Mehmet Akif Ersoy dosyası

Eyüp Beyhan

ÇAĞDAŞ NESLİN MİLLİ MİMARI MEHMET AKİF ERSOY

Türk, şair. İstiklal Marşı’mızın yazarı. İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936′da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona “Rağıyf” adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu “Âkif” diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk’un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı’dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih’te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti’ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye’de “hürriyetçi” öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii’nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa’nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889′da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893′te birincilikle bitirdi.

Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete’de yayımladı. 1906′da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907′de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde hocalık etti. 1908′de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 1908′de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı.

1913′te Mısır’a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine’ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderildi. Burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı’nın akışını Berlin’e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa’nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid’e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli’yle birlikte Lübnan’a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu’da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir’de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920′de Dâr-ül Hikmet’deki görevinden alındı.

İstanbul Hükümeti Anadolu’daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu’da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii’nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır’da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM’ye seçildi. Meclis’in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921′de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart’ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır’da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Mısır’da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926′dan başlayarak Camiü’l-Mısriyye’de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935′te Lübnan’a, 1936′da Antakya’ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye’ye döndü ve İstanbul’da öldü.

Yaşayan Akif Fikir ve şiir dünyamızda eşine az rastlanan bir dehanın aramızdan ayrılışını hatırlamak ve onu sevgiyle yad etmek, Asım’ın nesli olan gençlerin görevi olmalı.Edebiyat tarihimizde mazlumun yanında ve onun dostu olan M. Akif, bu dünyada yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Çevresinde üç beş kişi kalmış “Rejim muhalifi” damgasını yemiş eski bir şair olarak “İstiklal Marşı” şairi için hazırlanmış dramatik bir sondu bu.Dirilerden çok ölülerin mücadele verdiğini söyleyebiliriz. Süleyman Nazif, Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirini okuyunca:“Allah’ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var.” demiştir.O’nun sağlığında ölüme mahkum edilmiş gibi geçen yılları olmuştur. Öldükten sonra ise, daha çok tesirli olduğu, bir nevi ikinci hayat yaşamaya devam ettiği söylenebilir.Bu inanmış insanın, şiiri, tebliğ ve telkin vasıtası olarak görmesi neticesinde kitabı olan Safahat’ında inandıklarını haykırmıştır:“Hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.”Şiir, O’nun elinde yüksek ifade imkanlarına kavuştu. Büyük fikir taşıyıcı manzumeler, burada feryat, figan ve isyanlar şiirleşir. Şiirlerinde devrinin sokağını, kahvesini, mektebini, evini, camiini ve her meşrepten insanı buluruz.Akif, son Safahat’ında yer alan “Gece, Hicran, Secde” şiirlerinde bambaşka bir yüzünü ortaya çıkarır. Bütün hayatı boyunca şairliğini, sanatkar yönünü bir tarafa koymuştur. Bu şiirlerinde gerçek şiir hareketleriyle karşımıza çıkar.

Şiirden kaçan Akif, memleketinden kendini sürgün etmek zorunda kaldıktan sonra bunun aksine şiire yakalanmaktan da kurtulamadı.O, inanmış bir insandı. Bu sıfatı önce gelmek kaydıyla şairdi, düşünürdü. Şiiri, tebliğ, telkin, düşünce için toplumu iyiye götürmek için bir araç saymıştı. Kendi yüksek şiir kudretinin ihtirasını, toplum dertlerinin önünde tutsaydı şüphesiz şiirde, şairlikte daha büyük başarılar kazanırdı. Fakat halkın en dertli günlerinde O ızdırap içinde yaşamayı tercih etti. Onun şiir külliyatını bir fikir kitabı olarak okumak, üzerinde düşünmek, incelemeler yapmak mümkündür. Akif’in kaleminden çıkan vezinli, kafiyeli fikirler yaşadığı dönemde bazılarının hoşuna gitseydi, göklere çıkarılırdı. Fikir ve iman cephesi hoşa gitmediğinden hem şairliği, hem de şahsiyeti saldırılara maruz kaldı. Malum ideoloji, Akif’i hazmedemediği için gündem dışında tutmak istedi.Onun şahsiyetine, inancına karşı çıkan birçok şöhret ölümünden sonra unutulup gitmelerine rağmen M. Akif’in şiirleri ezbere okunmakta, düşünceleri gençlere ışık olmaktadır. Böylece fikir ve şiirleri etkisiz kılınamamıştır.Milli Mücadele ya da Kurtuluş Savaşı konusunda alışılmış resmî görüşün dışında bir çerçeveye oturtulduğu dikkati çekecektir. Milli Mücadelenin gerçek konumunun bilinmesi, M. Akif’in şahsi tutumunun doğru olarak değerlendirilmesine de imkan sağlayacaktır.Resmi sessizliğe ve hatta olumsuz tutuma rağmen halkın ve gençliğin geniş ilgisiyle kucaklanan M. Akif kimdi ve bu sevgi selinin çoğalmasına sebep neydi?1923 sonrasında Türkiye’de deniz tükenmişti. Ülkenin “İstiklal Marşı”nı yazan bir şairin ne yazsa, ne söylese suç olduğu bir takvimde, başlık klişesini oradan oraya taşıyıp yayımladığı Sebilürreşad’ın yayımına Takrir-i Sükun Kanunu ile süresiz son verilmişti. Böyle bir şahsiyet için ülke yaşanılır olmaktan çıkmıştı. Şair ve düşünür kimliği ile ülkenin insanlarına hizmet etmesi artık mümkün değildi.Şu iddia belki aşırı bulanabilir: Akif, o yıllarda Türkiye’de kalsa ve hiç bir şey yapmayıp köşesinde otursaydı hayatı belki garanti edilemezdi. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.” diyen, hak namına haksızlığa ölse tapamayan, düşündüğünü ve inandığını da yapamayan için bu yol tamamen kapanmıştı.

“Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir…” diyen Akif, bir yerlerden Türk bayrağı bulan üniversiteli gençler, Beyazıt Camii’ni doldurdular. Cenaze namazından sonra, mezarlığa kadar hiç kimse tarafından davet edilmeyen bir büyük kitle, hayatı ile eseri iç içe girmiş olan bu örnek şahsiyeti ebedî yolculuğuna uğurladı.Cumhuriyet tarihinde kendisinden önce hiç kimseye nasip olmayan bir cemaatle son yolculuğuna uğurlanan, Tacettin Dergahı’nın bahçesindeki toprağı avuçlayıp: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda.” diye gözyaşları arasında yazdığı İstiklal Marşımızla defnedilen şair, İstanbul’un fethinden sonra şehrin toprağına kendi eseriyle verilen ilk ölüdür. Ruhu şad olsun.

