar Bey Camii’nin 1750 yılındaki tamiri sırasında konulan çinileri, Antalya Müsellim Camii (1796) ve Topkapı Sarayı’nın çeşitli yerlerinde bulunan çiniler, bu dönemin özelliklerini yansıtırlar.

Uçuşan melek figürleriyle süslü askı topları da ilginç örneklerdir. Bunlar, o dönemde bir süs olarak belki de uğur için tavana asılıyorlardı. Yine bu dönemde sevimli insan figürlerinin ince bir espri ile tasvir edildiği örnekler de vardır.
kullanılmıştır. Sırlar ise kalın ve pürtüklüdür. Geç örneklerde tek renkli sır üstüne boyama yapıldığı da görülür. Figürlü tabakların, kase, küp, vazo gibi kapların yanı sıra Barok bir zevkle ve kaba bir fanteziyle oluşturulmuş sürahi ve ibriklere, heykelsi formlara hatta seramik mangallara da çokça rastlanır. Bugünkü zevkimizi okşayan, kolleksiyoncuları çeken, daha çok halk resminin değişik konulu örneklerinin bulunduğu Çanakkale tabaklarıdır. Bu tabaklarda yelkenli, cami, köık motiflerinin yanı sıra hayvan ve insan figürleri de yer almaktadır. Çanakkale seramikleri, teknik yönden üstün olmamakla birlikte, karakteristik form ve desenleriyle bölgesel bir sanat zevkini yansıtmak bakımından değer taşırlar.

Tezhip Sanatı

Tezhibin ana malzemesi altındır. Altın, varak yani ince yapraklar halinde kağıt arasında saklanır. Bu tür altın doğrudan doğruya yapıştırılarak kullanılabilir. Ama ince desenler için ezilerek kullanılır. Bir pota içinde Arap zamkı ve su ile parmakla ezilir, daha sonra zamkın fazlasının alınabilmesi için suyla karıştırılır. Altın zerrecikleri dibe oturunca üstteki suyun fazlası akıtılır. Kalan az miktarda su ise tozdan korunmuş bir yerde kurumaya bırakılır. Böylece altın, boya gibi fırça ile sürülebilecek bir malzeme haline gelir. Yeşil altın ya da gümüş de renk etkileri elde etmek için yanyana kullanılabilir. Ancak gümüş, kağıdın zamanla bozulmasına neden olur.

Türk tezhip sanatının Anadolu Selçuklulardan başlayarak Osmanlılara kadar uzanan bir geçmişi vardır. En erken tarihli örneklerden biri, bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan 1131 tarihli bir Kur’an-ı Kerim sayfasıdır. Sayfanın çerçevesi “Selçuklu geçmesi” denen örgülü bir bordürden oluşmuştur. Bu çerçevenin içinde kalan bölüm ise geometrik madalyonlara bölünmüştür. Geometrik madalyonların içinde ise beyaz kufî yazılar yer almaktadır. Geometrik süsleme, geçme motifleri ve kufî yazının dekoratif kullanılışı Selçuklu tezhibinin karakteristik özellikleridir.

Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki 13. yüzyıla ait Kur’an’da (B.5) tarama niteliğindeki bir süsleme üzerinde çok dekoratif iri kufî yazı karışmıza çıkar. Kufî yazı, oval bir madalyon içinde sure başlığında da kullanılmıştır. Bu örnekte altınla çerçeveli yazı bölümünde ise gösterişli duraklar dikkati çekmektedir. Selçuklu tezhibi için karakteristik olan bir durum da cedvel dışındaki yuvarlak madalyonlardır. Birbirine bitişik iki kareden oluşan “Cedvel dışı gülü” de dönemin sevilen bir formudur. Yine aynı yapıtın başlangıç sayfası tezhibinde ise geometrik süsleme egemendir. Palmet, yarım palmet ve rumi motifleriyle zengin bir görünüm yaratılmıştır. Burada Selçuklu dönemi süsleme sanatının temel elemanları olan geometrik süsleme ve yarım palmet motiflerinin bir arada kullanıldığı görülür.

13. yüzyıldan çok sayıda tezhipli kitap kalmıştır ama hangilerinin Anadolu kökenli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Topkapı Sarapı Kütüphanesi’ndeki Kur’an-ı Kerim (K.357), Anadolu kökenli olduğu kesinlikle bilinen az sayıdaki örnekten biridir. Baştaki tezhipli sayfada sure adının bulunduğu bölümün ve alt boıluğun tezhipli olduğu görülür. Bu örnek, palmet, yarım palmet, rumiler ve altın zemin üzerinde sulu karmen kırmızısı gölgeleriyle tipik bir Anadolu Selçuklu yapıtıdır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki 14. yüzyıla ait olduğu sanılan yazmanın (A.577) baş sayfa tezhibinde ise Selçuklu sülüsü denilen tipte beyaz yazılar karışmıza çıkar. Lacivert zemin ve canlı renklerle tüm sayfayı aralıksız kaplayan bu tezhip de dönemin tipik bir ürünüdür.

15. yüzyılın ilk yarısından Osmanlılara ait pek az tezhipli örnek kalmıştır. Bunlardan biri de Sultan IŞ. Murad için yazıldığı bilinen, müzik konulu kitaptır. Baştaki iki sayfada rumi ve küçük çiçekli tezhip tüm sayfayı kaplamaktadır. Bu yapıt, klasik Osmanlı tezhiplerinin öncülerinden biridir. Aynı kitabın bir başka sayfasında ise çeşitli tezhip düzenlemeleri bir araya getirilmiştir. Yazı oval bir madalyon içine alınmış, tezhip için açık renk bir zemin tercih edilmiştir. Rumilerin egemen olduğu süslemeyi, küçük çiçeklerin oluşturduğu zarif bir çerçeve sınırlamaktadır.

Fatih Sultan Mehmed dönemi, birçok sanat dalında olduğu gibi, tezhipte de bir doruk noktasıdır. Fatih için hazırlanan birçok yapıt, ağırbaşlı ve olgun bir üslup sunar. Daha önceki dönemlerde Kur’an tezhipleri ön planda idi. Oysa Fatih döneminde bilim ve sanatla ilgili telif ve tercüme pek çok yapıtla karışlaşılır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan A.3282 no.lu yazmanın baş sayfasında yapıtın Fatih’in kitaplığına ait olduğunu belirten tuğralı mühür yer almaktadır. Yine Fatih’in özel kitaplığı için hazırlanmış olan Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yazmanın (Damat ıbrahim Paşa 819) zahriye sayfasında Fatih için hazırlandığını belirten satırlar, ortada daire madalyon içinde yer almaktadır. Bu örnek, sayfanın tümünü kaplayan tipik bir Fatih dönemi tezhibidir. Topkapı Sarayı Kütüphanesi A.2208 no.lu Unmuzac’da ise Fatih dönemi için tipik bir başlık örneği görülmektedir. Kufî besmele beyazla yazılmış olduğundan tezhibin içinde çok iyi belirmiştir. Yazının zemininde kıvrık dallar, tepelik olarak da rumilerden geniş bir bordür yer almaktadır. Tığların yalın oluşu ilginçtir. Zaten genelde süslemede aşırıya kaçılmadığı görülür.

16. yüzyıl, tezhip sanatında başka bir açıdan da doruk noktasıdır. Bu dönemde metin kısmından önce gelen tam sayfa tezhipler çok zengin süslemelidir. Zeminde lacivert rengin egemenliği azalmıştır. Altın ve lacivert zemin hemen hemen dengededir. Rumiler ve çiçekler yine gözde formlardır, ama işçilik aşırı derecede incelmiştir. Yüzyılın başına ait olan bir Kur’an’ın (Topkapı Sarayı Küt. H.70/71) baş sayfasında süslemenin aşırı yüklü olduğu görülür. Sanatçı burada ustalığını gösterme çabasına girişmiştir.

16.yüzyılda Kur’an-ı Kerim tezhipleri ön plandadır. Çok önem verilen örneklerde yazıdan önce tezhipli iki sayfa bulunur. Ama normal örnekler, metnin ilk iki sayfası ile başlar. Bunlarda başlıklar ve geniş çerçeveler yazıyı adeta ikinci plana itmiştir. 1523/24 tarihli, Kanuni için hazırlanmış olan ve bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Kur’an (EH.58), altın zeminin ağırlık kazandığı klasik bir tezhip örneği sayılabilir. Yapıtın zahriye sayfasında ise Kanuni için hazırlandığını belirten satırlar bir şemse içindedir. Zemin renklerinin açık oluşu, genel görünüme bir hafiflik kazandırmaktadır. Aynı yapıtın bir başka sayfasında da hattatın adı belirtilmiştir. Tezhibi yapan ve müzehhip ya da nakkaş ünvanını taşıyan ustanın adı çok sık belirtilmez. Bu örnek, şemsenin altındaki salbek denilen kısımda nakkaşın adının bulunmasıyla önem kazanır.

Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan ve 1539/40 tarihli Guy-i Çevgân adlı yapıtın baş sayfasında ise yazı, kağıttan oymadır. Çok zengin tezhibi aşırı süslü tığlar da desteklemektedir.Kalan boıluklar ise serpme altınla doldurularak yüklü bir süsleme oluşturulmuştur.
Aynı kütüphaneye EH. 307 no. ile kayıtlı, 1579 tarihini taşıyan En’am-ı şerif’in baş sayfası ise oldukça yalındır. Yalnızca başlık ve tepelik tezhiplenmiştir. Oldukça farklı teknikteki bu örneklerde değişik bir yöntem kullanılmıştır. Önce zemin renklendirilmiş, altın daha sonra sürülmüştür.
Ünlü hattat Ahmet Karahisari’ye ait Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Kur’an-ı Kerim’de (YY 999/EH. 157) birbirinin eşi olan duraklar oldukça yalındır. Ancak sayfa yanındaki güller ve sure başlıklarının çok zengin ve çeşitli olduğu görülür. Sayfa yanındaki aşer gülleri, oval madalyon ve tığlardan oluşan üçlü düzenleme, yazılı kısmın yüksekliğini bile aşmaktadır.

Sure başlığında 16. yüzyılın sevilen motiflerinden biri de Çin bulutu denen süsleme formudur. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Kur’an’da (EH.58) Çin bulutu küçük çiçeklerle birlikte kullanılmıştır. Sayfa kenarındaki oval bir şemse biçimindeki hisib gülü, iki uçtan tığlarla uzatılmış durumdadır.
Yine Ahmet Karahisari’ye ait, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki Kur’an-ı Kerim’in
(YY 999) tezhibi saray nakış atölyesinin ürünüdür. Burada atölyeyi yöneten baş nakkaş Karamemi’nin getirdiği yeniliklerden biri görülür: Natüralist motifler süsleme sanatımıza girmeye başlamıştır. Yazının sağ ve solundaki bahar açmış meyva dalları bu açıdan ilginç motiflerdir.

Karamemi, Kanuni döneminin süsleme sanatına büyük etkisi olan bir sanatçıdır. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne T 5467 no. ile kayıtlı olan Kanuni’nin Muhibbi mahlası ile yazdığı Divan, dönemin başarılı örneklerinden biridir. Bu yapıtın 1566 yılında tamamlanan nüshasının ilk sayfasında Hatai olarak adlandırılan geleneksel, stilize bitki motiflerinden oluşan güzel bir halkâr örneği görülmektedir. Aynı yapıtın başka bir sayfasında ise natüralist motiflerin klasik tezhibe girmeye başladığı görülür.Tığlardaki laleler bu açıdan ilginçtir. Bir başka sayfada da cedvel dışında Karamemi atölyesinin ürünü tipik bir halkâr örneği yer almaktadır. Gül, karanfil, lale, sümbül türünden çiçekler natüralist üslubun habercileridir. Sayfa içindeki tezhipli küçük bölümlerde ise farklı bir üslup dikkati çekmektedir. Karamemi ve yönetimindeki saray nakış atölyesinin Osmanlı süsleme sanatına natüralizmi getirdiği bu örneklerden anlaşılmaktadır. Karamemi’nin adının bulunduğu sayfada ise lale, Manisa lalesi, karanfil ve güllerle adeta bir bahçe görünümü yaratılmıştır. Sanatçının adı, gül fidanının kök kısmında yer almaktadır.

Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Murakka Albüm’ün (EH. 2327) 17. yüzyıl sonu ya da 18. yüzyıl başlarına ait olduğu sanılmaktadır. Bu albümde yazının fazla boğulmadan süslenmiş olduğu dikkati çekmektedir. Zaten bir yazının tezhiplenmesinde yazı-süsleme dengesinin kurulması, başarı ölçülerinin başlıcalarından biridir.
18. yüzyıl tezhibinde çiçek önemli bir yer tutmaktadır. Sayfanın ortasında oldukça natüralist buketler ve tek çiçekler bu dönemde sık sık görülmeye başlar. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’de bulunan Hizb el-Azam (M 418) adlı dua kitabında baştaki tam sayfa tezhibin zemini altındır. Natüralist ve stilize motifler aynı düzenleme içinde kullanılmıştır. 18. yüzyılda sayfa kenarındaki güller de natüralist birer küçük çiçek ya da bukete dönüşmüştür.
Yine aynı kütüphaneye EH. 55 no. ile kayıtlı olan 1785 tarihli bir Kur’an-ı Kerim’in baş sayfası ise ilk bakışta klasik bir tezhibe benzemektedir. Ancak dikkatle bakıldığında çiçeklerin egemen olmaya başladığı, rumi gibi klasik motiflerin önemini yitirdiği görülür. Tığlarda bile çiçekler tercih edilmiştir. Aynı yapıtın ilk sayfasında yer alan halkâr tekniğindeki gül goncasının doğaya yakın görünümü de ayrıca dikkate değer. Bu dönemde özellikle dua kitaplarının ilk ya da son sayfalarında bu tür çiçek minyatürlerine oldukça sık rastlanmaktadır.

19. yüzyılda Batılı akımlar, tüm sanat dallarında olduğu gibi süsleme sanatında da ağırlık kazanmıştır. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan 1862 tarihli Kur’an-ı Kerim’in baş sayfasında Rokoko üslubu görülür. Altın zemin, iri yapraklar, stilize güller, iğne arkası ile yapılmış noktalarla Rokoko’ya özyü aşırı bir süsleme oluşturulmuştur.
19. yüzyılın sonlarında ise ulusal akımlar yeniden sanatımıza girmiştir. Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan ve baş sayfası klasik tutumla tezhiplenmiş olan Kur’an (MR 4) bu akımın izlerini taşır. Ancak matbaanın yurdumuza girmesiyle birlikte tezhip yavaş yavaş önemini yitirmiştir. Yine de özellikle dini kitaplar elle yazıldığından tezhip sanatı son zamanlara kadar varlığını sürdürmüştür.

