Konuşma ses getirdi: PKK sorununu çözebiliriz!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dünkü basın toplantısında Kuzey Irak ile ilgili “girelim” çağrısında bulunması Kuzey Irak bölgesel yönetimini tedirgin etti. Neçirvan Barzani “sorunları çözebiliriz” dedi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyakanıt’ın, ”Kuzey Irak’a operasyon yapılmalı” açıklamasının öncesinde, Kuzey Irak’taki federal Kürt yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Ankara’ya diyalog çağrısında bulundu. Barzani, ”PKK, Kerkük, ticaret, yatırım, petrol gibi sorunları konuşarak çözebiliriz” dedi.

BBC’nin Türkçe servisine konuşan Barzani, Türkiye’nin Kürtler için çok önemli bir komşu olduğunu, geçmişteki yardımlarının ardından bugün ilişkilerin gerginleşmesinin ise “rahatsız edici” olduğunu vurguladı.

“Türkiye bizim Avrupa’ya açılan kapımız. Ortak yanlarımız, farklılıklarımızdan çok daha fazla” diyen Barzani, “Türkiye’nin içişlerine geçmişte hiç karışmadık. Gelecekte de, asla karışmak niyetinde değiliz” dedi.

PKK’nın sadece Türkiye için değil, bölge ülkeleri için de sorun olduğunu belirten Barzani, sorunun siyasi yollarla çözülmesi gerektiğini yineledi.

Kerkük sorununa da değinen Barzani, “Kerkük’te sadece Kürtlerin yaşamadığının farkındayız. Şehirde yaşayan Türkmenler ve diğer gruplarla, şehrin yönetimini, iktidarı paylaşmaya hazırız” dedi.

Büyükanıt neler dedi?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, PKK’ya karşı Kuzey Irak’a askeri operasyon yapılması gerektiğini söyledi. Büyükanıt, ”Bunun için siyasi kararın çıkması lazım” dedi.

Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’nda dün bir basın toplantısı düzenleyen Orgeneral Büyükanıt, “Kuzey Irak’a operasyon yapılmalı mı? Evet, yapılmalı. Fayda sağlar mı? Evet, sağlar. Bir hudut ötesi operasyon için siyasi kararın çıkması lazım” diye konuştu.

Kuzey Irak’taki yerel Kürt yönetiminin lideri Mesud Barzani’nin Türkiye’ye yönelik sözlerini değerlendiren Genelkurmay Başkanı, “Asker olarak bakınca, o söylediklerini kabul etmek mümkün değil… Geldiğimiz noktaya ibretle bakıyorum. Gerçekten, sarfettiği sözler çok seviyesiz sözler. Ben, ona söylettirenlere bakıyorum” ifadesini kullandı.

Bu tip konuların kendilerini üzdüğünü ve Türk insanını rencide ettiğini söyleyen Büyükanıt, “Onları şımartanların kimler olduğunu sizler benden daha iyi biliyorsunuz… Türkiye’nin başından bu belayı defetmek zorundayız” dedi.

CNNTurk

ABD’nin Derdi İran Değil, Petrol

Washington’un İran’a karşı gerilimi tırmandırması, bölgenin enerji kaynaklarını kontrol altına alma kararlılığı tarafından yönlendirilmektedir. Enerji zengini Ortadoğu’da, sadece iki ülke Washington’un temel taleplerine kendilerini adamadı: İran ve Suriye. Her iki ülkenin de düşman görüldüğü şu ortamda İran daha fazla önem taşıyor. ( Neden Bizde Atatürkçülük var diye mi ABD İçin Sorun yok, Biz Adadık mı kendimizi ABD emperyalizmine? Bizimkiler ne iş yapar? Daha doğrusu biz ne yapıyoruz ? Uluslar arası kimliğimiz , kişiliğimiz , karakterimiz , Ağırlığımız var mı politikalarımızda… Uyanmamız ve silkinmemiz lazım ! )

Soğuk Savaş’tan bu yana kural, şiddet uygulamak için ana düşmanı kötülemek meşru bir tepki haline dönüşürken,
genelde en çürük gerekçeler sıralanagelmiştir. Bush, Irak’a daha fazla asker gönderirken, İran’ın -dış müdahaleden tümüyle özgür bir ülke- Irak’ın iç işlerine karıştığı öykülerinin ortaya atılması hiç de şaşırtıcı değil.
Bu, Washington’un dünyayı yönettiği algılamasının zımni bir ifadesidir.