Akif’ i Doğru Okumak

Âkif, fikir ve sanat hayatımızın bugün de gündeminde olan bir isimdir. Fakat ortada çok farklı Âkif portreleri var. Halkımızın neredeyse tamamına yakını, fikir ve sanat ehlinin ise büyük bir bölümü Âkif konusunda müsbet görüşlere sahip olmasına rağmen, kimileri geçmişte de örnekleri görüldüğü gibi hâlâ Âkif muhalifi. Ama kanaatler ne olursa olsun Âkif, yaşıyor, hakkında konuşulup tartışılıyor. Fakat okunup anlaşıldığını yani doğru okunup doğru anlaşıldığını söylemek oldukça zor görünüyor.Bu zorluğu geçmeden önce Âkif’i bugüne getiren özelliği üzerinde durmak gerekir. Çünkü, pek çok fikir ve sanat adamı bugün için ancak edebiyat tarihlerinde bir yer işgal ederken Âkif canlılığını fiilen sürdürmesi üzerinde gerçekten düşünülmelidir. Âkif, şüphesiz ki büyük bir şairdi. Bir fikir ve aksiyon insanıydı. Dolayısıyla bütün bunlar, Âkif’i bugüne getiren sebeplerdir. Fakat, bütün bu özelliklerinden önce bence Âkif’i büyük ve hâlâ yaşıyor kılan sebep, onun ahlâkıdır. İlkeli tavrı ve inançlarındaki samimiyetidir. Bu yönleriyle o, hemen herkes için idealist bir insandır. Dolayısıyla Âkif’i bu gün için de doğru anlamanın yolu önce bu yönünü görmekten geçiyor. Zira bilgi, fikir bakımından malumat deposu olmuş pek çok insana rastlanabilir ama idealist ve ilkeli insanların sayısı son derece azdır. Durum böyle olunca da vicdan sahibi her insan, onun şiirlerini sevmese, fikirlerine katılmasa hatta düşmanı dahi olsa ahlakı ve şahsiyeti konusunda müsbet sözler söylemeden edemiyor. Çünkü onda sanat da fikir de önce bir insan ve millet meselesi olarak ortaya çıkıyor. İşte böyle insanlar toplumların özellikle sıkıntılı dönemlerinde hep bir umut ışığı olarak yeniden gündeme gelir.Yaşayan Âkif’i doğru anlamanın ikinci önemli yolu da onu ciddi anlamda okumadan geçiyor. Zira onun birkaç mısraına bakarak ortaya bir portre çıkarmak doğru olmaz. Ne yazık ki, bu talihsiz tutum Âkif’in başına hep gelmiştir. Onu kısmi bakış açısıyla değerlendirenler, bir mısraına bakıp pekala medeniyet düşmanı ilan edebiliyorlar. Milli bir şair olmasından kuşku duyabiliyorlar. Bu tür tutumların örneklerini çoğaltmak mümkündür. Fakat, netice değişmemektedir. Öte yandan Âkif, okunur ve değerlendirilirken devrinin dünya ve ülke şartlarının da iyi bilinmesi gerekmektedir. Onu bugünün şartları içinde değerlendirenler, elbette doğru sonuçlara ulaşamazlar.Akif’i okumanın önündeki bir başka büyük engel de ideolojik ve ön yargılı yaklaşımlardır. Böyle bir tutumla Âkif’e eğilenlerin, karşılarında doğru dürüst bir Âkif portresi bulabilmeleri imkansızdır. Durum böyle olunca kendi söylediklerinin de bir değer ve önemi olmayacaktır. Böylesine yaklaşımlar, kimseye olduğu gibi sahiplerine de hiçbir şey kazandırmayacak, olsa olsa kafa karışıklığını artıracaktır. Bu meselede söylenmesi gereken bir husus da kavramların anlam haritalarının sürekli değiştiğinin dikkate alınmasıdır. Dün için mesela milliyetçiliğin, batıcılığın, islâmcılığın taşıdığı anlamla bu günkü anlamlar oldukça farklıdır. Öte yandan kavramları hangi dünya görüşüne göre tanımlandığı da bir başka önemli husustur. Âkif okunur ve değerlendirilirken bu konu üzerinde de durulması gerekir.Bütün bunlar dikkate alınarak okunduğunda karşımıza gerçeğine daha yakın bir Âkif portresi çıkar. Buna bugün için de büyük bir ihtiyaç vardır. Zira Âkif’in dile getirdiği meseleleri hâlâ çözebilmiş değiliz. Türkiye’de ve dünyada yıllar ve şahıslar değişmiş olsa de olayların mantığı ve muhtevası hep aynıdır. Dolayısıyla Âkif’in doğru okunması ve anlaşılması günümüz fikir ve sanat hayatı için de önem taşımaktadır. Buna hem Âkif’i sevenlerin hem de muhaliflerinin ihtiyacı vardır.Âkif, bence kişilik, sanatkarlık ve fikir adamı yönüyle önümüzde hâlâ aşılamamış idealist bir örnek olarak durmaktadır. Âkif’i tartışmak yerine onu önce okumak ve anlamak çabasının kültür ve düşünce dünyamıza daha çok şey kazandıracağına inanıyorum.
Mehmet Akif ve Çağdaş Bilim