Yildirim Bayezid DÖnemi

Babasi, Murad Hüdavendigâr’in tahta cülûs etikleri 761 (1360) yilinda dünyaya gelen Bâyezid, âdil, yigit, bilginlerle yoksullari seven, zenginlere sefkat, zahidlerle iyi insanlara saygi gösteren bir hükümdar idi. Ela gözlü, arslan simali, kumral sakalli, görünüsü kirmiziya mail, ak, müdevver ve berrak idi. Heykel gibi saglam ve güçlü kuvvetli idi. Cenk ve savas günlerinde korkusuz bir padisah idi. Giydigi elbise genellikle Bursa kadifesindendi. Annesi Gülçiçek hatundu.
Osmanli pençesinin kavradigi Rumeli agacinda, harp sahasinda hükümdar ilân edilip babasinin tahtina oturan Yildirim’in bâzusu, daha nice meyvelerini Osmanlilarin etegine düsürmek üzere bekleyici idi. O, harp sahasinda hükümdar ilân edildiginden muharebeye devam etmekten geri durmadi. Ayrica komutanlardan Pasa Yigit’i Bosna, Firuz Bey’i de Vidin taraflarina akina gönderdigi gibi bizzat kendisi de Kratova gümüs madenlerini zapt ile Üsküp sehrine Türk göçmenlerini iskân ettirdi.
Avrupa’nin siyaset aktörleri, Yildirim ünvani ile anilan Bâyezid’in fikir ve düsüncelerini pek de bilmez sayilmazlardi. Babasinin biraktigi hududu, mucizeli ordusuyla gögüsleyip alabildigine açan, açarken de karsilastigi sayisiz müsküllere yutkunmadan katlanan, özellikle kilise için bir Isa düsmani sayildigi halde, feth ettigi Hiristiyan ülkelerinin halkina bu kilise mensuplarindan, hatta papalardan daha müsfik ve anlayisli davranan koca Hüdâvendigâr gibi, oglu da acaba ayni siyaset ve insanlik yolu üstünde mi yürüyecekti?
YAKUB ÇELEBI OLAYI
Sultan Murad’in, Kosova Savasi’nda sehid olmasindan sonra devlet adamlari ile askerî erkânin ittifaki üzerine yerine büyük oglu Bâyezid geçti. Askerî hareketlerdeki sür’ati yüzünden “Yildirim” ünvanini alan Bâyezid, Kosova savasinda Rumeli askeri ile sag cenaha kumanda etmisti. Savasin kazanilmasinda da büyük bir rol oynamisti. Bâyezid, henüz düsmani kovalamakla mesgul olan kardesi Yakub’u çagirtarak hükümdarliga ortak olur endisesiyle onu öldürtmüstü. Böylece yeni bir buhranin çikmasina da engel olmustu. Bu olay, bazi devlet adamlari ile askerler arasinda ve Osmanli sinirlari disinda kalan Anadolu Beylikleri arasinda Yildirim Bayezid’e karsi bir hosnutsuzlugun dogmasina sebep olur. Âsikpasazâde, bu olayla ilgili olarak “Ol gece askere izdirap düstü” diyerek, askerin bu hadiseden nasil müteessir oldugunu anlatmaya çalisir.
Gerçekten bazi yazarlar, Yildirim Bâyezid’in bu hareketini çok dramatik bir sekilde vermekte ve bunu, Yildirim’in Timur karsisindaki maglubiyetinin sebeplerinden biri olarak görmektedirler. Bu cümleden olarak Fatma Aliye sunlan söyler:
“Sehzadeler ve askerî komutanlar, hezimete ugrayanlan takib ediyorlardi. Yildmm Bâyezid’e haber verildi. Hemen gelip zât-i sâhâneye mahsus olan ak sancak altina oturdu. O ak sancak, Selçuklu Sultani’nin Osman Gazi’ye vermis oldugu sancakti ki o zaman o sancagin altina zat-i sâhâneden baskasi oturamazdi. Yildirim Bâyezid, o sancagin altina oturmakla ilan-i saltanat etmis oldu.
Zavalli Yakub Çelebi, hadiseden habersiz olarak ordugâha geldiginde yorgunlugunu geçirmeye ve rahat bir nefes almaya firsat bulamadan “pederin seni istiyor” diyerek Hüdâvendigâr’in mübarek cesedi üzerine kurulan çadira götürülüp orada bogduruldu. Bu vak’a, bütün tarih kitaplarinda mühim bir konunun açilmasina sebep olmustur. Bunu, Yildirim’in maglubiyet sebeplerinden biri ve belki birincisi olarak kayd edenler de olmustur. Savci Bey de buna bir örnek teskil etmiyor. Çünkü Savci Bey, isyan bayragini çekmisti. Andronikos ile birlikte bir eskiya grubunun basina geçmisti. Yakub Çelebi ise o zaman önemli bir vilayet olan Karesi’yi çok iyi idare etmis, harplerde zaferler kazanmis ve herkesi kendinden memnun etmisti.”
Murad Hüdâvendigâr’in sehadeti üzerine meydana gelen saltanat degisikligi, Anadolu Beylerinin ve özellikle kendisini Selçuklularin mirasçisi sayan Karamanlilarin ortadan kalkmis gibi görünen düsmanligini tekrar ortaya çikardi. Sehzade Yakub’un öldürülmesini bahane ederek, güya onun intikamini almak üzere Bâyezid’e karsi harp açip her taraftan tecavüze kalktilar. Karamanaoglu Alaeddin Bey tarafindan kiskirtilan bu beylikler, Aydinli, Saruhanli, Germiyanli, Menteseli ve Hamideli beylikleri idi. Nitekim Germiyanogullari’ndan Sah Çelebi oglu Yakub Bey, daha önce Osmanlilar eline geçmis olan Germiyan kasaba ve bölgelerini geri aldigi gibi Karamanlilar da Beysehri’ni zapt ettiler. Anadolu’da Kara Tatar denilen Mogollarin reisi Mürüvvet Bey de Kirsehir’i zapt edip Sivas emiri Kadi Burhaneddin’e teslim etti. Diger beylerin her biri, bu karisikliktan istifade ederek bir takim yerlerin zaptina kalkistilar. Bu durum, Osmanli Devleti’ni çok zor durumlara sokmustu. Babasi tarafindan saglanmaya çalisilan Anadolu birligi yeniden tehlikeye girmisti. Sultan Yildirim Bayezid’in bunlara süratli bir sekilde çare bulmasi ve isleri düzeltmesi gerekiyordu. Bunun için Bâyezid, Anadolu’ya geçmeden önce Rumeli’deki durumu derhal düzeltmek gerektigini düsünerek kendisine muhalefette bulunan emir ve askerleri yeniden kendine bagladi. Sonra Sirp Krali Lazar’in henüz küçük yastaki oglu Istefan Lazaroviç’in vasisi olan annesiyle anlasti. Bu yeni Sirp despotu da vergi (harac) ve gerektiginde muharebelerde bütün askeri ile birlikte padisahin maiyetinde bulunmayi taahhut ettigi gibi her yil Osmanli padisahini ziyaret etmeyi de kabul ediyordu.
Kosova maglubiyetinden sonra gerek Istefan Lazaroviç, gerek Pristine hakimi Vuk Brankoviç yerlerinde kalabileceklerini hiç ümid etmiyorlardi. Onlar, Yildirim’la anlasmayi canlarina minnet bildiler. Bu antlasmayi kuvvetlendirmek için yeni Osmanli hükümdari, maktul Lazar’in kizi Marya Despina’yi nikahlamisti. Bayezid’in bu sekildeki genis müsamahasina Anadolu’daki vaziyetin kritik durumu sebep olmustu. Bu baris sayesinde Rumeli’de, disardan gelebilecek ve özellikle Macarlar tarafindan yapilacak tahrik ile meydana gelmesi muhtemel bir muhalefet önlenmis oluyordu. Böylece meydana gelen dostluk, samimi bir sekilde Bâyezid’in vefatina kadar devam edecekti. Sirplar, Kosova’da hâkimiyetlerine son veren darbeyi yemis olmalarina ragmen, dinî ve millî degerlerine karsi gördükleri genis müsamaha ve müsaade yüzünden fatihlerin (Osmanlilarin) idaresine tereddüdsüz katildilar. Hele Arnavud, Macar ve Dalmaçyalilara karsi yapilan akinlarda ganimetlere istirak etmeleri, anlari yeni idareye çarçabuk isindirdi.
Yildirim Bayezid, Balkanlar’da kuvvetli kalabilmek için akinci teskilatini yeniden canlandirmak ihtiyacini hissederek Evrenos Bey, Pasa Yigit Bey ve Firuz Bey gibi komutanlarin, basta Bosna olmak üzere Eflak ve Tuna’nin kuzey taraflarina kadar akinlar düzenlemelerini emr etti. Daha önce de kisaca temas edildigi gibi bu akinlar esnasinda Üsküp alinarak sehre Türk ahali yerlestirilmisti. Bu sirada Edirne’ye dönen Bâyezid, Anadolu’ya hareket etmeden önce burada dinî ve sosyal müesseselerin kurulmasini emr etti. Böylece Edirne bir kültür merkezi haline gelmeye basladi. Gerçekten de hâlâ bu gün Yildirim adi ile anilan mahallede bir imâret ile kubbesi dört kemer üzerinde durmakta olan caminin temellerini atti. Bu arada kendisini tebrike gelen Venedik ve diger Italyan siteleri ile olan ticaret antlasmalarini yeniledi. Yeni hükümdar, Venedik ticaretini himaye etmeyi kabul ediyorsa da gelecek için fazla teminat vermiyordu. Bu antlasma, daha sonraki Anadolu seferi için büyük bir önem tasiyacakti. Zaten bu yüzden Bâyezid müsamahali davranmisti.
Bâyezid, Bursa’ya dönmeden önce hemen hemen bir sehir devleti haline gelmis olan Bizans gailesini de ber taraf etmek istiyordu. Bunu gerçeklestirebilmek için de Bizans’taki taht kavgalarindan istifade etmeyi düsünüyordu. Böylece Anadolu’da girisecegi faaliyet esnasinda Bizans tarafindan gelebilecek tehlikelerden emin olmak istiyordu.
Osmanli Sultani, vaktiyle Savci Bey ile müstereken isyan edip fesat çikarma suçundan dolayi hapse atilmis olan Imparator Ioannis’in oglu Andronikos ile onun oglu Ioannis’in müracaatlarini kabul ederek bir miktar askerle Edirne’den Istanbul’a yürür. Imparator Ioannis ile saltanat ortagi olan Manuel’i hal’ ederek hapse attirir. Bu arada hapisteki prensleri de kurtarip hükümdar yapar ve bir vergi ile kendine baglar. Fakat kisa bir müddet sonra iki mahpus hapisten kurtularak sultana iltica ederler. Onlar, daha önceki vergiden baska belli bir miktarda asker vererek seferlere katilmayi da taahhüd ederler. Bunun üzerine Bâyezid, onlari tekrar hükümdarliga getirir. Bununla beraber Bâyezid, Andronikos ile oglunu hapse attirmayip kendilerine Bizans topraklarindaki Silivri, Eregli, Selanik vs. gibi yerlerin hâkimiyetini verir.
BATI ANADOLU’DA TÜRK BIRLIGININ KURULMASI
Osmanli tahtinda meydana gelen degisiklikten istifadeyi düsünen ve Yakub Çelebi’nin öldürülmesini bahane eden Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, komsu beylikleri de Osmanlilar aleyhine kiskirtmaktan geri kalmiyordu. O, bununla da yetinmeyerek Osmanlilara ait bazi yerleri de isgal etmisti.
Bâyezid, Balkanlar’da gerekli tedbirleri aldiktan sonra Anadolu harekâtina baslamak üzere eski taht sehri olan Bursa’ya gelir. O, burada, Rumeli’de bulunup devletin sinirlan üzerinde gerekli tedbirleri almakla mesgul olan komutanlarin islerini bitirip gelmelerine kadar bekledi. Bu esnada Bursa’da imar faaliyetlerine devam ederek sehirde cami, medrese, imâret, misafirhane, dâru’s-sifa gibi hayir eserleri yaptirir. Ayrica Seyh Ebu Ishak dervisleri için de büyük bir zaviye insa ettirdi. Sükrullah, onun Bursa’da insa ettirdigi hayir müesseselerinden bahs ederken söyle der:
“Bursa’da bir Dâru’l-hayr, bir hastahâne, Ebu Ishakhâne, iki medrese, bir cami yaptilar. Onlarin evkafini tayin buyurdu. Daru’l-hayrin evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil bilginlere ve yerli yabanci yoksullara 600 müd bugday verilmek, her gün konuga ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin buyurdu. Hastahâne, Ebu Ishakhâne, medreseler ve caminin her biri için ayrica vakiflar tayin buyurdu. Görenek oldugu üzere bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini tayin ettirdi. 30 hafiz, daru’l-hayra, 30 hafiz, camiye tayin buyurdu ki, her gün biri Tanri kelamindan bir cüz okuya.” Keza o, kaynaklarin ifadesine göre üç degirmen çalistiracak kadar bol ve lezzetli içimi ile taninan Akçaglayan adindaki suyu kapali künklerle Uludag’dan sehre indirterek yaptirdigi imâret yaninda kemerler üzerinden geçirip cami, medrese ve hamama taksim etmisti. Artan suyu da mahallelere taksim edip çesmelerden akitmisti. Bütün hayir ve sosyal tesisler için de vakiflar tahsis etmisti.
Rumeli ve Bizans islerini yoluna koyan Bâyezid, Sirp kralini maiyeti ile birlikte ordusuna çagirip harekete geçmek istiyordu. Bizans Imparatorunun oglu Manuel de kuvvetleri ile birlikte Sultan’in ordusuna katilir. Padisah, bundan sonra Kastamonu emîri Candarogullari’ndan Kötürüm Bâyezid’in oglu Süleyman Pasa’yi da ittifaka çagirir. Bu arada Edirne’de muhafiz olarak kalan Beylerbeyi Kara Timurtas Pasa’yi da Rumeli kuvvetleri ile birlikte Anadolu’ya getirtir. Bu kadar büyük bir kuvvet toplamis olan Bâyezid, bir taraftan Bizans Prensi Manuel’i Rum kuvvetleri ile Alasehir üzerine göndererek Bizans Imparatorlugu’na tabi olan bu sehri zapt ettirir. Bütün Osmanli kaynaklan ve özellikle bu olayin meydana geldigi anda yasayan Ahmedî bu sehrin Bâyezid zamaninda feth edildigine isaretle:
“Ne Alasar kodi vü ne Saruhan Ne Aydin u ne Mentese ne Germiyan” der.
Öbür taraftan Saruhan üzerine yürüyen Sultan Bâyezid, burayi harpsiz denecek bir sekilde almis ve emir Hizir Sah ile kardesi Orhan’i Bursa’ya gönderip haps ettirmisti. Bundan sonra Aydin iline giren Bâyezid, Isa Bey’in fazl, kemal ve yasina hürmet ederek ona kendinin ve ecdadinin evkafina mutasarrif olmak üzere kayd-i hayat ile (ölünceye kadar) kendisine Tire’yi ikta olarak vermisti. Bu arada Yildirim, Isa Bey’in kizi Hafsa Hatun ile evlendi.
Sultan Bâyezid, daha sonra kayin biraderi olan Germiyan oglu Yakub Bey’in de üzerine yürüyerek basta Kütahya olmak üzere bütün ülkesini alir. Anadolu birligini kurma gayretinde olan Bâyezid, bütün islerini tamamlamadan bu hareketten vaz geçecege benzemiyordu. Onun için Ahmed ve Mehmet Bey ismindeki iki kardesin idaresinde bulunan Mentese üzerine de yürüdü. Burayi da kendisine baglayan Sultan, aldigi bu yeni yerlerin her birine kendi ogullarini vali olarak tayin etti. Bu arada Kütahya merkez olmak üzere meydana getirdigi Anadolu beylerbeyligine Kara Timurtas’i getirmisti. Bundan sonra Hamidogullari beyligine ait yerlerin pek çogunu ele geçiren Bâyezid, bu arada beylige bagli olan Antalya’yi da Osmanlilara bagli bir sancak haline getirdi. Bütün bu hareketleri ile Yildirim Bayezid, Anadolu’yu bir Osmanli vilayeti haline getirerek merkeziyetçi bir devlet kurmak düsüncesinde oldugunu gösteriyordu.
OSMANLI DONANMASININ EGE VE AKDENIZDEKI FAALIYETLERI
1390 senesinin yumusak geçen sonbahar ve kis mevsimleri, Osmanlilarin faaliyetlerini daha rahat bir sekilde yapmalarina sebep olmustu. Bati Anadolu’daki beyliklerin Osmanli hâkimiyetine girmesi ile Osmanlilar, Ege ve Akdeniz kiyilarinda uzun sahillere sahip olmuslardi. Latinlerin idaresinde bulunan Izmir hariç olmak üzere bütün bir Ege sahilinin alinmasi ile özellikle Aydin ve Mentese Beyligine bagli bulunan deniz kuvvetleri de Osmanlilara geçmis oluyordu. Bu da Osmanli deniz gücünün gelismesine sebep oluyordu. Nitekim Osmanlilarin ilk mühim deniz faaliyeti bu zamanda yapilmis ve Sarica Pasa komutasindaki 60 parça gemiden mütesekkil bir Osmanli filosunun, Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan sahillerini vurmasi üzerine Venedikliler, adalardaki garnizonlan ve istihkamlari takviyeye baslamislardi. Sarica Pasa’nin faaliyetlerinden bahs ederken Hammer: “Bu siralarda Azepler komutani Sanca Pasa da Edirne’de baska bir cami yaptirmaya basladi. Bir kara kuvveti firkasinin (tümen) komutanligi ile Osmanli donanmasi komutanligini elinde toplamis olan bu vezir, Akdeniz Bogazi (Çanakkale) girisinde bir Frenk gemisini esir etmisti. Bu geminin içinde Imparator Manuel’le evlendirilecek olan bir prenses bulunuyordu. Sarica Pasa bu nisanli prensesi sultana takdim edince Bâyezid, onun güzelligine hayran olarak kendisiyle evlendi.” diyorsa da gerçekte böyle bir olay cereyan etmemisti. Çünkü Yildirim Bâyezid, sadece üç hanimla evlenmistir ki bunlar da Germiyan oglu Süleyman Sah’in kizi ve Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin torunu olan Devletsah Hatun, Sirp Krali Lazar’in kizi Maria Despina ve Aydinoglu Isa Bey’in kizi Hafsa Hatun’dur.
KARAMAN SEFERI
Sultan Bâyezid, Bati Anadolu’daki beylikleri ortadan kaldirip kendine bagladiktan sonra Karamanogullari üzerine yürür. Çünkü Karaman Beyi Alaeddin Ali Bey, Sultan Murad’in vefatini müteakip Hamideli taraflarindaki Osmanli topraklarindan bir kismi ile Beysehri’ni alarak o taraflari vurmustu. Sultan Bâyezid, önce Hamideli’ne geçti, oradan da Teke yani Antalya taraflarina indi. Antalya’yi alip Firuz Bey’e tevcih etti. 1391 senesinde meydana gelen bu hadiseler esnasinda daha önce Osmanli müttefiki olan Candaroglu II. Süleyman, Osmanli’yi kendisi için tehlike saymis olacak ki Osmanlilarla olan ittifakini bozup Sivas’ta hüküm süren Kadi Burhaneddin ile görüsmelere baslamisti. Bâyezid, Karamanogullari topraklarina girince Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Osmanlilara karsi koyabilmek için Kadi Burhaneddin ile Candaroglu Süleyman’dan yardim istedi. Fakat Bâyezid, bu birlik ve yardimlarin birlesmesine firsat vermeden Karamanogullari’na ait bazi yerleri alip Konya’yi muhasara altina aldi. Bu arada Bâyezid ile basa çikamayacagini anlayan Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Taseline çekilmisti. Kusatma, hasad zamanina tesadüf etmisti. Yildirim Bayezid de babasinin yaptigi gibi halkin mahsulüne asla el dokundurulmamasini emr etti. Sehir halkindan, kale disinda mahsulü olanlara teminat verilerek onlarin rahatlikla disari çikabileceklerini söyledi. Bu teminat üzerine sehir halki kaleden disari çikabiliyor, hasad edebiliyor ve istedikleri bedel ile Osmanli ordusuna satis yapabiliyorlardi. Gerçekten Bayezid, babasi gibi bölge halkina çok iyi davranmis ve satis yapmak isteyen halkin herhangi bir korkuya kapilmadan zahiresini getirip satabilecegini bildirmisti. Halk sattigi esyanin karsiligini tamamen aldiktan sonra çavuslar refakatinda yerlerine gönderiliyordu. Hammer, Aksehir, Aksaray ve Nigde gibi sehirlerin sirf bu sekildeki bir muamele üzerine teslim olduklarini ve kapilarini tekrar Osmanlilara açtiklarini yazar.
Alaeddin Ali Bey, Kadi Burhaneddin ile Candaroglu Süleyman’dan yardim gelmedigini görünce, kayinbiraderi olan Yildirim Bayezid’den baris istemek zorunda kalir. Bunun üzerine Yildirim Bâyezid, barisi kabul ederek zaten Osmanlilara ait olan ve Karamanoglunun eline geçmis bulunan Beysehir, Aksehir ve diger bazi yerleri almak suretiyle antlasma yapar. Böylece iki devletin arasinda Konya Ovasi’ndaki Çarsamba Suyu sinir olarak kabul edilir. Yapilan antlasmadan sonra buralarin idaresi Sari Timurtas Pasa’ya birakildi. Böylece, daha sonra da devam edecek olan Karaman seferinin bu ikinci safhasi bitmis oldu. Bu seferde Bizans Imparatoru V. Ioannes’in oglu Manuel de Yildirim’in ordusunda bulunuyordu.
ISTANBUL’UN MUHASARASI VE SEHIRDE TÜRK MAHALLESININ KURULMASI
Yildirim Bâyezid, Anadolu’daki seferlerle mesgul oldugu sirada Bizanslilar, bu durumdan istifade ile bazi tedbirler almaya basladilar. Bu meyanda Bizans Imparatoru loannis, ayagindaki agrilara ve yatalak bir halde bulunmasina ragmen, Istanbul surlari ile kulelerinin bazi yerlerini tamir ettirmeye basladi. Bu durumdan haberdar olan Yildirim Bâyezid, bu harekete çok sert bir tepki göstererek tamir ettirilen yerlerin derhal yiktinlmasini ister. Imparator, Yildirim’in yaninda bulunan ve tahtin yegane varisi olan Manuel’i düsünerek tamir edip yaptirdigi yerleri tekrar yiktirir. Ancak Imparator, surlarin yiktirilmasindan kisa bir müddet sonra ölünce, Osmanlilarla birlikte Anadolu seferlerine istirak eden ve Bursa’da bulunan Manuel, bir yolunu bularak Bursa’dan kaçip Istanbul’a gelir ve babasinin yerine tahta oturur.
Âdet oldugu üzere, babasinin matem günlerini geçirdikten sonra Bâyezid’in kendisine ve sehre karsi takindigi tavri düsünmeye baslar. Bâyezid, yeni imparatordan (II. Manuel) vergi artirimi, Istanbul’da bir Müslüman mahallesinin kurulmasi ve bir cami insasi ile bir kadi tayin etmesini ister. Bizans tarihçisi Dukas bu konuyu su ifadelerle dile getirir:
“Bâyezid, Imparator Manuel’e elçiler göndererek, Istanbul içerisinde Türklerin “kadi” tabir ettikleri bir hâkimin devamli olarak bulunmasini arzu ettigini bildirdi. Bu kadi, Istanbul’da ticaretle istigal eden veya o maksatla oraya gidecek olan Müslümanlar arasinda meydana çikacak olan muamelat ve ihtilaflari muhakeme ve hallu fasl edecekti. Bâyezid, Müslümanlarin gâvur mahkemesinde muhakeme olunmalarinin caiz olmadigini, müslümani, kendi hâkiminin muhakeme etmesi icab ettigini, iftiralar ve haksizliklari, daha bir çok seylerle beraber bildirmis, nihayet sunu da ilave etmisti: “Sana emr ettiklerimi yapmak ve taleplerimi yerine getirmek istemezsen, kapilari kapa ve sehrin içinde hükümdarligini yap. Hariçte bulunan her yer ve her sey kâmilen benim olacaktir.” Yildirim’in bu talebi redd edilince, Istanbul’u teslim almak için uzaktan muhasaraya basladi. 1391 senesinde baslayan bu tazyik sonucunda Bâyezid, Istanbul surlarina kadar olan bütün Bizans köylerini muhasaraya basladi. Bu kusatma sonunda Manuel, Istanbul’da birkaç yüz ev ile cami ve mahkemesi olan bir Müslüman mahallesinin kurulmasini ve Haliç’in kuzey tarafinda bir Türk garnizonunun bulunmasini kabul etti. Ayrica her sene Osmanlilara vermekte oldugu vergiyi de artirdi.
YILDIRIM BAYEZID’lN ANADOLU SULTANI ÜNVANINI ALMASI ve diger OLAYLAR
Abbasî Halifeligi döneminde Islâm dünyasinda ortaya çikan yeni devletler, Memlûk hükümdarlarinin yaninda (Misir) bulunan ve fakat siyasî etkinligi fazla olmayan Abbasî halifelerinin kendi hükümdarliklarini tasdik etme arzusunu bir gelenek olarak devam ettiriyorlardi. Böylece devletlerinin taninmasi, mesrulugu ve siyasî nüfuzlarinin artacagina inaniyorlardi.
Filhakika, daha Murad Hüdavendigâr zamaninda baslayan Osmanli-Memlûk münasebetlerinin iyi bir sekilde devam ediyordu. Bu iyi münasebetler, Yildirim zamaninda da devam eder. Bu sebeple 794 senesi Rebiülahir (Subat 1392) ayinda, Rum ülkesinde (Anadolu) sultan olmak için halifeden “tesrif” isteyen Bâyezid’e, Karak Naibi Âmir Hüsameddin Hasan el-Kuckunî’yi birçok hediye ile gönderen Sultan Berkuk’un bu vesile ile dostluk hislerini izhar ettigi görülür.
Kendisine, halife tarafindan gönderilen tesrifi, Bursa’da giyen ve kiliç kusanan Bâyezid, bundan sonra Rum ülkesinin sultani ünvanini almis olur. Bu arada adi geçen elçinin ricasi üzerine Bâyezid, Karamanoglu gibi Kadi Burhaneddin Ahmed ile dostça geçinmeye razi olur. Bununla beraber Bâyezid ile Kadi Burhaneddin arasinda mücadele uzun süre devam edecektir.
Bâyezid’in, halifeden sultan ünvanini almasi, onun Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerine yapacagi seferleri bir mânâda mesrulastiriyordu. Bu, ayni zamanda Anadolu birliginin saglanmasi için de gerekli idi.
Bâyezid, gerek bu hadiseden önce, gerekse sonra Anadolu isleri ile mesgul olmaya baslar. Bu maksatla daha önce kendisine bagli olan, fakat sonradan Kadi Burhaneddin tarafina geçmis bulunan Kastamonu’daki Çandaroglu Süleyman Pasa’yi ortadan kaldirmak ister. Bir taraftan da Anadolu’da Kadi Burhaneddin’e düsman olan beyleri ve özellikle Amasya’da hüküm süren Haci Sadgeldioglu Emir Ahmed’i kendi tarafina çekmeye çalisir. 1391’de Kastamonu üzerine gerçeklestirilen bu harekette Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in tarafsiz kalmasini ister. Fakat bu konuda ondan müsbet bir cevap alamaz.
Ancak tam bu sirada Bâyezid, Eflâk voyvodasi Mirçe’nin daha önce kendisine karsi yapilmis bir akinin intikamim almak üzere, Tuna’yi geçip ‘Karin Ovasi (Karinâbâd)’ni yakip yiktigini ögrenince Kastamonu seferini birakarak Rumeli’ye geçer. Arkus Ovasinda yapilan siddetli bir muharebede voyvoda esir edilerek kendisinden agir bir fidye alinmis ve Osmanli tabiiyetini kabul ettikten sonra yine memleketine gönderilmisti. Ayni sene hudud beyleri de büyük akinlar yapmislardi. Bu akinlar sonucunda Bosna’ya girerek Naglazinze’ye kadar ilerlemislerdi.