Bilim, hayat ve kainatın uyduğu kanunları araştırıp açıklayan ve varlıklar arasındaki ilişkiyi tespit etmeye çalışan bağlantılar sistemidir. Ünlü bilim felsefecisi Popper bilimi “sonuçları ve ifadeleri gözlem ve deneyle denenip çürütülebilecek faaliyetlerin tümü” diye tarif etmiştir. Teknoloji ise, üretilen malları, üretimde kullanılan makine ve emeği, toplumun sosyal, kültürel ve psikolojik varlığını içine alır. Arzulanan hedefleri ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağını kapsayan ileriye dönük bir bilim programına da “bilim politikası” denir. Bilim, teknoloji ve bilim politikası son derece önemlidir. Çünkü bir ülke bilim ve teknolojide başarılı olamayınca geri kalmaktan kurtulamaz; milli güvenliğini ve bağımsızlığını koruyamaz. Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar dünya biliminin öncüleri Müslüman bilginlerdi. Bu dönemden sonra Avrupa’da bilim ilerlemeye başlarken; Doğuda önce durakladı ve onaltıncı yüzyıldan sonra da iyice geriledi. 1631 yılında Koçi Bey tarafından Dördüncü Murat’a sunulan risalede “Bilginin devamı bilginlerledir.O yüzden yüce ataları zamanında bilgiye ve bilginlere olan hürmet ve ikram hiç bir devlette olmamıştır… Bugün ilim yolu dahi fevkalade bozulmuştur… İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir.” denmektedir. 1699 Karlofça Barışı’ ndan sonra bilim ve teknikte geri kaldığımız iyice anlaşılmış; bazı devlet ve fikir adamları bu mesele üzerinde kafa yormaya başlamışlardır. 1839 Tanzimat hareketini izleyen yıllarda bilim ve teknik Türk Edebiyatı’na da girmiş ve genel olarak yüceltilmiştir. Diğer taraftan, 1849′dan itibaren Avrupa’ya devamlı öğrenci gönderilmiş, böylece ilim ve fendeki açık kapatılmak istenmiştir. Ne yazık ki, Türkiye bilim yarışında bugüne kadar başarılı olamamıştır. Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran ve dünya liderliğini çok uzun süre elinde tutan Türk’lerin başaramadığını, tarihte büyük devlet olamamış Japonlar kısa sürede başarmışlardır. Japonya Batıyla temasa 1854 yılında başlamış; 1868′de Meiji (ışık) devrimini yapmış ve 1905′de Avrupa ülkeleri seviyesini yakalamıştır. Japonlar, Batıda üstün olan her şeyi almış, geleneksel kurumlarını korumuş, en eski ile en yeniyi yan yana, uyum içinde yaşatmıştır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy (1873 – 1936) 1893 yılında Baytar ve Ziraat Mektebini birincilikle bitirmiş, fen bilimlerinin önemini kavramış, Pasteur’e ve Onun şahsında bilime hayranlık duymuştur. Ayrıca Akif Almanya’yı görmüş ve İslam ülkelerini gezerek Doğunun sefil ve perişan durumunu yakından tespit etmiştir. Akif’in topluma olan mesajları Safahat adlı kitapta toplanmıştır. Safahat 7 ayrı kitaptan ibarettir. Akif, bu kitaplarda milletinin dertlerini ve ıstırabını şiirin gücüyle terennüm etmiş, her kesimden insanımıza, özellikle gençlere yol göstermiş, karanlıktan aydınlığa çıkabilmenin çarelerini araştırmıştır. O, çağdaşları içinde bilimi en fazla öne çıkaran bir şair ve düşünürdür. Safahat’ın 1908 – 1910 yılları arasında yazılan birinci kitabında, “Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur !” diyen Akif, ikinci kitapta Doğudaki eski ünlü ilim merkezlerinin mevcut acıklı durumunu gözler önüne sermiştir:

“O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak !

İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim,
Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akim !

O rasad-hânei dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hûrâfâta o mâzisiyle.”

“Sayısız medrese var gerçi Buhara’ da bugün…
Okunandan ne haber ? On para etmez fenler,

Ne bu dünyada soran var, ne de ahirette geçer !”.

Akif, hem bilimde ileri gittikleri hem de eski kültürlerini korudukları için Japonlara hayrandır. Fikret gibi bazı çağdaşlarının aksine O, Batının ilmini ve yararlı şeylerini almamızı, zararlı unsurları ise gümrükten içeri sokmamamızı ister. Medeniyet girebilmiş ancak fenniyle…
O da sahiplerinin lâhik olan iznile. ……………Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür !

……………

Alınız ilmini garbın alınız san’ atını;
Veriniz hem de mesainize son süratini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin; yalnız,

Süleymaniye Medreseleri O’na ilmin dine saygılı olması gerektiğini düşündürür :

Evet, medaris o vahdetsarayı muhteşemin
Önünde: hürmetidir dine her zaman ilmin.

Bilimin ilerlemesi ve birinci sınıf bilim adamlarının yetişmesi gayret, hürmet, destek ve istikrar ister. Düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüğü sağlanmamış, serbest rekabet kuralları tam olarak yerleşmemiş ve sürekli olarak politik tercihlerin öne çıktığı bir toplumda bilim gelişip yücelmez.

Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün ?
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;

Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,

Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek ?
Bilim Çağı :

Batı ile Doğuyu karşılaştırdığı dördüncü Safahat’ta, maziye özlem duyar, çalışmanın önemini vurgular ve ilerlemenin, büyük eserler bırakmanın ancak çağın ilmini elde etmek yoluyla mümkün olabileceğini haykırır: Süveyşi açtı herif…Doğru…Neyle açtı fakat ?
Omuzlamakla mı ? Heyhat ! Öyle bir fenle,

Ki bir ömür telef etmiş o fenni tahsile.

Bu bölümde eğitimin yaygınlaştırılması ve okullaşma oranının artırılması gerektiğini belirtip, “şunu unutmayın ki çağımız bilim çağıdır, ama ne yazık ki milletin fertleri bilgiden yoksundur” diyerek, çağa adını belki de ilk defa Akif vermiştir :

“Hülâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm,
Unutmayın şunu lakin : Zaman, Zamân-ı ulûm !”

Okur – yazar oranının artması, gençlere çağın ilimlerinin öğretilmesi mutlaka gereklidir; ancak mukaddesata da saygı gösterilmelidir. İlim öğrendim diyenlerin milletin inancına saygısız olmaları, milli değerlere yabancılaşmaları halinde aydınlığa çıkmak mümkün değildir.

Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim;
Mukaddesâta, fakat, çokca ihtirâm edelim.

Yine Akif dördüncü Safahat’ta Avrupa’ ya tahsil için gidenlerin görevlerini tam olarak yapmaları gerektiğini şu şekilde ihtar eder :

Heriflerin, hani, dünyâ kadar bedâyii var:
Ulûmu var, edebiyyatı var, sanâyii var.

Giden, birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’ rifete.

Akif beşinci Safahat’ta, eğitimin tüketime değil üretime dönük olması gerektiğini, halkın fen bilimlerinden istifade edemediğini; millete götürülen ilmin hastalığa şifa olacak cinsten bir ilim olmadığını anlatır. Altıncı Safahat’ta, yurtta birçok yüksek okul bulunduğunu, ancak,buralarda yetişen insanların memleketin htiyacını karşılayacak kapasitede olmadıklarını belirtir. Memlekette Tıbbiye, Mülkiye, Bahriye, Baytar, Ziraat ve Mühendishane denen okullara milletin milyonlarca para verdiğini hatırlatır. Fakat, herhangi bir iş için gereken uzmanı Avrupa’dan getirdiğimize göre “bu okullar ne yapar”, diye sorar. Daha sonra, medreseleri sorgular. Yurtta İbn – i Sina, Razi, Gazali gibi üç – beş alim olmadığına göre , medreselerin varlığından da söz etmenin yersiz olacağı sonucuna varır. Akif, giden üçyüz senelik ilmi tez elden edinmemiz gerektiğini, manevi oğlu Asım yoluyla bütün gençlerden ister ve yarının ilminin çok müthiş gelişme göstereceğini belirtir. Atom 1919 yılında parçalandı. İnsanlık atom bombasından 1945 yılında haberdar oldu. Halbuki Akif, atom enerjisinin büyüklüğüne ve önemine çok önceden işaret etmiş, uyuyanları uyandırmaya çalışmıştı:

“Sade Garbın, yalnız ilmine dönsün yüzümüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin;

Fen diyarında sızan nâ-mütenâhi pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları …

Yarının ilmi nedir, halbuki ? Gayet müdhiş :
“Maddenin kudret-i zerriyesi” uğraştığı iş.