Yukarida belirtilen hadiseden sonra tekrar Anadolu’ya dönen Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in, Candaroglu ile birlesmesine meydan vermeden tekrar Kastamonu üzerine yürür. Fakat bu defa da mevsimin kis olmasindan dolayi geri çekilmek zorunda kalir. Zira böyle bir mevsimde hareket üssünden uzak bir mintikada, düsman ülkesinde kalmak dogru bir hareket olmazdi. Bu sebepten dolayi Bâyezid, tekrar Bursa’ya döner. Nihayet 794 (1392) ilkbaharinda Kastamonu bölgesine giren Bâyezid, Candaroglu Süleyman Pasa’nin ölümü ile sonuçlanan savasta, beyligin Kastamonu kolunu ortadan kaldirir. Bununla beraber Süleyman Pasa’nin kardesi olan ve Sinop’ta hüküm süren Isfendiyar Çelebi, Osmanlilarla dost geçindigi için kendisine dokunulmadigi gibi Sinop’ta ayni sekilde kalmasina müsaade edildi.
Bâyezid’in, Kastamonu’yu ilhak etmesi ve Osmancik’i kusatmasi üzerine bir kismi açiktan açiga, bir kismi da istemeyerek Kadi Burhaneddin’e bagli görünen Kelkit, Yesilirmak ve Canik bölgelerindeki beylerin, birer birer Osmanlilara iltihak ettikleri görülür. Bu vaziyet, Osmanlilar ile Kadi Burhaneddin Ahmed arasindaki münasebetleri oldukça gergin bir safhaya soktu. Iki tarafin öncü kuvvetleri arasinda Çorumlu sahrasinda meydana gelen savasta Osmanli askeri bozguna ugrayarak geri çekilmek zorunda kalir. Bu savasta, Bâyezid’in, Karesi ve Saruhan sancaklari valisi bulunan büyük oglu Ertugrul öldürülmüstü. Bu galibiyet, Anadolu’da Kadi Burhaneddin’in söhretini bir kat daha artirdi. Hatta Kadi Burhaneddin, psikolojik etkisinden istifade ile Bâyezid’in Rumeli isleri ile mesgul oldugu ani, firsat bilerek Amasya’yi kusatma altina alir. Fakat mevsimin kis olmasi ve muhtemel bir Osmanli taarruzundan çekindiginden Tokat’a döner. Bu arada Osmanli kuvvetlerinin büyük bir ordu ile Amasya üzerine dogru geldikleri haberini alinca açik bir sahrada onlarla karsilasmamak için Sivas’a çekilir. Böylece Amasya Osmanli idaresine girer. Sancak beyligine de Bâyezid’in oglu Mehmed Çelebi tayin edilir(1393).
Bu hareket üzerine Taceddinogullari, Tasan oglu ve Bafra emiri, Sultan Bâyezid’e bagliliklarini bildirerek onun idaresine girdiklerini kabul ederler. Süleyman Pasa’nin, Bâyezid ile yapilan harpte öldürülmesinden sonra Kadi Burhaneddin’e iltica eden 500 kadar Kastamonu atlisi da Taceddinogullan ve dolayisiyla Osmanlilar tarafina geçmis oluyordu. Bu arada Karaman oglu Alaeddin Ali Bey, Kadi Burhaneddin’e elçi gönderip Amasya’nin Osmanlilarin eline geçmesinden dolayi taziyetlerini bildirmek ve müsterek düsmanlari olan Bâyezid’e karsi birlikte tedbir almak ve görüs ahs verisinde bulunmak üzere kendisini Nigde’ye davet etti. Alaeddin Ali Bey ile görüsüp birlesmek üzere Sivas’tan hareket eden Kadi Burhaneddin, Karaman oglu ile anlasmak söyle dursun, büsbütün bozusup harbe tutusurlar. Aralarindaki düsmanligin gittikçe büyümesi her ikisinin de zayiflamasina ve rakipleri olan Bâyezid’in daha fazla kuvvetlenip Anadolu’daki kuvvetini daha saglamlastirmasina sebep oldu. Rakiplerinin arasinda meydana gelen anlasmazligi gören Bâyezid, artik kendisinin Anadolu’da durmasina gerek kalmadigini anlayarak yeniden Rumeli’deki faaliyetlerine baslar.
Sultan Bâyezid’in bu dönemdeki faaliyetlerini inceleyen Mükrimin Halil Yinanç, kaynaklarin verdigi bilgilere dayanarak söyle der:
“1393 senesi Nisaninda Venedik Senatosu, Türklere karsi birlikte harp etmek üzere Macar Krali ile bir antlasma yapmaya karar vermis ve Macar Kralini harbe tesvik etmeye baslamisti. Diger taraftan uzun zamandan beri Istanbul’da kusatilmis olan Imparator Manuel, Hiristiyan devletlere müracaat ediyordu.”
“Macar Kralinin, Tuna kenarina gelmis olmasi ve Bulgarlarin bunlarla birlesme ihtimali, Bâyezid’i endiselendirdiginden Bulgar kralliginin son kisminin da ortadan kaldirilmasina karar verir. Bunun için büyük oglu Süleyman komutasinda bir ordu gönderdi. Bu ordu, Bulgarlarin payitahti olan Tirnova’yi uzun ve siddetli bir muhasaradan sonra feth etti. Daha sonra Tuna sahilinde birer müstahkem mevki olan Silistre, Nigbolu ve Vidin zapt olundu. Nigbolu’ya kapanan Bulgar Krali Sisman, oglu Aleksandr ile birlikte esir edildi. Rivayete göre kral öldürülmüs, oglu da Müslüman olarak Bâyezid’in maiyetine girmistir. Macar Krali Sigismond, Bulgar ülkesinin Türkler tarafindan alinmasi üzerine Hiristiyan devletlere müracaat etmis ve Türklere karsi müsterek bir Haçli hareketi yapilmasi için papayi tesvik etmisti.”
YENI BIR HAÇLI ITTIFAKI VE NIGBOLU SAVASI
Osmanli sinirlarinin Macaristan’a kadar dayanmasi, Macar Krali Sigismond’u korkutmaktaydi. Zira Sigismond, ufuktan azametle yuvarlanip gelmekte olan Osmanli dalgasinin, er geç kendi ülkesini de basacagini görmekteydi. Tek basina altindan kalkamayacagini bildigi bir tehlikeye karsi gece rüyalarini, gündüz hülyalarini tutan ümid, her seye ragmen yine de bir Haçli ordusunun yardiminda görüyordu. Fakat imdadina çagirabilecegi devletlerden Venedik, bu Katolik dindasina müzaheret eder görünmekle beraber, Sigismond’un zaferinin Balkanlarda bir Macar hegemonyasina yol açacagindan da endiseleniyordu. Cenevizliler ise siyasî ve iktisadî hayatlarinin saglikli bir sekildeki devamini Osmanlilarin teveccühünü kazanmakta gördüklerini gizlemiyorlardi.
Sigismond, Osmanli tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs’e kadar gidebilmek için Avrupa’nin muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçli ittifakinin kurulmasini istiyordu. Bu ittifakin kurulmasi için Papalik makami da, yogun bir faaliyete giriserek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye basladi. Bu tesebbüsler, hedef Türkler oldugu için kisa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile isbirligi yapan Avrupa, heyecan ve ümid içinde idi. Yalniz Fransizlar degil, Ingiltere, Iskoçya, Lehistan, Avusturya, Italya, Isviçre ve Güneydogu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan’da Sigismond ‘un komutasi altinda toplanmaya basladi. Avrupa’nin her kösesinden süzülüp gelen cengaver, cesur ve tecrübeli sövalyeler, Osmanli ordusunu aramaya basladi.
Birlesik Avrupa kuvvetlerinden meydana gelen bu birlikler, Sigismond’un kendilerine bildirdigi gibi, karsi tarafta bir tecavüz hareketi göremeyince, arastirmaya basladilar. Onlar, bu salib (haç) düsmanini bulup tepelemek istiyorlardi. Onlara göre bunu yapmak bir zaruret idi. Zira bu bir haç seferi idi. Ona tapmayani ezmek yolunda gecikmek olmazdi. Üstelik Eflak Voyvodasi Mirçe ile Bizans Imparatoru da Osmanlilar ile olan ittifaklarini bozmus, gizli gizli hazirliklarini tamamlamislardi.
Papanin destegi ile tertiplenen bu Haçli seferine batili bütün sövalye ve asilzâdelerin katildiklari görülmektedir. Osmanlilara karsi büyük bir kin ve nefret hissi ile dolu olan Haçlilar, Avrupa’yi bunlardan (Müslüman Osmanlilar’dan) temizlemek istiyorlardi. Bunun temini için de her sey yapilabilirdi. Büyük bir birligin toplanmasi gerekiyordu ki bu da gerçeklesmisti. Nitekim, maiyetinde 1000 Fransiz sövalyesi ile 7000 civarinda yardimci ve ücretli asker bulunan Burgonya dukasi Jean de Nevers basta olmak üzere birçok asilzâdenin maiyetindeki Alman, Ingiliz, Italyan, Ispanyol ve Polonyali sövalyeler oldugu gibi, 1394 seferinin intikamini almak isteyen Eflâk Voyvodasi Mirçe ve bir kisim Erdel kuvvetlerinin istiraki ile mevcudu 100.000’i (Sükrüllah, Behçetu’t-Tevârih 130.000 kisi) bulan ve Türkleri Avrupa’dan sürmek gayesini güden bu Haçli ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova’yi aldiktan sonra 12 Eylül 1396’da Nigbolu önüne gelmisti. Venedik ve Rodos gemilerinden mütesekkil bir donanmanin da yardimi ile kaleyi muhasaraya basladilar.
Osmanli tarihi bakimindan önemli olan bu zaferi, kaynaklarin müsterek dili ile kisa ve ana hatlari ile buraya almak istiyoruz. Nigbolu kalesini kusatma altina alan Haçli ordusuna karsi kale muhafizi Dogan Bey, siddetli bir müdafaada bulunur. 15 gün devam eden bu kusatma esnasinda Istanbul önlerinde bulunan Sultan Bâyezid, Haçlilarin hareketini duyar duymaz, muhasara manciniklarini yakip, Sucaeddin Evrenos Bey’i ileri göndermisti. Kendisi de Islâm âlemine müracaat edip durumu bildirdikten sonra yaninda bulunan 10.000 askerle yola çikar. Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinin Kara Timurtas ile sehzadelerin komutasinda sür’atle toplanip Edirne’de kendisine ulasmalari üzerine 60.000 kisiden meydana gelen Osmanli ordusunun basina geçen Sultan Bâyezid, sür’atle Sipka geçidini asmis ve Timova’da Stephan Lazaroviç ile birlestikten sonra Osma vadisinde Nigbolu ovasina hakim bir tepede ordugâhini kurar. Kaynaklarin verdigi bilgilere göre kalenin erzak ve mühimmat durumunu bizzat tesbit eden Bâyezid, 25 Eylül 1396 pazartesi günü (Osmanli kaynaklarinda Cuma) Nigbolu önünde meydana gelen savasta mahirâne bir manevra ile iki kisma ayirdigi ordusunun yaya askerini yani yeniçerileri merkeze koyup onlarin etrafinda kapikulu süvarilerini tesbit ile sag ve sol kollara timarli sipahileri koymustu. Arkada da ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. Osmanli ordusunun harb nizami hilâl veya agzi açik kerpeten seklinde idi.
Iki ordu, Nigbolu kalesi yakininda karsilastilar. Galibiyet serefini kazanmak isteyen Fransiz süvarileri, baslangiçta Bâyezid’in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azep denilen hafif yaya kuvvetleri üzerine yüklenip onlari maglub ve imhaya basladilar. Fransizlar, teslim olanlari bile öldürdüler. Bundan sonra da Azeplerin gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yagmuruna tutularak epey telefat verdiler. Ayni zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Sehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna ugradilar. Fakat, bunlari da bertaraf ederek ilerlediler. Plân geregince Osmanli merkez kuvveti bir miktar geri alindi. Bu çekilmeden cesaret alan Fransizlar, daha da ileri giderek kiskacin içine girdiler. Onlar, Osmanli plânini bilen Sigismond tarafindan ileri gitmemeleri ve kiskacin içine girmeyip beklemeleri hakkinda verilen emri dinlemediler. Bu defa plân geregi Osmanlilarin üçüncü hatti da ikiye ayrildi. Böylece Fransizlar tepeyi isgal etmis ve muharebenin Türklerin maglubiyeti ile neticelendigini zannettikleri sirada bizzat pusudan çikan Bâyezid’in komutasindaki kuvvetlerle karsilasinca sasirdilar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmis ve yaya olarak harb eden Fransizlar, geri dönüp atlarina binmek istedilerse de kaçacaklari kapinin kapanmis oldugunu görerek sasirdilar. Bunlari kurtarmak için Sigismond’un gönderdigi kuvvetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldilar. Tuzaga düsmüs olan kuvvetler kismen imha ve kismen esir edildiler.
Osmanli ordusunun merkezine hücum eden Fransiz kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüstür. Eflâk Voyvodasi Mirçe, muharebenin gidis seklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüstü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhasi bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve siddetle Sigismond’un kuvvetlerine hücum etmislerdi. Ihtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmus olan Macar Krali, hiçbir basari elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alinma zamaninin geldigini gören Yildirim Bâyezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlilari müthis bir panige ugratti. Sigismond, maiyetindeki bazi adamlarin yardimi ile Tuna nehrine gelip kendini bir balikçi kayigina zor atti. Nehirdeki Venedik amirali Mocenigo’nun kadirgalarindan birine yanasarak Karadeniz yolu ile Istanbul’a gelebildi. Oradan da Marmara ve Çanakkale Bogazindan geçip Modon limanina ugradiktan sonra Dalmaçya’ya çikarak memleketine gidebildi.
Nigbolu muharebesinde Haçli ordusuyla gelen prens ve asilzâdelerden bir kismi öldürülmüs bir kismi da esir alinmisti. Muharebe sonunda savas meydanini gezen Yildirim Bâyezid, kendi hudud muhafizlarinin ve teslim olmalarina ragmen bir kisim esirlerin insafsizca öldürüldüklerini görünce fevkalâde müteessir olup gözlerinden yaslar akmisti. Kendi esirlerine yapilan bu muameleyi gören Bâyezid, buna karsilik olmak üzere düsmandan ele geçirilen esirlerin bir kismini öldürttü. Harbe istirak etmeden kaçmis olan Eflâk kuvvetleri ile Hirvat askerlerinden baska, diger bütün düsman kuvveti ya imha edilmis veya kaçarken nehirde bogulmustu.
Nigbolu’da esir düsenlerden bir kismi önce Edirne’ye oradan da Gelibolu’ya götürülüp Haçli donanmasi ile bogazdan geçmekte olan Sigismond ve maiyetindekilere teshir edildikten sonra Bursa ve Mihaliç’e nakledilmislerdi. Bunlardan bir kismi da Memlûk sultani el-Meliku’z-Zahir Ebu Said
Berkuk’a gönderilmisti. Nigbolu’da esir düsen asilzâdeler, sonradan Macaristan, Fransa ve Kibris krallarinin tesebbüsü ve Midilli prensinin kefaleti ile 200.000 altin florin fidye karsiligi serbest birakilmislardir.
Nigbolu’da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düsmanin eline geçmis olan kaleler geri alindigi gibi Osmanli himayesinde bulunan Vidin Bulgar kralligina da son verilmisti. Bundan sonra Macaristan’a büyük bir akin yapilarak külliyetli miktarda esir alinmisti. Bu savastan sonra Garp dünyasi bir anda en seçkin asilzâdelerini kayb etmis, süngüden kurtulan veya Tuna’da bogulmayan kiliç artiklari ise bassiz, idaresiz ve perisan kafileler halinde geldikleri yerlere dogru daglara düsmüslerdi.
Öte yandan Nigbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alinan hisseler ile Anadolu ve Rumeli’de birçok hayrat yaptiran Bâyezid’in Nigbolu’da ismine izafe edilen camii de bu sirada yaptirmis olmasi muhtemeldir.
Savasi müteakip, akinci ve sekbanlar yerlestirilmek suretiyle uç beylerinin faaliyet merkezi haline getirilen Nigbolu, serhad livasi olarak Osmanli idaresinde mühim bir rol oynamistir. Genellikle Tuna geçitlerine hakim bir noktada, Eflâk’i tehdid eden bir üs özelligini tasiyan Nigbolu, Osmanli hükümdarlarinin zaman zaman Eflâk ve Macaristan seferlerine çiktiklari bir yer olarak Eflâk ve Macar krallarinin taarruzlarina hedef olmustu.
ISTANBUL KUSATMASI
Nigbolu zaferinden önce Istanbul’un Yildirim tarafindan kusatma altina alindigini, fakat zaferle sonuçlanacak olan Nigbolu hadisesi sebebiyle muhasaranin kaldirildigina daha önce temas edilmisti.
Yildirim Bâyezid, Haçli ittifakinin tesvikçisi durumundaki Imparator Manuel’e elçi göndererek Istanbul’un teslimini istemisti. Manuel bu istege cevap bile vermedi. Bunun üzerine sehrin dis dünya ile irtibati kesilerek kusatma daraltildi. O dönemlerde kale surlarini yikacak büyüklükte toplar bulunmadigindan sehir halkinin açlik sikintisi ile teslim olacagi düsünülüyordu. Gerçekten de halk, bu yüzden sehri teslim etmeye meyilli idi. Zira Istanbul halki, Manuel ve Silivri Beyi Ioannis taraftan olmak üzere ikiye bölünmüstü. Henüz deniz kuvvetleri fazla güçlü olmayan Osmanlilar, denizden bir sey yapamadiklari gibi, gelecek olan yardima da mani olamayacaklardi. Bununla beraber, Bizans’in Karadeniz ile olan baglantisini kesmek için Bogaziçi’nde müstahkem bir kale, yani Anadolu Hisan (Güzelce Hisar) insa ettirilip Istanbul’un muhasarasi siddetlendirildi. Tam bu esnada bas gösteren Timur tehlikesi üzerine Yildirim Bâyezid, muhasarayi kaldirmak zorunda kaldi. Bu arada Bizans, Yildirim’in sartlarim da kabul ediyordu. Buna göre:
1- Her sene Osmanli hazinesine verilmekte olan haracin arttirilmasi.
2- Istanbul’da bir Türk mahallesi kurularak bir cami yapilmasi.
3- Istanbul’daki Müslümanlarla Rumlar arasindaki anlasmazliklari Islâm hukuku çerçevesinde karara baglamak üzere bir kadi tayin edilmesi.
4- Silivri de dahil olmak üzere Silivri’ye kadar olan yerlerin Osmanlilara terki.
Bizans Imparatoru, bu antlasmaya riayet ederek Istanbul’da Sirkeci’de Türkler için yedi yüz hâne ile bir mescid tedarik etmisti. Padisah da Istanbul’da ikamet etmek üzere Tarakli Yenicesi ile Göynük ve Karadeniz sahili taraflarindan buraya göçmen nakl ettirerek iskan etmisti. Ayrica kadi (hakim, yargiç) ve imam da tayin etmisti.
3- KARAMANOGULLARI’NIN OSMANLILARA BAGLANMASI
Osmanlilarin, Rumeli’de yeni sefer ve fetihlerle ugrasmasini firsat bilen ve Osmanogullari’nin bütün bir Avrupa’ya karsi gelemeyecegini düsünen Karamanoglu Alaeddin Ali Bey, bu sirada Osmanlilara ait olan Ankara’ya yürüyerek orayi ele geçirdi. Burada bulunan Anadolu Beylerbeyi Sari Timurtas Pasa’yi esir aldigi gibi maiyetinden bir çok kimseyi de öldürdü. 1395 ve 1396 yillarinda Kadi Burhaneddin ile yaptigi muharebelerde yenilen ve Aksaray sehrini kayb eden Alaeddin Ali Bey’in Ankara’yi ele geçirmesi, büyük bir hata idi. Çünkü Nigbolu savasindan sonra kendisini çok daha kuvvetli gören ve Avrupa’dan hiç bir tehlike beklemeyen Yildirim Bâyezid’le tek basina karsi karsiya kalmisti. Bu hareketi ile o, Karamanlilari, Anadolu Selçuklulari’nin mirasindan da mahrum etmis oluyordu. Bununla beraber Alaeddin Ali Bey, vaziyetin kendisi için kötü olacagini anlamakta gecikmedi. Bunun üzerine derhal Sari Timurtas Pasa’yi serbest biraktigi gibi yanina bir elçi katarak af dilemek ve yeni bir antlasma yapmak üzere Yildirim’a gönderir. Baris teklifini red eden Bâyezid, Anadolu ve Rumeli’deki bütün kuvvetlerini toplayip Karamanoglu üzerine yürür. bu durum karsisinda Alaeddin Bey, bütün gücü ile Bâyezid’e mukabele edebilmek için harekete geçer. Basta Varsak, Turgutlu ve Bayburtlu asiretleri olmak üzere birçok Türkmen boyundan ve bu arada hizmetinde bulunan Kara Tatarlardan kuvvetli bir ordu meydana getirir.
Iki ordu Konya ovasinda karsi karsiya gelir. Iki günlük bir muharebeden sonra sonucu belli edecek bir netice alinmayinca ikinci günün aksami gece yarisindan sonra otuz bin kadar Osmanli askeri, Karamanoglu kuvvetlerinin gerisini çevirir. Iki ates arasinda kalan Karamanoglu, Konya kalesine kaçmak suretiyle kendini zor kurtarir. Konya, on bir gün kadar muhasara edildi. Konya halki, mal ve canlarina dokunulmamak sartiyla sehri teslim edebileceklerini gizlice Bâyezid’e bildirirler. Alinan tertibat üzerine sehir teslim oldu. Kaleden çikan Alaeddin Ali Bey, Osmanli askerleri ile çarpisti ise de muvaffak olamayacagini anlayinca kaçmaya baslar. Fakat bu esnada attan düserek yakalanir. Yakalanir yakalanmaz derhal Yildirim Bâyezid’in huzuruna getirilir. Padisah, enistesi olan Alaeddin Bey’e niçin böyle yaptigini ve kendisine niçin itaat etmedigini sorar. O da: “Niçin sana itaat edeyim, ben de senin gibi bir hükümdarim” cevabini verir. Bu söze cani sikilan Bâyezid, onu, Ankara’da basip esir aldigi San Timurtas Pasa’ya teslim eder. Timurtas Pasa da derhal onu katl eder. Alaeddin Bey’in acele katlinden müteessir olan Yildirim Bâyezid, Pasa’yi tekdir etmis, fakat onun ikna edici konusmasi ve ileri sürdügü deliller üzerine sükûnet bulmustur. Bâyezid, bundan sonra Konya’ya bir vali tayin ederek Larende (Karaman) üzerine yürüdü. Burada Yildirim Bâyezid’in kizkardesi ve Alaeddin Ali Bey’in hanimi, iki oglu ile birlikte kardesinin karargâhina gelir. Padisah, çadirindan çikarak kiz kardesini disarida karsilar. Böylece Larende 1397 yilinda Osmanlilarin idaresine girer. Padisah, kiz kardesi ve çocuklarini Bursa’ya gönderir.
Alaeddin Ali Bey’in katli üzerine Karamanlilar’a ait sehirlerin Toroslarin kuzeyindeki sehirler (Konya, Larende, Nigde, Develi, Karahisar) Osmanlilara geçmisti. Sadece Toros daglarinin güneyinde kalan Mut, Ermenek, Taseli ve Içel, Karamanoglu ailesinin diger kolundan gelen beyler elinde kalmisti.
Karaman Beyligi’nin ortadan kaldirilmasi, Anadolu tarihi bakimindan mühim bir hadise idi. Zira bu hadiseden sonra Sivas’ta bulunan Kadi Burhaneddin Ahmed, Osmanlilarla ayni siniri paylasir olmustu. Bu da onun Osmanlilardan çekinmesine sebep olmustu. Zira daha önceki bazi faaliyetleri, onu Osmanlilarla hasim hale getirmisti. Osmanlilara karsi mukavemet etmesi mümkün olmadigindan bütün gururuna ve Memlûk Devleti ile olan geçmisine ragmen bu devlete tabi olmak zorunda kaldi.
KADI BURHANEDDIN DEVLETI’NIN OSMANLI HÂKIMIYETINE GIRMESI
Karamanogullari’nin, Osmanlilar’a baglanmasindan sonra Anadolu’da merkeziyetçi bir idare kurmak ve Anadolu birligini saglamak düsüncesinde olan Bâyezid, Canik bölgesindeki bazi Türk beylerini idaresi altina almak için harekete geçer. Bu gayenin gerçeklesmesi için 1398 ilkbaharinda o taraflara dogru bir sefere çikarak Canik Beyi Kubadoglu Cüneyd’in üzerine varir. Sonunda bunun merkezi olan Müslüman Samsun’u zapt eder. Osmanli hâkimiyeti altinda bulunmak sartiyla Cüneyd Bey’e Ladik ve diger bazi kaleler birakilir. Samsun ve havalisi bir sancak itibar edilerek, Bulgar Krali Sisman’in, Müslüman olan oglu Aleksandr’a verilir.
Yildirim Bâyezid, daha sonra Bafra ve Giresun bölgesindeki beyler ile Çarsamba ve Terme havalisine hâkim olan Taceddinogullari’ni, sonra da Havza ile Merzifon’a hâkim olan Tasanogullari’ni Osmanlilara baglar. Bu bölgelerin zapti ile Karadeniz bölgesindeki Osmanli sinin, Trabzon Rum Imparatorlugu sinirina kadar dayanmis oluyordu.
Anadolu’daki bu basarilar sonucunda Yildirim Bâyezid, Kadi Burhaneddin Devleti’nin kuzey, bati ve güneybati taraflarini ele geçirmisti. Fakat Sivas merkez olmak üzere Anadolu’nun büyük bir kismi hâlâ Kadi Burhaneddin’in idaresinde idi. Yildirim Bayezid ile Kadi Burhaneddin birbirlerine bu kadar yaklasmis olmalarina ragmen müsterek bir düsmana karsi koymak için isbirligi yapmaktan çekinmediler. Bu tehlike, dogudan gelen ve daha sonra Anadolu’yu kasip kavuracak olan Timur tehlikesiydi.
Anadolu’ya gelecegi haberi alinan Timur’un, Kadi Burhaneddin’e elçi gönderdigi ve kendisine tabi olmasini istedigi anlasilmaktadir. Bunun üzerine Kadi Burhaneddin, Osmanli hükümdari ile Misir Sultani (Memlûk)na mektuplar göndererek tehlikeyi haber vermis ve “bilesiniz ki ben her ikinizin de komsusuyum ve benim memleketim sizin memleketiniz demektir. Ben, sizin hududlarinizin siperiyim ve askerlerinizin öncüsüyüm. Yoksa ben ona nasil mukavemet edip ve nasil müsademe edebilirim. Halbuki onun ahvalini isitmissinizdir. Nice ordular bozmustur. Eger siz bana imdad ederseniz ben ona karsi dururum, beni yalniz birakirsaniz beni ona karsi harcamis olursunuz. Sizin önünüzde bulunan ben, size gelecek belalara kâfiyimdir. Maazallah eger ondan bana bir zarar gelirse pek me’muldur ki size de sirayet edecektir. Benim, Timur’un mektubuna cevap vermemekligini sizden alacagim cevaba göre bir cevap olacaktir.”