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek

O’na yükseldi mi, artık, değişir rûy-u zemin;
Çünkü bir damla kömürden edecekler te’ min,

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhi kudret!…”

Akif Asım’ı, görüp bildiği, fende ileri bir ülkeye, Almanya’ya göndermek ister. O’na inkılabın, ilerlemenin, aydınlığa çıkmanın yolunun, üçyüz yıldır kaçırdığımız ilmi ve ilmi gelişmeleri elde etmek olduğunu, bu maksatla Berlin’e bir gün evvel gidip bir saat önce gelmeleri gerektiğini hatırlatır. Yedinci Safahat’ta, çalışmanın, gayret etmenin ve ter dökmenin önemini tekrar tekrar vurgular; hak ve hürriyetlerin korunabilmesi için bütün alınların terlemesine, yani bir çalışma seferberliğine ihtiyaç olduğunu anlatır. Yas tutmakla, göz yaşı dökmekle, devlet batacak diye umutsuzluğa düşmekle bir yere varmanın ve karanlıktan çıkmanın mümkün olmadığını ihtar eder. Bu bölümde tekrar, maziyi yıkmak isteyenlere karşı çıkar ve “mazisi yıkık milletin geleceği de yıkık olacaktır” der.

Doğduk, “yaşamak yok size !” derlerdi beşikten;
Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten ! …

“Devlet batacak !” çığlığı beyninde öter de,
Millette bekâ hissi ezilmez mi ? Nerde !

“Devlet batacak !” işte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbi ?

Afakına yüklense de binlerce mehâlik
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’ si gebert, azmi uyandır.
Sonuç :

Akif 27 Aralık 1936′da aramızdan ayrıldı. Ancak biz hala O’nun mesajını anlamaya ve O’nun istediği, özlediği bilim ve teknik seviyesini yakalamaya muhtacız.

Altmış dokuzuncu ölüm yıldönümünde Akif’i rahmetle anarken özet olarak diyebiliriz ki, Milletin her kesimi, genç-yaşlı, yöneten-yönetilen, ama her kesimi, yeniden ve can kulağıyla Akif’i dinlemeli ve anlamalıdır.

Çünkü, Akif’i anlamak çağı anlamaktır. Akif’i anlamak çağı yakalamaktır.

Bugün Anadolu’ muzun güzel kentlerinde ilim edinen Malatyalı gençler olarak ;

Milli mücadelen ve bugün dahi eşi benzeri olmayan milli marşımız için sana minnettarız üstadım.

Asımın nesli diyordun ya, nesilmiş gerçek çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”

Bu gençler seni unutmadı, unutmayacak.

Ruhun Şad olsun Aziz Üstadım.

Kaynak : Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı

MEHMET AKİF ERSOY


İstiklal Marşı’nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. 1873’te İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936’da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona “Rağıyf” adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu “Âkif” diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk’un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı’dır.

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih’te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti’ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye’de “hürriyetçi” öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii’nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa’nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889’da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893’te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete’de yayımladı. 1906’da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde hocalık etti. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913’te Mısır’a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine’ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderildi. Burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı’nın akışını Berlin’e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa’nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid’e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli’yle birlikte Lübnan’a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu’da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir’de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920’de Dâr-ül Hikmet’deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu’daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu’da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii’nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır’da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM’ye seçildi. Meclis’in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921’de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart’ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır’da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Mısır’da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926’dan başlayarak Camiü’l-Mısriyye’de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935’te Lübnan’a, 1936’da Antakya’ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye’ye döndü ve İstanbul’da öldü.

Mehmed Âkif’in 1911’de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret’ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine’i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils’i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren “manzum hikâye” biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif’in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı’nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif’in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı’da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli’nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu’ya ya da Batı’ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, “edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği” anlayışına bağlı kalarak “sanat sanat içindir” görüşüne karşı çıkmış, “libas hizmetini, gıda vazifesini” gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe’nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır…

Eserler

Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933

iSTiKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, c*, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk’a tapan, milletimin istiklal.

işte eserlerin eseri..

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber…

Mehmet Akif Ersoy

İstiklal Marşı yazma yarışmasına kaç (büyük) şairimiz katıldı?

Merhum Mahir İz, Yılların İzi adını verdiği hatıratında İstiklal Marşı’nın yazılış macerasını şöyle anlatır: “Yeni kurulan devletmizin bir ‘Milli Marş’ yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı ‘İstiklal Marşı Müsabakası’na muhtelif şairlerin gönderdiği tam 724 şiir gelmişti. Bunlar Maarif Vekaleti’nde teşkil edilen bir komisyonda incelenmiş ve içlerinden altı tanesi seçilerek Meclis Matbaası’nda bastırılıp mebuslara dağıtılmıştı.
Maarif Vekili bulunan Hamdullah Subhi Bey, müsabakaya ‘nakden mükafat’ vadedilmiş olması yüzünden iştirak etmemiş olan şair Mehmet Akif Bey’e müracat ederek, yazmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmet Akif Bey: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; ayrıca yazarım” diyerek teklifi kabul edip, ikamet etmekte olduğu Taceddin Dergahı’nda, ‘Kahraman Ordumuza’ ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı yazdı.
İstikal Marşı Müsabakası’na gönderilen 724 şiir arasından Maarif Vekaleti’nce seçilen ve Meclis Matbaası’nda basılıp mebuslara dağıtılan altı şiiri de Meclis zabıt katipliğinde bulunmuş olan İhsan Kaftangil’in hususi kolleksiyonunda mevcut matbu nüshadan iktibas ederek aynen naklediyorum. Bunları neşretmekle sadece tarihi bir hatırayı değil; aynı zamanda İstiklal Marşı’mızın mukayese kabul etmeyen misilsizliğini de vesikalandırmış oluruz kanaatindeyim.”
Mahir İz Hoca’nın bu sayfalarda ayrıca Mehmet Akif’in mükafat olarak ayrılan parayı ne yaptığı konusunda bir açıklaması da var ki, bunu ilerideki satırlarda bulacaksınız. Ancak ondan önce şu yarışmaya katılan şiirlerle ilgili düşüncelerimizi açıklamamız gerekir. Önce, yarışmaya gönerilen, TBMM’nin bastırarak dağıttığı ve Mahir İz’in kitabına aldığı şiirlere kısaca bir bakalım:
“Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın / Yurduma göz dikenler al kanlara boyansın / Ya ben, ya onlar diyen silahına dayansın… / Türk oğludur bu millet / Türkündür bu memleket.”
*
“Seni ihya için ey namı büyük / Vatanım uğruna öldük, öldük / Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük / Siper oldu sana dağlar gibi Türk… / Yürü ey milletin efradı yürü / Ak süt emmiş vatan evladı yürü”
*
“Her gün yeni bir hile / Arkasında satıldık / Her gün yeni bir dille / Yurdumuzdan atıldık”…. “Hangi alçak el alır / El zinciri boynuna? / Kim Yunan’ı bırakır / Türk kızının koynuna?”
*
“Ey müslüman ey Türkoğlu / Açıldı istiklal yolu / Benim bu son günlerimdir / Diyor bize Anadolu… / Çek sancağı Türk ordusu / Olmaz Türk’ün can korkusu”
*
“Altı bin yıl efendilik yaptın / Kahraman Türk idi cihanda adın / Bir ateşten siperdin İslam’a / Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın”
*
“Ey mazi-i havariki bin dasitan olan / Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan / Arslan yürekli ordu, demir giy silah kuşan / Zira hududu kapladı ateşle, kan, duman… / Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-şitab / Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılab”
Bugün elimizdeki İstiklal Marşı’na ve hatta hürriyet konulu başka şiirlere bakarak; bu şiirler ‘İstiklal Marşı’ olmaya gerçekten layık değil, diyebiliriz. Çünkü¸ aşağıda adı geçen nice şairimizin yazdığı nice hamasi şiirlerle kıyaslandığında, bu şiirlerin duygu, heyecan ve kapsayıcılık açısından zayıf olduğunu, Milli Mücadele’nin de sadece Yunanla savaş olarak ele alındığını hemen görüyoruz. Ancak şiirlerin Milli Marş olmaya layık olmadığının gösterilmesi gerekir. Bu şiirleri incelemekle görevli kurulun, Mahir İz’in belirttiği gibi, Mehmet Akif’e vaki teklifi götürebilmesi için bir ön eleme yapması, ikinci elemeye kalanların arasından bu şiiri belirlemesi gerekirdi. Kurul, bu çalışmayı yapmış ve bütün elemeleri aşmış olanlardan altısını bastırmış ve vekillere dağıtmıştır.