Yildirim Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in mektubundan son derece memnun olup mütalaasini begenmis ve kendisine su cevabi göndermisti:
“Eger Timur seni birakip giderse ne âla. Sayet vaz geçmezse karsi koyacak bir orduyu ona karsi sevkederiz ve onun için istedigin kadar ona mukavemet et. Basiret ve hüsnü niyet üzere olup onun askerinin çoklugundan korkma. Zira nice az cemaat (topluluk) çok cemaata galebe etmistir. Eger sizce lüzum görürseniz bizzat kendim geleyim ve askerimle oraya ineyim. Sizin bayraklariniz daima basta ve ayakta olsun. Ben, senin kilicina kol ve sana bazu olayim.” Fakat bu muhabere devam ederken, kaderin bir cilvesi olacak ki, Timur daha Anadolu’ya gelmeden Kadi Burhaneddin vefat eder.
1398 yilinda Kadi Burhaneddin’in, Akkoyunlu hükümdari Karayülük Osman Bey ile yaptigi savasta ölmesi, Osmanlilarin onun ülkesine sahip olmalarina sebep oldu.
Sivas, Kayseri ve çevresi hükümdari Kadi Burhaneddin, bir zaman kendisine tabi olan ve daha sonra muhalefete kalkismis bulunan Akkoyunlu asiretinin reisi Karayülük Osman Bey’i takib ederek onunla meydana gelen muharebede yakalanip katledilmisti. Sivas halkinin karan ile oglu Alaeddin Ali Bey (Zeynelâbidin) babasinin yerine hükümdar olmustu. Fakat Karayülük diye söhret bulan Osman Bey, Sivas’i muhasara edip almak istediginden Sivas’in ileri gelenleri Osmanli hükümdarini yardima çagirmislardi. Yildirim Bâyezid bu daveti kabul ederek oglu Süleyman Çelebi vasitasiyle Sivas üzerine yirmi bin atli ve dört bin yaya göndermisti. Bu birlik, Karayülügü maglub ederek Sivas’i kurtarmisti.
Süleyman Çelebi, Sivas’i kendisi zapt etmeyip babasini davet ettiginden büyük bir kuvvetle gelen yildirim Bâyezid, sehre girmisti. Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in oglu Zeynelâbidin’i, enistesi olan Dulkadiroglu Nasiruddin Bey’in yanina gönderdi. Böylece Kadi Burhaneddin’in ülkesi (Sivas, Tokat, Niksar, Sarkî Karahisar, Kayseri, Kirsehir ve Aksaray), yani Orta Anadolu’nun dogu kismi da Osmanli Anadolu birligine katilmis oldu. Bâyezid, oglu Süleyman Çelebi veya Mehmed Çelebi’den birini buraya vali tayin eder. Kadi Burhaneddin’in devlet erkanini ve bütün askerlerini maiyetine alir. Böylece, Kara Tatarlar da Osmanli Devleti’nin hizmetine girerler.
Kadi Burhaneddin Ahmed’in ülkesinin alinmasindan sonra Osmanli Devleti, Anadolu’nun yarisindan fazlasina hâkim oluyor, kuvvet ve kudretçe Misir Memlûk hükümdarligina rakib olacak bir hale geliyordu. Ayni zamanda Misir Devleti’nin hâkimiyeti altinda bulunan Malatya ve çevresi ile Divrigi ve civarini da tehlikeye sokmus oluyordu. Is bu kadarla da kalmiyordu. Zira Memlûk hâkimiyetini tanimis olan Dulkadirogullari Beyligi de tehlikeye giriyordu. Bu durumdan endiselenen Memlûk hükümdari Berkuk, Bâyezid’in çok kisa zamanda kazandigi bu parlak zaferlerden ürkmeye baslamis ve bilhassa onun Hiristiyan dünyasinda elde ettigi zafer ve fetihler dolayisiyla, kendi Müslüman tebeasinin ona karsi dogacak sevgi ve hissiyatini da düsünerek, o dönemde Misir’da Malikî Mezhebi’nin bas kadisi olan meshur Ibn Haldun’a kendisinin Timur’dan çekinmedigini, asil Bâyezid’den korkmakta oldugunu söylemisti.
Yildirim Bâyezid’in Bati ve Iç Anadolu’nun tamamini idaresi altina alarak doguya dogru bir genisleme siyaseti gütmesi, Osmanli Devleti ile Timur’un Imparatorlugunu da karsi karsiya getirdi. Bu arada Osmanli Devleti tarafindan bagimsizliklarina son verilen Anadolu beyleri, bu iki Müslüman devleti karsi karsiya getirmek için gayret sarf ediyorlardi. Bunlar, savas atesini alevlendirmek için olaylarin üzerine körükle varmaya basladilar.
MALATYA’NIN ZAPTI
Sultan Bâyezid, Kadi Burhaneddin’in ülkesini kendi ülkesine ilhak ettikten sonra Bursa’ya dönmüstü. Bundan kisa bir müddet sonra 15 Sevval 801 (20 Haziran 1399) günü vefat eden Memlûk Sultani Berkuk’un bu ani vefati, gerek ülkesinde gerekse disarda bazi tesirlerin meydana gelmesine sebep olmustu. Timur’un, kendisinden çekindigi Berkuk’un ölümüne sevindigi anlasilmaktadir. Nitekim Ibn Hatib en-Nâsiriya’nin bildirdigine göre Berkuk’un ölümünden büyük bir ferah ve sevinç duyan Timur, ölüm haberini getirene 15.000 dinar vermisti. Ibn Arabsah ise, Hind seferinde iken bu haberi alan Timur’un sevinçten adeta uçtugunu tasvir eder.
Memlûk Sultani Berkuk’un ölümü üzerine yerine geçen oglu Ferec’in küçük ve tecrübesiz olmasi yaninda emirler arasinda meydana gelen ihtilaflar ayni zamanda Yildirim Bâyezid’i de memnun etmis görünmektedir. Sayet Ahmedî’nin verdigi bilgileri dogru kabul edersek Yildirim’in da buna sevindigini söyleyebiliriz. Fakat bu sevincin dogrudan dogruya ve sadece ölüm sebebiyle mi yoksa baska bir maksattan mi kaynaklandigi belirtilmemektedir. Ahmedî bu konuya bir açiklik getirmeden söyle der:
“Buni isidüb Sam’a ol kasd eyledi
Misir benüm oldi deyü söyledi.
Demedi ol öldi ben dahi ölürem.
Söyle kim ol oldi ben dahi oluram.”
Gerçekten, Ferec’in küçük ve tecrübesiz olmasi, o esnada Timur’un da Hindistan’da büyük bir istila ile mesgul olmasini firsat bilen Bâyezid, daha önce Anadolu Selçuklulari ülkesinde iken bilahare Misirlilar eline geçmis olan bölgelerin zaptina karar verir. Bunun için daha önce Kadi Burhaneddin’e ait oldugunu belirttigi Malatya’nin kendisine verilmesi için Nasirüddin Ferec’e bir elçi gönderir. Red cevabi almasi üzerine Sivas’tan Malatya’ya gider. Sehrin müdafaa edildigini görünce sehri kusatir. Bu kusatmanin devam etmesinin aleyhlerine olacagini anlayan Malatyalilar teslim olur. Yildirim, oraya bir miktar asker koyarak geri döner. Bu arada Memlûklara ait Kâhta, Besni, Divrigi ve Darende kaleleri de Osmanlilara geçmis olur. Böylece Elbistan da, Orta Firat havzasina kadar uzanan Osmanli hududu içine girmis olur.
Misir’da meydana gelen saltanat degisikliginden istifade ile Malatya ve çevresini alan Yildirim Bâyezid’e karsi kader, baska bir sekilde tecelli edecekti. Bu tecelli de Ahmedî’nin dedigi sekilde olacakti.
Misir’da meydana gelen sarsintiyi dikkatle takip edenlerden biri de süphesiz ki Timur’du. O, Osmanlilar ile Memlûklular arasindaki çatismayi çok iyi degerlendirip her iki düsmanini ortadan kaldirmak için zamanin geldigine karar verir. Timur, 1400 yilinda Azerbaycan ve Dogu Irak’ta hâkimiyetini yeniden kurduktan ve Gürcistan’i zapt ettikten sonra Pasinler’e dogru yol almaya baslar. Bu sirada Bâyezid’e itaati kabul etmeyen Erzincan Emiri Mutahharten Bey ile Bâyezid tarafindan beyliklerine son verilen Mentesoglu, Saruhanoglu Hizir Sah, Germiyanoglu Yakub Bey, Aydinoglu Isa Bey’in oglu Musa Bey, Timur’a bas vurarak kendisine olan bagliliklarini bildirip topraklarini geri almak için yardim isterler. Buna karsilik, Timur’un önünden kaçan ve Bagdad’da hüküm süren Celayirli Sultan Ahmed ile Karakoyunlu hükümdari Kara Yusuf, Sultan Bâyezid’e siginirlar. Bunlara büyük bir iltifat gösteren Bâyezid, Sultan Ahmed’e Kütahya sehrini, Kara Yusufa da Aksaray’i ikamet yeri olarak tahsis eder. Ayrica bu sehirlerin gelirlerini de onlara verir.
Bu iki düsmaninin, Bâyezid tarafindan kabul ve himaye edilmesi, zaten savasmak üzere Anadolu’ya gelmis olan Timur’a savas için bir firsat verir. Iki hükümdar arasinda teati edilen mektuplar müsbet bir netice vermez. Hatta Timur, Osmanli idaresindeki Sivas’a girerek (Agustos 1400), sehri savunan herkesi kiliçtan geçirtti. Timur, yalniz Sivas’i tahrib ile kalmamis, hatta kendisini mushaflar (Kur’an ve Kur’an sayfalan) ve tevhidler ile karsilamaya çikan çocuklari, ordusundaki atlarin ayaklari altinda çignetmistir. Âli’nin, Künhü’l-Ahbar (III, s. 96)’inda zikr edilen bu vak’a, Timur ile ayni zamanda yasamis olan Ermeni tarihçisi Thomas de Medzoph tarafindan da kayd edilmistir. Böyle bir katliamdan sonra Sivas adeta bir harabeye dönmüs oldu. Timur, daha sonra güney istikametinde hareket ederek Malatya ve Suriye’yi isgal eder. Gerek Haleb, gerekse Suriye’nin diger sehirlerinde büyük zulümler yapar. Sam’da (Dimask) büyük bir katliama girisen Timur, sonunda Yezid b. Muaviye’nin kabrini buldurarak açtirir. Kemiklerle birlikte kabri yaktirip içine pislik doldurur.
Timur’un güneye inmesinden istifade eden Bâyezid, Sivas ve Erzincan’i da alarak Timur’a karsi stratejik bir üstünlük saglamaya çalisti. Bir ayaginin sakat olmasindan dolayi Osmanli tarihlerinde “Timurlenk” veya “Aksak Timur” diye isimlendirilen Timur ile Bâyezid arasinda teati edilen mektup ve gönderilen hediyeler de bir fayda saglayamamisti. Zira, Timur’un teklifleri bir bakima Osmanli hükümdarinin diger beyler gibi tamamen kendisine tabi olmasini emr eden bir mahiyet tasiyordu. Nitekim o, Sultan Bâyezid’den su isteklerde bulunuyordu:
1- Kemah’in Mutahharten’e geri verilmesiyle ailesinin serbest birakilmasi.
2- Sehzadelerinden birinin kendi yanina gönderilmesi.
3- Metbuiyet alâmeti olarak kendisine gönderilecek olan külah ile kemerin kabul edilmesi.
4- Anadolu beylerinden alinan yerlerin yine eski sahiplerine iade edilmesi.
5- Kara Yusuf’un kendisine teslimi. Bu esnada Kara Yusuf, Osmanlilar’in yanindan ayrilmis oldugundan istenenin Kara Yusuf’un ailesi oldugu anlasilmaktadir. Yildirim Bâyezid gibi bir hükümdar için çok olmasina ragmen o, bu sartlan degerlendirmek için çevresiyle istisarede bulunur.
Bununla beraber, bütün bunlara karsi ihtiyatli hareket edilmesini tavsiye eden vezir-i azam Ali Pasa’ya Sultan Bâyezid söyle diyecektir:
“Serefimiz ve karsi koyacak kuvvetimiz vardir. Tâbi olamayiz ve istiklâlsiz yasayamayiz.” Bu esnada o, Timur’la meydana gelebilecek bir savasi düsünerek Bizans Imparatoru ile anlasir ve Istanbul muhasarasini kaldirip oradaki askerini geri çeker.
ANKARA SAVASI
Bâyezid ve Timur arasinda teati edilen mektuplar, ortaligi yatistirmaya kifayet etmeyince muharebe kaçinilmaz bir hal almisti. Tarihlerde tafsilatli ve genis bir sekilde verilen Ankara Meydan Muharebesi’nin bütün detaylarina temas etmeyecegimize isaret etmek gerekiyor.
Büyük bir casusluk ve haber alma teskilatina sahib oldugu anlasilan Timur, elindeki kuvvetler ile Anadolu’da fazla bir is göremeyecegini anlayarak, Orta Asya’da bulunan en güzide kuvvetlerini getirmeye mecbur olmustu. Kisi, Karabag’da geçirdikten sonra Azerbaycan ve Gürcistan’da yeniden toplayip düzene soktugu ordusuyla Anadolu’ya yürümeye karar vermisti. Böylece Timur, bu yeni ordusuyla Erzurum ve Kemah yolunu takib ile Orta Anadolu’ya dogru yol almaya basladi. Osmanlilardan aldigi topraklan tekrar Türkmen beylerine vererek onlarin destegini sagladi. Böylece, Osmanlilarin, senelerce ugrasip sagladigi Anadolu birligini de bozmus oldu.
Kirsehir’e dogru yürümekte olan Timur, o sirada Osmanli kuvvetlerinin kendi üzerine dogru gelmekte oldugunu haber alinca, durumun kendisi için müsait olmadigini anlayip telasa kapilir. Ordusunun erkâni ile görüserek Osmanli ordusunu arkada birakmak üzere Ankara yolunu tutar.
Timur, Ankara önüne gelir gelmez Ankara kalesini kusatir. Kale muhafizi Yakub Bey, burayi bütün gücü ile müdafaa eder. Timur, Bâyezid’in kendisinin geldigi yoldan gelecegini tahmin ile o cepheyi iyice tahkim eder. Ankara kalesini de kuzey dogu yani iç kale tarafindan almak istiyordu. Bu maksatla kalenin suyunu keserek Osmanli kuvvetleri gelmeden önce burayi düsürmeye çalisiyordu.