Mehmet Akif’in duyarlılığı…
*Fakat burada üzerinde durulması gereken bazı noktalar var ki onlar da şunlardır: Mahir İz, İstiklal Marşı’nın yazılış sürecini açıklarken altı ay müddet verildiğinden bahsetmektedir. TBMM 23 Nisan1920’de açıldığına göre, aynı yılın Mayıs/Haziran aylarında bu müsabaka açılmış ve ilan edilmiş olmalıdır. Haziran-Aralık arasında şiirler yazılmış, TBMM’ye ulaştırılmış ve Aralık sonu ile Şubat arasında (iki ayda) bu 724 şiir incelenmiş, elenmiş, basılmış, dağıtılmış ve Milli Marş olmaya yetersiz bulunduktan sonra Mehmet Akif’e teklif götürülmüş olmalıdır. Çünkü hem Mahir İz’in hatıratında, hem Safahat’ı yayına hazırlayan Ömer Rıza Doğrul’un belirttiğine göre Mehmet Akif önce: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; sonra yazarım” diyerek bir düşünme süreci yaşamış ve 1921’in 17 Şubat günü İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Burada Mehmet Akif’e özgü bir duyarlığın altını çizmek gerekir ki, o da, mebus olması sebebiyle katılımcıların değerlendirmelerinin en uzak bir ihtimalle dahi olsa adalete uygun olmayacağı düşüncesi ile müsabakaya katılmak istememesi ve ‘Ben şair Mehmet Akif olarak mebusum ve TBMM’de bulunma sebebim zaten milletime hizmettir; yarışmaya katılarak hizmete bir vesile aramak bana yakışmaz; bu şiiri yazmak olsa olsa bir görevdir ve yapılan görev karşılığında maaştan başka bir ücret alınmaz’ düşüncesiyle bu şiiri yazmış olmasıdır. Şiirlerin ehil eller tarafından ve adalete uygun olarak değerlendirilmesi konusunu açmamızın nedeni şudur ki, 724 şiir iki ay gibi kısa bir zaman diliminde incelenmiş ve yarışma sonuçlandırılmıştır. Acaba bu jüri kimlerden oluşuyordu, aralarında kaç tane şair veya iyi şiirden anlayan kalem erbabı vardı ve bu kadar kısa bir sürede 724 şiiri nasıl eledi? Yukarıdaki şiirleri o zamana mahsus bir şiir zevki almış olan kişi kim olursa olsun elbette Milli Marş olmaya aday göstermezdi, denilebilir. Ama bu değerlendirmemiz bugünden çok kolay görünüyor. Oysa o günkü şartlarda bu kadar kolay bir şey olmasa gerek bu. Bir heyecanı dillendirmesi bakımından saygıdeğer olan bu eserler, ne yazık ki Milli Mücadele’nin ruhunu, milletin hissiyatını dile getiremiyor; bu sözleri bugün söyleyebiliriz. Bu yazının kaleme alınış sebebi, bastırılan ve elenen bu şiirlerin yetersizliğini bir kez daha ilan etmek değildir. Belki bu şiirleri yazan kişiler Mehmet Akif gibi samimi idiler ve müsabakanın mükafatı peşinde değildiler. Belki bir şiirle, bir kalem ürünüyle olsun memlekete hizmet etmeyi fırsat bilmişler, edebiyat tarihine geçmeye bir yol aramışlardır. Aralarında mükafatın yüksek meblağda olmasının kışkırtıcılığına kapılmış kişiler de olabilir. Bunlar kınanacak şeyler değil. Ancak dikkatlerden kaçırılmaması gereken bazı hususlar var bu işte ve yazının yazılış nedeni de bu hususlara dikkat çekmektir.

Yarışmadan kaçan ‘büyük’ şairler…
*Tarihi kayıtlar ve hatıratlar müsabakaya katılmak üzere 724 şiirin Meclis’e ulaştırıldığından bahsetmektedir. Mahir İz Hoca o yıllarda Meclis’in zabit katiplerinden olduğu için onun verdiği bilgilerin sıhhati konusunda emin olabiliriz. Ancak:
1. İstiklal Marşı’nın yazıldığı yıllara bir bakalım. Edebiyat ve fikir dünyası birbirinden birikimli, ünlü romancı, öykücü ve şairlerden başka edebi bir ürüne imza atmakla başlayan gazetecileri de saysak ve o dönemde Anadolu’da yaşayan saz ve halk şairlerini de ilave etsek gene de 724 kişiye ulaşamıyoruz. Bu yarışmaya bazı şairlerin iki eserle katıldığını varsaysak bile bu rakama ulaşılması gene de zor görünmektedir. O zaman sormadan geçmeyelim: Acaba İstiklal Marşı Yazma Müsabakası’na gerçekten 724 şair/şiir katılmış mıdır? Doğrusu, bu sorunun açıklığa kavuşması, cevabını bulması gerekir.
Düşünmeye devam edelim. Biraz önce Milli Mücadele döneminde birçok kalem erbabının varlığını ima ettik. Bu kalemlerden bazıları Servet-i Fünun dergisinde başlamış edebiyata. Meşrutiyet döneminde ‘hürriyet’ demiş başka bir şey dememiş; hatta edebiyat tarihçilerinin Tanzimat Edebiyatı diye tasnif ettikleri edebi akımın en önemli şairlerinden ve manzum tiyatro yazarlarından Abdülhak Hamit Tarhan dahil‚ hayattadır ve aktif görevdedir o dönemde. Açalım o dönemin şiir kitaplarını, gazete, dergi sayfalarını: ‘Vatan, millet, kahramanlık, yiğitlik, cesaret, savaş, ilerleme, medeniyet, Türklük, milliyetçilik…’ gibi konulardan başka bir şey yoktur doğal olarak. üşenmeyelim ve şu isimleri okuyalım: Cenap Şahabettin, Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Hamit Tarhan, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul, Fuat Köprülü, Halil Nihat Boztepe, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Ali Ekrem Bolayır, Süleyman Nazif, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Ali, Celal Sahir, Mehmet Rauf, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Rıza Nur, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel (Ona Behçet Kemal Çağlar’la 10. Yıl Marşı’nı yazmak düştü), İbrahim Alaattin Gövsa, Ali Mümtaz Arolat, Halide Nusret Zorlutuna, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahit Yalçın, Midhat Cemal Kuntay, Falih Rıfkı Atay, Abdullah Cevdet, Memduh Şevket Esendal, Fahri Celal Göktulga…
Bu saydıklarımın yarısının romancı, hikayeci ve gazeteci olduğunu biliyoruz ve zaten bunu ikinci kez söylüyoruz. Ancak o dönemin nasirleri de edebiyata şiirle başlamış, özellikle divanları hatmetmiş, zihninde tuttuğu bir sürü gazel, kaside, rubai vs. ile yazılarını, konuşmalarını süsleyen kişilerdir ve nazım yazmıyorlarsa; bu, beceremeyeceklerinden değil; nesirde iddia sahibi olduklarındandır. Yoksa onlar kalıpları belli, yerleşmiş bir edebiyatın nazım türünü beceremeyecek kimseler değildir.
Bu adlardan bazıları, daha sonra 150’liklerden oldukları için Refik Halit Karay, Adıvar çifti, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Refii Cevat Ulunay vs. Milli Mücadele’ye karşı oldukları için bu yarışmaya katılmadılar farz edelim; peki diğer isimlere ne dememiz gerekir?
Bu listeye o dönemde Anadolu’da yaşayan halk şairleri ile yazarlar ve şairler sözlüğünde adları geçen ancak eserleriyle bir atılımı gerçekleştiremeyen ve beklenen ilgiyi görmeyen bazı isimler dahil edilmemiştir. Yoksa onların yazacakları bir eserin yukarıda adını vermeyen, rumuzla katılan eserlerden hiç de aşağı olmayacağını söyleyebiliriz. Acaba yarışmaya katılanlar arasında yukarıda adları geçen bu kalemler niçin yoktur? Neden? Neden? Neden?
2. Acaba yarışma, ülkede eli kalem tutan herkese açık olduğundan; zamanın yukarıda adı geçen/geçmeyen birçok kalem erbabı müsabakaya rağbet etmezken; gönderilen şiirler bunlardan dışında, zamanın üniversite, lise ve ilkokul öğrencilerine ve hatta okuma yazması olmayanların yazdıklarıyla sınırlı kaldığı için mi jüri Milli Marş olmaya layık bir eser seçememiştir? Acaba entellektüelllerimiz bu yarışmaya bigane (mi) kalmışlardır? Acaba entelektüellerimiz Mehmet Akif TBMM’de mebus ve üstelik İstiklal Marşı’nı hakkıyla sadece o yazabilir diye bir düşünceden hareketle mi bu yarışmaya katılmadılar? Acaba başlangıçta Mehmet Akif’in bu yarışmaya katılmaması bir tartışma, haber konusu olmuş mudur o dönemde? Bunları bilmiyoruz. Acaba Milli Mücadelede olduğu gibi, yarışmaya ağırlıklı olarak halk katılmıştır da, okumuş yazmışlarımız bundan bile isteye uzak mı durmuşlardır? Uzak durdularsa bunun sebepleri nelerdir acaba?
3. Yoksa adları geçen bu kalem erbabının birinci elemeyi geçmemesi düşünülemez. Olsa olsa katılmamışlardır ki, o zaman esas sorgulanması gereken de tam bu tutumlarıdır. Söze gelince en ateşli konuşmayı yapan, yazıya gelince bağımsızlık konusunda kaleminden kan damlatan bunca insan nasıl olur da İstiklal Marşı’nı yazmaya ilgi göstermez? Doğrusu bunu anlamak çok zor. Bunu sadece “Şairler yarışmaya girmez” gerekçesiyle açıklayabilir miyiz? Adı geçen/geçmeyen kalem erbabı, yarışmadan sonra yayımladıkları kitaplarda buna dair bir değinmede bulunmamış ve varsa yazdıkları böyle bir şiiri yayımlamamışlardır.

Mehmet Akif ‘İslamcı’ idi…
*Bu kalem erbabı, 1937’de İstiklal Marşı’nın tekrar yazılması tartışması başlayınca, Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı’nı hem çok beğendiklerinden, hem de ondan daha güzel bir eser yazamayacaklarını sezdiklerinden bir duyarsızlık gösterdiler diyelim; (İstiklal Marşı’nı yazma işi bir rastlantı olarak Mehmet Akif’ten sonraki Türk edebiyatının en önemli İslamcı ve mistik şairi Üstad Necip Fazıl’a havale edilmiş; o da “bir rejim havası içinde ve bir takım şahısların pohpohlanmaları uğrunda şiirini alçaltmaya razı olmamak” şartıyla Falih Rıfkı tarafından yapılan teklifi kabul etmiş ve Milli Marş olması için Büyük Doğu Marşı’nı yazmıştır. (Ne garip cilvedir ki, Türk Devleti’nin İstiklal Marşı’nı yazması beklenen kişiler hep İslamcıdır ve en çok sıkıntıyı çeken kişiler de aynı kişilerdir.) Ama Atatürk ölünce bu konu rafa kaldırıldığından, Üstad şiirini aynı adla kitabına almıştır. Prof. Dr. Orhan Okay, bir yazısının dipnotunda belirttiğine göre, bu şiir, 1940’lı yıllarda Necil Kazım Akses tarafından bestelenmiştir ve kendisi bu besteyi radyodan dinlemiştir. [Bakınız: Yedi İklim, Sayı: 38, Sayfa 55.] 1943’te Büyük Doğu dergisinin dördüncü sayısında yayımlanan Büyük Doğu şiiri şöyledir:

BÜYÜK DOÄžU
Tanrının alnından öptüğü millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kemend
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebed
Tanrının alnından öptüğü millet
Güneşten başını göklere yükselt
Yürü altın nesli Fatih Oğuz’un
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
Nur dolu elinden tut kılavuzun
Fethine çık, (doğru), (güzel), (sonsuz)un
Yürü altın nesli fatih Oğuz’un
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
Aynası ufkumun ateşten bayrak
Babamın külleri, sen kara toprak
Şahit ol ey kılıç, kalem ve orak
Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak
Aynası ufkumun, ateşten bayrak
Babamın külleri, sen kara toprak

(Birinci mısra Çile’nin daha sonraki baskılarında: “Allahın seçtiği kurtulmuş millet” olarak değiştirilmiştir. Bu vesile ile “Allah, Türkleri diğer milletlerden üstün yaratmıştır” diyen İsmet Özel’i yad etsek yeridir.)
4. Acaba bu müsabakaya aslında 724 şiir falan katılmadı da, katılan şiirler Meclis’in bastığı, dağıttığı şiirlerden mi ibaretti? Ve merhum Mehmet Akif’e bu şiiri yazdırmak için böyle bir yol mu izlenmiştir? Bu seçeneğin doğru olması demek; merhum Mahir İz’in de hatıratına aldığı yukarıdaki bilgiyi gönderilen şiirleri bizzat gördüğünden değil; kendisine verilen bilgiden hareketle yazmış olması demektir.
5. Eserlerinde yukarıdaki konuları işleyen bu kalem erbabı velev ki şair olmasınlar; niçin İstiklal Marşı gibi önemli bir eserin yazarı olarak tarihe geçmek istemesinler? Bunu düşünmemiş, istememiş olabileceklerine ihtimal verebilir miyiz? Doğrusu buna ihtimal veremiyoruz biz.
Bu yazı; sıralanan soruların cevaplarının araştırılması için yazılmıştır ve ilgililere/bilgililere bu konuda bir cevap aramaya yönlendirirse amacına ulaşmış olacaktır. Bunun yolu da:
6. Öncelikle TBMM arşivinin, sonra MEB arşivinin incelenmesinden geçmektedir bize göre. Çünkü bütün konuşmaları kayda geçiren TBMM, kendisine gönderilen bu şiirleri kayda geçirmemiş, geçirdiklerini imha etmiş olamaz.
7. Mahir İz’in bildirdiğine göre bu şiirleri ilk inceleyen heyet Maarif Vekaleti (MEB) ise, o zaman şiirler MEB arşivinde olmalıdır. [Acaba bu belgeler Ulus’taki Maarif Vekaleti’nde 23 Aralık 1947’de çıkan ve binada her şeyi kül eden yangında yanmış olabilir mi?]
Şimdi durduk yerden, aradan 84 yıl geçtikten ve halka iyice mal olduktan sonra bu tartışmaya girmenin ne gereği var, diyenlere/diyeceklere de meramımızı söylemeden geçmeyelim: Mahir İz’in yayımladığı örneklere bakarak ve (biraz da) Mehmet Akif’i çok sevmemizden ve yıllardır alıştığımızdan hareketle söyleyebiliriz ki, gönderilen şiirler gerçekten yetersiz ve İstiklal Marşı olmayı hak etmiyor. Mahir İz, bu düşüncesini yukarıda görüldüğü gibi ‘misilsiz’ kelimesi ile anlatıyor. Ama bu övgü bize göre, İstiklal Marşı’nın yarışmaya gönderilen 724 şiirle karşılaştırılmasından sonra değil, yukarıdaki altı şiirle kıyaslanarak yapılmıştır. Oysa övgünün gerçeği bu yolla ortaya çıkmaz. Bu, çok yetersiz bir kıyaslama olur doğrusu. Eğer şairin büyüklüğünü göstermek istiyorsak; onu döneminde öncelikle büyük şair olarak tanınan Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Hamit Tarhan gibi dev şairlerin eserleriyle ve yukarıda adı geçen kalem erbabıyla kıyaslamamız gerekir. Eğer adı geçen 724 şiir bugün yayımlanırsa, o zaman hem Mehmet Akif’in büyüklüğü ortaya çıkar, hem de kimlerin yarışmaya ilgi gösterdiği / göstermediği. Dereceye giremeyen yukarıda adı geçen/geçmeyen büyük yazar ve şairlerimiz de böylece töhmetten kurtulurlar. Bu çalışma aynı zamanda 1920 yıllardaki Türk edebiyatının genel bir panoraması serecektir önümüze.