Timur, Osmanli ordusunun daha geç gelecegini de tahmin etmisti.
Fakat o, bu tahmininde yanilmisti. Çünkü Bâyezid’in kuvvetleri seri bir yürüyüsle çok daha evvel ve hem de Timur’un hiç beklemedigi bir yoldan gelip ortaya çikmislardi. Halbuki Timur, Osmanli ordusunu güney dogudan gelecek diye beklerken Osmanlilar kuzey dogudan yani Kalecik, Rayli üzerinden gelerek Çubukova’da Meliksah köyüne inmislerdi. Buna göre Timur bir baskina ugramis demekti. Bu tehlikeli durum karsisinda buhranlar geçiren Timur, itidalini muhafaza ederek bütün gece çalisip cephesini degistirmis ve kale kenarindan da çekilmisti. Timur’u bu sekilde hazirliksiz yakalayan Bâyezid ise hayatina mal olacak bir hata isliyordu. O, Timur’un bu durumundan istifade etmek için, ogullari ile komutanlarinin hemen taarruza geçilmesi hakkindaki israrlarini dinlemeyerek büyük bir firsati kaçirmis oldu. Bâyezid, mertçe bir muharebe olmasini istiyordu. Böyle bir anlayis ve bekleme, Timur’a vakit kazandirip onu düsmüs oldugu tehlikeli durumdan kurtarmisti.
Ankara Muharebesi diye meshur olan ve Anadolu’daki Osmanli hâkimiyeti ile Istanbul’un fethini yarim asir geciktiren bu savasin, gün olarak tarihi hakkinda farkli görüsler bulunmaktadir. Bununla beraber dogruya en yakin olan görüse göre 27 Zilhicce 804 (28 Temmuz 1402) tarihinde yapilmistir.
Her iki ordunun mevcudu hakkinda kaynaklar farkli bilgiler vermekte iseler de, Timur’un ordusunun daha kalabalik oldugunda (160 bin) birlesmektedirler. Bu büyük güce karsilik Osmanli ordusunun mevcudu ise yetmis bin civarinda idi. Ankara yakinindaki Çubuk Ovasi’nda yapilan savasin baslangicinda Osmanlilar üstün bir duruma gelmislerdi. Fakat Osmanli ordusundaki Kara Tatarlarin ihaneti ve Anadolu Beylerine bagli timarli sipahilerin Timur tarafina geçmeleri, harbin Osmanlilar tarafindan kayb edilmesine sebep oldu.
Bu tehlikeli hal üzerine Bayezid’e geri çekilmesi tavsiye edildiyse de o, bunu kabul etmedi. Harbin kayb edildigini gören Yildirim Bâyezid, Vezir-i Azam Ali Pasa ile Murad Pasa, Yeniçeri Agasi Hasan Aga ve Karesi subasisi Inebeye, büyük sehzade Süleyman Çelebi’yi alip kaçirmalarini emr eder. Böylece Yildirim’in basina bir sey gelse bile devleti yeniden kurmak ve toparlamak için bir sehzade kurtulmus olacakti. Bu esnada ihtiyat kuvvetlerinin basinda bulunan Çelebi Mehmed de maiyetinde bulunan bin kadar adam ile sancak merkezi olan Amasya’ya dogru gitmisti. Bundan baska Osmanli ordusunda bulunan Sirp despotu ile kardesinin komutasi altindaki kuvvetler de kaçmislardi. Bütün bunlara karsi Yildirim Bâyezid yerinde duruyor ve Minnet Bey’in kaçma teklifini red ederek serefle ölmeyi tercih ettigini söylüyordu. Fakat bulundugu yerde kalmasinin uygun olmadigini anlayarak daha gerideki Çataltepe’ye çekildi. Maiyetinde iki üç bin yaya ve atli kuvveti kalmisti. Bu kuvvetlere karsi yetmis bin kisilik Timur kuvvetleri merkezden hücum ediyordu. Çataltepe bir kaç kat Timur kuvvetleri ile sarilmisti. Bâyezid, elinde balta ile hücum edenleri orada hemen yere seriyordu. Bâyezid, bu durumdan kurtulabilmek ve Timur’un kat kat olan saflarini yarmak için ortaligin kararmasini bekliyordu. Bir ara az bir kuvvetle ilk muhasara hattini yarip firlamaga muvaffak oldu. Fakat sayisiz çenberle çevrilmis oldugundan her muhasara hattini zorlukla geçiyordu. Bâyezid’in kaçtigi haberi alininca takibi için büyük bir kuvvet gönderildi. Nihayet son müdafaa tepesinden üç saat ayrildiktan sonra ati yere yuvarlandi. Yeni bir ata binmesine meydan verilmeden yakalandi. Böylece Bâyezid, Timur’a esir düstü (28 Temmuz 1402). Böylece kaderin, savaslarda süratli hareket etmesinden dolayi, kendisine layik gördügü Yildirim ünvanina sahip olan bu mert ve cesur hükümdar, aleyhine örülen agin içine düserek esir alinmis oldu.
Mevlânâ Hatifî, Sehnâmesinde Yildirim Bâyezid’in hücumlarindan ve kahramanca çarpismasindan bahs ederken söyle der:
“Bâyezid Han, öyle bir siddetle hücum eylemis ki, önüne geleni yere düsürüp Timur’un önüne kadar varmis. Timur, kendi üzerine dogru yildirim gibi bir fedainin geldigini görünce ürkmüs ve fena halde korkmustu. O esnada Timur’un yaninda bulunan Germiyanoglu, kendisine “Han’im, gafil olma bu firsat bir daha ele geçmez. Bu fedai Yildirim Han’in kendisidir.” deyince Timur hemen kemandazlarina “Sakin Yildirim’a bir zarar getirmeyiniz, sag olarak ele geçiriniz” diye emir vermisti. Dört bir taraftan kemendler atilarak Yildirim’i attan düsürdüler. Yaya kalinca etrafini sardilar. Yildirim Han hançerle bir çok kisiyi hâk-i helâke serdi (öldürdü). Nihayet birçok kisi etrafini sarip onu yakaladilar. Yildirim teslim olmadi, silahini da teslim etmedi. Bununla beraber onu kullanamayacak sekilde her taraftan tutmuslardi.
Ankara galibiyeti ile Anadolu’yu harabeye çevirecek olan Timur, bu galibiyetini Fransa krali VI. Sari ile Ingiltere krali IV. Henri’ye bildirmek üzere mektuplar yollamis ve kendilerinin Nigbolu Muharebesinde yenemedikleri Osmanli hükümdarini yenip esir aldigini bildirmistir. Farsça metni elimizde bulunan mektuba göre Timur, Fransa kralindan büyük bir övgü ile bahs etmekte ve müsterek düsman olarak kabul ettigi Osmanli Devletini perisan ettigini bildirmektedir. Isin önemli noktalarindan biri de Fransa kralinin mektubunu getiren F. Fransiskos adindaki papaza Timur’un çok iyi davranmis olmasidir. Fransa kralina devamli iyi dualarda bulundugunu ifade eden Timur, “bizim ve sizin düsmanlarimizi müzmahil eyledim” gibi bir ifade ile âdeta Osmanlilari ortadan kaldirmak için bati ile is birligi yapmis ve belki de onlarin tesviki ile Anadolu’ya gelmis görünmektedir. Nitekim sözü edilen mektupta Timur söyle demektedir:
“Bu muhibbinin, yüz bin selam ve hayirhahligini dünyalar kadar çok hulusunu Fransa krali kabul buyursun. Ed’iye (dualar) tebliginden sonra siz emir-i kebirin re’y-i âlilerine arz olunur ki, Ferrari Fransiskos adindaki vaiz rahib tarafimiza geldi. Ve mulûkî mektuplari getirdi. Ve siz emir-i kebirin iyi adini ve azamet-i sanini bize bildirdi. Çok mesrur olduk. Su dahi beyan olunur ki, leskerenbuh ile gidüp yaver-i bari-i Teala ile bizim ve sizin düsmanlarimizi müzmahil eyledim. Bundan sonra sultaniye sehrinin murahassasi F. Cevanî’yi huzurunuza gönderdim. Her ne ki vaki oldu ise arz ve takrir eder. Simdi siz emir-i kebirden rica ederim ki, daima nâme-i humayunlarinizin irsal kilinup bize haber-i selamet ve afiyetiniz ilâm oluna…”
Timur, muharebeden sonra Osmanli kuvvetlerini takib için asker sevk ettigi gibi Osmanli sehzadesi Süleyman Çelebi’yi yakalamak üzere de torunu Mehmed Mirza’yi otuz bin kisilik bir kuvvetle Bursa üzerine göndermisti.
Ankara önünde sekiz gün kalan Timur, oradan Kütahya’ya gelir. Burayi begendigi için bir ay kadar burada kalir. Bursa üzerine hareket eden Mehmed Mirza’nin maiyetinde amcasinin oglu Ebu Bekir Mirza, Emir Cihan Sah, Emir Seyh Nureddin ve Emir Süyüncük bulunuyordu. Bursa’ya kadar olan yerleri yagmalayan bu 30 bin kisilik birlik, henüz Bursa’ya ulasamadan Süleyman Çelebi kizkardesi Fatma ile küçük kardesi Kasim Çelebi’yi yanina alarak kaçmaya muvaffak olmustu. Bursa halkinin bir kismi Uludag’a çekilmis, bir kismi da sahile dogru firara baslamisti. Kaçmaya çalisanlarin çogu esir edildi. Semseddin Cezerî, Seyyid Semseddin Muhammed Buharî ve Semseddin Muhammed Fenarî gibi Bursa’nin önemli sahsiyetleri de bu esirler arasinda bulunuyorlardi. Emir Seyh Nureddin, Bursa’yi elde edince yagmaya baslar ve mal için Bursa halkina her türlü zulüm ve iskenceyi reva görür. Bunlar, halka bir sey birakmayacak derecede onlari soyarlar. Bursa’nin çevresi de bu talihsizlikten nasibini alir. Bu soygun ve tahribattan sonra tamamen ahsab mimariye dayali olan Bursa atese verilir. Böylece Bursa tamamen yanar. Timur’un kuvvetleri, Süleyman Çelebi’nin kaçirmaya muvaffak olamadigi bütün Osmanli hazinesini ele geçirmisti. Bunca senelik seferlerin sonunda toplanan bu zengin hazine ile sarayin kiymetli esyasi Timur’un veziri Serafeddin Ali ile Müstevfî Seyfeddin Tunî tarafindan defter yapilip kayd edildi. Bu arada daha önce Sehzade Mustafa’ya nisanlanmis bulunan Ahmed Celayirî’nin kizi, Bursa’da esir alinanlar arasinda idi. Bâyezid’in zevcesi (Sirp kralinin kiz kardesi) ile iki kizi da galiplerin eline düstü. Bütün bunlar, Kütahya’da bulunan Timur’a götürülüp takdim edildi.
Timur, Kütahya’da bulundugu sirada etrafi vurdurup kendi emniyetini sagladiktan sonra Bâyezid’in, memleketlerini almis oldugu Karaman, Germiyan, Aydin, Saruhan, Mentese ve Hamid ogullari’nin beyliklerini tekrar kendilerine iade eder. Bunlar, Timur’un yüksek hâkimiyeti altinda dedelerinden kalan yerlere tekrar sahip olurlar. Timur, Bâyezid’in oglu Süleyman Çelebi’ye mektup yazarak kendisine tabi olmasini bildirmisti. Bunun üzerine o da Seyh Ramazan ismindeki elçisi vasitasiyle bu teklifi kabul ettigini bildirmisti. Buna karsilik Timur kendisine baglilik alâmeti olarak tac ve hil’at göndermisti. Böylece o, Süleyman Çelebi’ye Trakya’yi, Çelebi Mehmed’e Amasya ve çevresini, Isa Çelebi’ye de Bursa ve havalisini vererek yüksek hâkimiyeti altinda Osmanli Devleti’ni üç parçaya böldü. Bu vesile ile ileride meydana gelecek olan ve Osmanli tarihinde “Fetret devri” diye anilacak kardesler arasindaki taht mücadelelerine zemin hazirlamis oldu.
Anadolu’da sekiz ay kadar kalan Timur, birçok sehri yakip yagmalattirdiktan sonra Rumeli, adalar, Bizans imparatoru ve Memlûk sultanini nüfuzu altina aldi. Anadolu’da eski beylikleri ihya edip kurduktan ve Osmanli Devleti’ni dagittiktan sonra memleketine döndü. Giderken, Selçuklular zamaninda Mogollar tarafindan Anadolu’ya getirilip yerlestirilen Kara Tatarlari da yaninda götürmüstü.
YILDIRIM BÂYEZID’IN ÖLÜMÜ
Bazan Anadolu’da, bazan da Rumeli’de ismine yarasir bir sekilde firtina gibi esip simsek gibi çakarak Osmanli Devleti’nin lehinde olacak sekilde bütün Türk beyliklerini tasfiye eden, Bizans’i muhasara ve tehdid eyleyen, Dogu Roma tahtinin mukadderatini Müslüman Türk menfaatleri adina istedigi gibi tasarruf eden, Nigbolu’da Haçli ordularina kesin cevabi veren, bu sürekli zaferlerinden dolayi Abbasî halifesi tarafindan “Sultan-i Iklim-i Rûm” ünvani tevcih edilen Yildirim Bâyezid, Timur’un eline düstükten sonra onunla birlikte Bati Anadolu seferlerinde hazir bulunuyordu. Timur, cengaver ve bir zamanlar firtina gibi esmis olan bu esirini gittigi her yere kendisiyle birlikte götürüyordu. Onbes gün gibi kisa bir zamanda Izmir’i zapt eden Timur, dönüsünde henüz Osmanlilara bagli bulunan Uluborlu ve Egridir kalelerini zapt ettirdi. Bâyezid, Egridir’in zapti esnasinda hastalanmisti. Bunun üzerine Timur, onu Aksehir’e göndermisti. Tedavisi için de meshur tabiplerinden Izzeddin Mesud Sirazî ile Celaleddin Arabî’yi göndermisti.
Yildirim Han’in tedavisine memur edilen doktorlarin bütün çabalarina ragmen, cevval, izzet-i nefis sahibi, magrur ve zaferden zafere kosmaya alismis bir hükümdar olan Yildirim, maglubiyet ve esarete tahammül edemedi.