500 Lira’yı gazilere bağışladı…
*8. Bu arada İstiklal Marşı kadar, müsabakadan elde edilen mükafatın nereye verildiği konusunda da -İlk ve orta öğretimde okutulan Türkçe, liselerde okutulan Türk Dili ve Edebiyatı ders kitapları dahil- kaynakların birbirini tutmayan bilgiler verdiğini hatırlatalım. Kimseyi incitmemek adına bu yanıltıcı bilgileri kimlerin, hangi kitaplarda kullandığını buraya yazmıyoruz. Ama birinci elden bilgi sahibi olan Mahir İz’in bildirdiklerini paylaşmakta yarar var. Şöyle diyor Mahir İz bu konuda: “Marşın kabulünden sonra Meclis Muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdi mükafatı getirdi ise de Akif Bey: “Ben müsabakaya girmedim; bu para bana ait değildir” diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükafatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir; Meclis Kasası’nda kalamaz. Siz usulen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız” diye ısrar etmesi üzerine Akif Bey, parayı alıp Sarıkışla Hastahanesi’ndeki yaralı gazilere bağışlamıştır. Buradan anlaşılıyor ki, Mehmet Akif’in 500 lirayı almamasının nedeni, müsabakaya katılmamış olmasıdır. Eğer müsabakaya katılsaydı ve derece alsaydı, o ödülü alacaktı, diyebiliriz.
Yazıyı bitirmeden önce İstiklal Marşı’nın anlamlandırılması üzerinde de bazı sorunlara işaret etmekte yarar varar: İstiklal Marşı’nın bestelenen ilk iki kıtasından arta kalan diğer kıtaların özellikle göz ardı edildiği gözlerden kaçmamaktadır. Göz ardı edilen bu kıtalarda genel olarak iki ayrı mesaj söz konusudur; bunlardan birincisi milletin müslüman kimliği, ezanların kıyamete kadar okunması, sadece Hakk’a tapılması, mabedlerin kutsallığı, şehitliğin önemi, gibi insanlara kimlik kazandıracak esaslarla; din ile hürriyet arasında kurulan ilişkiye dair iken; ikincisi, Batı’nın maddi üstünlüğüne karşı İslam aleminin manevi üstünlüğü, Batı’nın canavarlaşması, ve onların ‘alçaklar’ olarak nitelenmesidir. Bu mesajların seslendirilmesinden hoşlanmayanlar bir yandan İstiklal Marşı’na alternatif olarak Onuncu Yıl Marşı’nı yerleştirmek istemektedirler, diğer yandan da mahalli maçların başlangıcına kadar İstiklal Marşı’nı söyletmek suretiyle bu değeri sıradanlaştırmakta ve içini boşaltmaktadırlar.
Son olarak sözü şairimiz Mehmet Akif’e getirelim: Mehmet Akif Ersoy, bugün bazı okul adlarından başka, onu çok seven kişiler tarafından çocuklara ve torunlara verilen adıyla yaşamaktadır. Aslında Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazıverdiği ülkeden hicret etmiş ve 1936’da ölmeye gelmiş bir şairimizdir. Bu ülke, paranın üstüne İstiklal Marşı’nın ve Akif’in fotoğrafının konulmasını çok görmüştür. Turgut Özal’ın Başbakanlığı zamanında bin bir güçlükle üzerine koydurduğu İstiklal Marşı ve Akif’in fotoğrafının bulunduğu 100 Türk Lira’sı bu yüzden çabucak eskitilmiş ve tedavülden sessiz sedasız çekilmiştir. Bu arada Mehmet Akif, Arnavut kökenli olmasına rağmen gıyabında Arap milliyetçisi olmakla suçlanma talihsizliğine uğramıştır. Her fırsatta Mehmet Akif’ten şiir okuyan bir Başbakan ve Meclis Başkanı’nın bulunduğu bir ülkede, altı ayrı banknot olarak basılan Yeni Türk Lirası’nın üstünde Mehmet Akif’e ve İstiklal Marşı’na ne yazık ki bir yer bulunamamıştır. Eğer Mehmet Akif, “1921’in 500 lirasını, anasının ak sütü gibi helal sayıp alsaydı, 80’li yıllarda kızı FAKFUNFON’a muhtaç olmayacak; damadı Ömer Rıza Doğrul mason olmak zorunda kalmayacak, oğlu Emin Ersoy bir zenginin yanında kahyalık yapmayacak, Çetin Altan’dan harçlık almak zorunda kalmayacak ve sonunda bir kamyon kasasında ölü bulunmayacaktı. Akif’in kendisi de Gözübüyükzade Ziya Bey’e 250 lira olan borcunu kolaylıkla verecekti.
Yazımızı vefatının 69’uncu; İstiklal Marşı’nın kabulünün 84’üncü yılında Mehmet Akif Ersoy’u rahmetle anarak ve ona fatiha hediye ederek bitirelim vesselam.

kamil yeşil

Mehmet Akif Ersoy (1877–1936)

Fatih Medresesi müderrislerinden İpekli Arnavut Tahir Efendi’nin oğludur. 1873 yılında İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936 yılında aynı kentte vefat etti. Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde ilköğrenimini tamamlayıp, ortaöğrenimini Fatih Merkez Rüşdiyesi’nde ve Mekteb-i Mülkiye İdadisi’nde gördü, bir yandan da Fatih Camisi’ndeki derslere giderek Arapça ve Farsça öğrendi. Mülkiye’nin yüksek kısmına geçtiği yıl babası ölüp evleri de yanınca yeni açılan Halkalı Baytar Mektebi’ne girdi. Dört yıl süren öğrenimi sonunda baytarlık (veterinerlik) bölümünü birincilikle bitirdi (1893). Tarım Bakanlığı baytarlık bölümünde memurluk yaptı. Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da dört yıl kadar görevli olarak bulundu. Bir süre sonra, ek görev olarak, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde kitabet dersleri (1906) verdi. 1908’den sonra, arkadaşı Eşref Edip ile birlikte Sırat-ı Müstakim (1908) ve daha sonra Sebil’ür-Reşad (1912) dergilerini çıkardı; bu yıllarda, resmi görevi olan Umur-i Baytariye Müdür Muavinliğinde çalışırken Darülfünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine atandı (1908). Balkan Savaşı’ndan sonra Umur-i Baytariye şubesindeki görevinden (1913), ardından Darülfünun’daki (1914) görevinden ayrıldı. Meşrutiyet’in ilk döneminde, Ziya Gökalp’in öncülüğüyle başlayan “Türkçülük” akımına karşı, Mısırlı düşünür Muhammed Abduh’un (1849–1905) etkisiyle “İslam Birliği” görüşünü benimsedi. Sırat-ı Müstakim ve Sebil’ür-Reşad’da yayımladığı makaleler, şiirler, çeviriler ve Fatih, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Beyazıt camilerinde verdiği vaazlarla (1912) bu ülküyü yaymaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı içinde İtilaf Devletleri’ne karşı Ortadoğu’da bir İslam birliği kurma siyaseti güden Almanya’nın çağrısı üzerine, Harbiye Nezareti’ne bağlı “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından Berlin’e gönderildi (1914), burada Almanların eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kamplarda incelemelerde bulundu. Dönüşünde yine birkaç ay kadar da Arabistan’a gönderildi, savaş yılları içinde “Babü’l Meşihat”e bağlı olarak kurulan “Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye” başkâtipliğine atandı (1918). Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’den yana davranış ve yazılarından dolayı, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’deki görevinden atıldı (1920). Anadolu’ya geçerek Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Milletvekili olarak görev yaptı (1920–1923); Konya ayaklanmasını önlemek, halka öğüt vermek için Konya’ya gönderildi. Oradan Kastamonu’ya geçti, Nasrullah Camii’nde Sevr Antlaşması’nın iç yüzünü, Kurtuluş Savaşı’nın niteliğini anlatan coşkulu bir vaaz verdi, bu vaaz Diyarbakır’da basılarak (1921) bütün vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Yaşamının bu döneminde “İstiklal Marşı”nı yazdı (1921). Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a döndü; devlet yönetim sisteminde yapılan değişiklikleri kendi inanç ve anlayışına aykırı gördüğü için Türkiye’den ayrıldı. Mısır’a gitti, Hilvan’a yerleşti, Kahire’deki Camiü’l Mısriyye adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı müderrisliğinde bulundu (1925-1936), bu gönüllü sürgün döneminde siroz hastalığına tutuldu. Hastanede yattı, tedavi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı mezarlığındadır. Mehmet Akif, milletini ve dinini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sahip, şair tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebi bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir şairdir. İstiklal Marşı şairi olması bakımından da “Milli Şair” unvanını almıştır. Şairin en büyük eseri Safahat adı altında toplanan şiirleri şu yedi kitaptan oluşmuştur: Safahat (1911), Süleymaniye Kürsüsünde (1912), Hakkın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1924), Gölgeler (1933).

kaynak : http://kosova.ihh.org.tr