Zaman zaman Timur’la yapilan sohbetlerde Timur’un kendisini serbest birakacagina ve tekrar Osmanli Devleti’nin basina geçecegine dair söyledigi sözlere de inanmayan Yildirim Bâyezid’in, keder ve üzüntüden gelen bu hastaligina çare bulunamadi. Bunun için 14 Saban 805 (9 Mart 14.03) Persembe günü ruhunu teslim edip intikal-i dâr-i beka eyledi. Öldügü zaman kirk iki yaslarinda oldugu bildirilen Yildirim’in zehir kullanmak suretiyle intihar ettigine dair bilgiler varsa da bunlar gerçegi yansitmamaktadirlar. Zira çagdasi ve Yildirim’i yakindan taniyan tarihçi Ibn Arabsah ile Osmanli tarihçilerinden Enverî, Sükrüllah, Karamanî Mehmed Pasa, Hoca Saadeddin ve Solakzâde gibi kaynaklar ile Timur’un tarihçisi Serafeddin Ali Yezdî ve Nizameddin Samî kesin olarak intihardan bahs etmezler. Bunlara göre o, nefes darligi ve hunnaktan ölmüstür. Solakzâde (Tarih, I, 122) gerçekleri bilmeyen bazi kimselerin tarih yazmaya basladiklarini, cahil olduklari için hakiki sebepleri bilmediklerini söyleyerek bu zehir meselesine söyle temas eder: “Buldugunu yazan ve tarihi zapt etme yolundan azan bazi ozanlar, tarih yazmaya ölçümlenip pek çok farkli kaviller irad etmislerdir. Bunlar ne saltanatin sanina layik gönüller begenen tabirleri bilirler, ne de cülûs tarihleri ve halifelik müddetlerine vâkiftirlar. Padisahlarin ölümlerinin sebepleri beyaninda da nice lâyik olmayan sözler yazip ser’ce cevaz verilmeyen meseleleri o yüce padisahlara isnad edip zehir içti veyahut Timur’un hekimleri zehirlediler diye buhtan ve iftira etmislerdir” der. Gerçekten onun hastaliklarina esaret zilleti ve keder de eklenince kisa bir süre içinde vefat etmistir. Hükümdarligi 14 sene kadar devam etmistir. Ölümü müteakip cesedi tahnit edilerek Aksehir’de Mahmud Hayranî türbesine konulmustur. Timur, onun vefati üzerine yaninda bulunan ailesine taziyetlerini bildirerek ihsanlarda bulunmustu. Semerkand’a dönerken cesedi oglu Musa Çelebi’ye teslim ederek hükümdarlara yarasir bir merasimle defn edilmesini istemis, Musa Çelebi’ye de babasinin mülkünde hükümdarlik için kemer, murassa kiliç ve yüz at vermistir. Yildirim Bâyezid’in na’sinin Bursa’da kendisinin insa ettirdigi Cami yanina defnini vasiyet ettigini söylemeleri üzerine Timur, Yildirim’in tabutunu ve Musa Çelebi’yi Germiyanoglu Yakub Bey’e teslim ederek Bursa’ya gönderdi.
Tarihlerde, azim ve irade sahibi, cesur, cevval, mert, dobra dobra konusan bir kimse olarak zikr edilen Yildirim Bâyezid, ayni zamanda dindar bir kimseydi. Mizac itibariyle sert, hirçin ve inatçi olan Yildirim Bâyezid, Sirp prensesi ile evlendikten sonra, Vezir-i Azam Ali Pasa’nin da tesvikiyle içkiye baslar. Bu sefahat ve isret hayati zamanla saray muhitinden disari tasarak kütleye de sirayet etmekte gecikmez. Özellikle ikbal ve mevki hirsi iliklerine kadar islemis olan Vezir-i Azam Ali Pasa, kendine uydurdugu arkadaslari ile gerek devletin adalet ve insaf töresine, gerek politika ve cemiyet gidisatinda hayli gedikler açti. Bu sebepledir ki, memlekette meydana gelen ahlâkî çöküntü, zamanla kadilarin bile rüsvetle is görmesine sebep olmustu. Nitekim Hoca Saadeddin Efendi’nin ifadesine göre (Tâcu’t-Tevârih, I, 139-140) Osmanli tarihinde “kadiyân-i fi’n-nâr” diye tarihlere geçen hadise, insanlarin can ve mali üzerinde genis bir tasarruf yetkisine sahip olan ve günümüz ifadesiyle yargiç denen kadilarin, adalete göre hükm etmemeleri yüzünden Sultan Bâyezid tarafindan yakilmak suretiyle cezalandirilmalarinin istenmesi hadisesidir. Gerçeklesmeyen ama düsünülen bu hadise bize, Bâyezid’in adalet anlayisina ne kadar önem verdigini gösterdigi gibi, onun ne kadar dindar bir kimse oldugunu da göstermektedir. Gerçekten onun, Ali Pasa’nin igva ve tesiri ile sadece kendi sahsi ile ilgili yaptigi bazi islerden ve içkiden tamamen tevbe ettigi, bir daha içki âlemlerine katilmayacagini belirterek söz verdigi, tarihî kaynaklardan anlasilmaktadir. Nitekim Sükrüllah (Behcetu’t-Tevârih, 57) gerek adalet anlayisi, gerekse bu içki meselesine temasla söyle der:
“Yeniden adalet gösterdi. Kadilari topladi. Onlarin kiyiciliklarindan sorusturdu. Taaddiden, seriata aykiriliktan, rüsvetten özge nesne bulmadi. Kimden, seriata aykiri nesne almislarsa ödenmesini buyurdu. Onlarin terbiyesini verdi. Azli gerekeni azl etti. Halk, ülkeler alanin yüksek adalet ve sefkatini isitince ekim biçimleri, is güçleri ile, yurtlarini senlendirmekle ugrasir oldular. Osmaneli her ne kadar senlik idiyse de on kat daha senlendi. Gazi sultan, kötü ve süpheli islerden çekinmeyi ve Tanri’dan korkmayi kamudan ileri tuttu. Beglerle sultanlarin görenegi olan seriata aykiri eglence, çalgi ve bunun gibi aldatici Albizin (seytan) kuruntusundan gelen ne ki varsa hepsini birakti. O zamanin bilginleri ve seyhleri onun arkadasligi ile yücelirlerdi.”
Kaynaklar, onun Bursa Ulu Camii’nin insasi esnasinda bir hatirasini bize nakl ederler. Buna göre Bursa’daki Ulu Cami insa edildigi zaman Bâyezid, Emir Sultan diye söhret bulan Semseddin Muhammed Buharî ile birlikte caminin binasini kontrol etmeye gelir. Konusma esnasinda padisah, bu güzel binanin Hz. Emir’in hosuna gidip gitmedigini sorar. Emir Hazretleri de yapinin saglamligi, güzelligi, alaninin genisligi ve çatisinin yüksekliginin tam bir ölçü ve olgunlukta oldugunu söyledikten sonra söyle der:
“Pek güzel olmus, lakin civarinda dört köseye de birer meyhane yapilsaydi” deyince Sultan Bâyezid: “Cami-i Serif, Allah’in evidir. Civarinda meyhanenin ne isi var?” der. Bunun üzerine Emir Sultan: “Padisahim, gerçekte Allah’in evi mü’minin kalbidir. Niçin kalbinizi içki ve münkeratla dolduruyorsunuz?” diyerek tarihî bir nasihatta bulunmus olur. Emir Sultan’in bu nasihati derhal tesirini gösterecek ve sultan bundan böyle içki içmeyecegine söz vererek eski hatalari için de tevbe eder. Biraz önce de temas edildigi gibi o, sadece içkiyi terk etmekle kalmaz, ayni zamanda bütün islerin, Allah’in rizasina uygun bir sekilde görülmesini, dogruluk ve adaletten sapilmamasini, memleketin imar edilmesini, hayir tesislerinin insa edilip halka hizmetin saglanmasini ister. Bizzat kendisi bu neviden faaliyetlere ön ayak olarak her sahada halkina örnek olur. Zaten hareket ve davranislari da bunu ortaya koyar. Nitekim Bursa kadisi olan Semseddin Muhammed Fenarî’nin mahkemede sahidlik yapmak üzere gelen padisahin, cemaatla namaz kilmayi terk ettigi için sehadetini sahih saymayarak kabul etmemesi, bunu göstermektedir. Bizans tarihçileri, padisahin özellikle Nigbolu zaferinden sonra kendisini zevk ve eglenceye kaptirdigini zikr ederler. Bu sebepledir ki son asir Avrupa müellifleri, zamanindaki hükümdarlarin çogundan daha üstün olan Bâyezid’in isret ve sefahat yüzünden fikrî ve bedenî kabiliyetlerini kayb ederek inhitata ugradigini ve bu sebeple tac ve tahtini kayb ettigini yazarlar. Bu ifadelerde büyük bir mübalaga oldugu anlasilmaktadir. Zira her sene Anadolu’nun bir ucundan Rumeli’nin öteki ucuna kadar, bazan bir kaç defa at kosturan, mütemadiyen harp ve devlet islerini tedvir ile mesgul olan hükümdarin isret ve sefahata ne kadar zaman ayirabilecegini düsünecek olursak mesele daha bir kolaylikla anlasilmis olur.
Bâyezid’in ne kadar âdil, hak perest ve tebeasini seven bir hükümdar oldugu hakkinda tabip Ibnu’s-Sagir’den naklen Misir tarihçilerine geçen malumat dikkat çekicidir. Buna göre o, her gün herkesin belli zamanda kendisini uzaktan bile görebilecegi genis bir yere gelir ve her taraftan gelen tebeasinin sikâyet ve arzularini birer birer dinler. Tebeasinin maruz kaldiklari zulümleri derhal izale ederdi. O, idaresinde bulunan memleketlerde adalet ve asayis tesis etmisti.
Bâyezid, azim ve irade sahibi, mütehevvir, aceleci ve her seyden nem kapan bir hükümdardi. Bununla beraber âlim ve seyhlere karsi mütevazi ve hürmetkârdi. Muasiri olan hükümdarlara karsi ise magrur oldugu gibi, sahsen pek cesur oldugundan en büyük tehlikelere atilmaktan çekinmezdi. Zamaninda yasamis olan Misir ve Suriye tarihçileri, Bâyezid’in Islâm hükümdarlarinin en hayirlisi ve en büyügü oldugunu zikr ederler. Bundan baska onun, çagdasi olan diger Islâm hükümdarlarinin cihad ve gazayi birakmalarindan dolayi onlara kizdigini da yazarlar. Keza bunlar, Yildirim Bâyezid’in Müslüman hükümdarlarin kendi tebealarindan kanunsuz vergi almalarina tahammül edemedigini ve bu yüzden onlara kizdigini da açikça belirtirler.
Bu hükümdar, bir asirdan beri anarsi ve mücadelelerle çalkalanan Anadolu’ya bir vahdet getirerek buradaki insanlara siyasî bir birlik kazandirmis ve onlari bir bayrak altinda toplamaya muvaffak olmustu. Böylece Bâyezid, Anadolu Selçuklu sultanlarinin gerçek halefi oldugunu isbatlamisti. Ancak Ankara maglubiyeti ile Anadolu’daki birlik bozularak bölge tekrar tefrika içine sokulmustu.
ANKARA SAVASI’NIN SONUÇLARI
Ankara Muharebesi’ndeki maglubiyet, Osmanli tarihi için oldugu kadar Anadolu’daki Türk tarihi için de büyuk bir felaket oldu. Zira bu savasin verdigi zafer sarhoslugu ile Timur, bir kasirga gibi eserek bütün bir Anadolu’yu yakip yikmisti. Bu arada çocuklar dahil olmak üzere binlerce kisiyi esir alip hunharca katl etmekten de çekinmemisti. Onun bu zulümleri, Anadolu insaninin hafizasinda silinmeyerek hâlâ canliligini muhafaza etmektedir.
Timur, Anadolu beyliklerini yeniden canlandirarak Osmanlilar da dahil olmak üzere hepsini kendine bagladi. Böylece Anadolu birligini de parçalayarak Osmanli Devleti’nin büyük mücadeleler sonucunda kurmaya muvaffak oldugu bu birligi ortadan kaldirarak, bölgedeki Islâmî hareketin zayiflamasina sebep oldu. Böylece Islâm topraklarinin ortasinda bir ada gibi duran Hiristiyan Istanbul’un fethi ve Anadolu birliginin yeniden kurulmasi yarim asir gecikmis oldu.
Osmanli Devleti’ni üçe bölen Timur, bu hareketi ile Yildirim Bâyezid’in çocuklari arasinda taht kavgalarinin baslamasina sebep olmustu. Osmanli Devleti’nin Anadolu’daki sinirlan ise hemen hemen Sultan I. Murad’in devri baslarindaki sinirlarina çekilmisti. Buna karsilik Timur’un tesir sahasindan uzakta kalan Rumeli, bütünlügünü koruyarak Osmanli Devleti’nin agirlik merkezi durumuna yükseldi.
Gerçekten Ankara’da ugranilan hezimet, Balkanlar’daki Hiristiyan tebea üzerinde kötü denebilecek hiç bir tesir yapmamisti. Hiristiyan Balkan halklari, Osmanli idaresine bagli kalmislardi. Bu durum, Rumeli’deki Osmanli idaresinin komsu Hiristiyan devletlerden daha âdil oldugunu gösteren en açik delillerden biridir. Osmanli Devleti, bagli bulundugu dinin geregi olarak gayr-i müslim tebeasina karsi âdilâne bir idare ve siyaset takip ediyordu ki, bu da, o firtinali ve tehlikeli havada Rumeli’nin hadisesiz olarak elinde kalmasina sebep olmustu. Bazi yabanci kaynaklar, Osmanli Devleti’nin, Timur’un darbesini yeyip parçalandigi ve sehzadeler arasinda taht kavgalari basladigi halde Balkan devletlerinin Osmanlilar’a karsi birlesememelerini, kiliselerinin birlesmemesine baglamislardir. Halbuki Osmanli idaresi, tebeasi arasinda adalet ve âhengi temin etmek ve onlarin dinî islerine karismamak suretiyle bu güveni saglamis oldu. Bundan baska Osmanlilar, Balkanlardaki Hiristiyan Ortodoks mezhebine mensub mutaassib halkin Katoliklere karsi âdeta müdafaasini üstlenmislerdi. Bu anlayisla, onlarin dinî ve vicdanî akidelerine karsi saygi gösteriyorlardi. Bu sebeple onlarin bu akidelerine kimsenin müdahale etmesine de izin vermiyorlardi. Bunun içindir ki Rumeli’deki Ortodoks tebea huzur içinde yasiyordu.
Kaynak: Osmanli tarihi

v