Washington’un Soğuk Savaş mantalitesi çerçevesinde, Tahran, Lübnan’daki Hizbullah’tan, Irak’ın güneyindeki ve Suriye’deki Şia yarımay olarak nitelenen şeyin zirvesini oluşturuyor. Yine, Irak’taki ‘asker artırma’ ve İran’a karşı suçlama ve tehditlerin kızıştırılmasının, İran’ın Irak’la sınırlandırılan bir gündem çerçevesinde bölgesel güçlerin konferansına katılımı ile aynı dönemde olması hiç de şaşırtıcı değil. Görünen o ki, diplomasiye doğru atılan bu küçük adım, artan korkuları ve Washington’un artan saldırganlığının azdırdığı öfkeyi yatıştırma niyeti taşıyor. Bu kaygılara, Peter Bergen ve Paul Cruickshank’ın, Irak savaşının dünya çapında terörizmi yedi misli artırdığını ortaya koyan detaylı çalışmasında gayet yerinde işaret ediliyor. Ve, ‘İran etkisi’ bu durumu daha da vahimleştirebilir.

ABD için, Ortadoğu’daki öncelikli mesele birbirine paralel olmayan enerji kaynaklarının etkin bir şekilde kontrol edilmesinin sürdürülmesidir. Erişim ikinci önemdedir. Petrol yüzeyde oldu mu her yere götürülebilir. Kontrol, küresel hakimiyetin bir unsuru olarak anlaşılmaktadır. Bu “hilal” içindeki İran nüfuzu ABD’nin kontrolüne meydan okuyor. Bir coğrafya kazasıyla, dünyanın en önemli petrol kaynakları büyük ölçüde Ortadoğu’nun Şii bölgesinde bulunuyor, Suudi Arabistan ve İran’a bitişik bölgeler aynı zamanda en önemli doğalgaz rezervlerini de barındırıyor. Washington’un en büyük kâbusu, dünyanın petrol zenginliğini kontrol eden müttefik Şia’nın ve bağımsız bir ABD’nin kaybedilmesi. Böyle bir blokun ortaya çıkması, Çin merkezli Asya Enerji Güvenlik Ağını da içine alabilir. Eğer Bush plancıları bunun gerçekleşmesine izin verirse, bu ülkeler ciddi bir biçimde ABD’nin dünyadaki güç konumunun altını oyacaktır. Washington’a göre, Tahran’ın temel kabahati onun meydan okuması, 1979’da Şah rejimini devirmesi ve ABD büyükelçiliğindeki rehine krizi. İntikam olarak Washington, Saddam Hüseyin’in İran’a karşı saldırganlığını destekledi ve binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Sonrasında, İran’ın diplomatik çabalarını reddeden Bush yönetimi altında ölüm saçan yaptırımlar geldi.

Geçen temmuzda, İsrail 1978’den bu yana beşinci kez Lübnan’a saldırmış oldu. Daha önce de olduğu gibi, ABD desteği bu süreçte kritik bir unsurdu. Kısa bir araştırmayla saldırı bahaneleri çürütülürken, Lübnan halkı için saldırının sonuçları ağır oldu. ABD-İsrail’in Lübnan müdahalesinin sebepleri arasında, Hizbullah’ın ABD-İsrail’in İran’a saldırıda caydırıcı olabileceği de vardı. Ancak, savaş tehditlerine rağmen ben Bush yönetiminin İran’a saldıracağını sanmıyorum. ABD’de ve dünyadaki kamuoyu bu müdahaleye büyük ölçüde karşı. ABD ordusu ve istihbaratı da bu savaşa karşı görünüyor. İran, bir ABD saldırısına karşı kendini savunamaz; ancak başka yollarla cevap verebilir. Washington içten içe İran’ı istikrarsızlaştırmanın yollarını arıyor olabilir. İran’daki etnik yapı hayli karışık, nüfusun çoğu Farsi değil. Ayrıca, ayrılıkçı eğilimler de var ve Washington onları kışkırtmaya çalışıyor. İstenen şey, reformların altı oyulurken bir yandan da bir ayaklanmayı kışkırtmak. (The Guardian, 10 Mart 2007)

NOAM CHOMSKY

Kaynak:Zaman Gazetesi

"Türkiye’nin şikayeti İran değil, Amerika!”

Bir haber ortalığı karıştırdı: “İsrail Türkiye üzerinden İran’a saldıracak.” İlk bakışta heyecan uyandıran bu iddia ne kadar gerçekçi? iyibilgi gündemdeki tartışmaları Prof. Dr. Hasan Köni ile masaya yatırdı. Köni’nin, özellikle Amerika ile ilgili tespitleri tartışma yaratacak. iyibilgi özel

Prof. Dr. Hasan Köni:

  • İran’ı vuracaklar
  • Türkiye üzerinden değil, Ürdün-Irak üzerinden vurur.
  • İran’ı vurursa artık İsrail’in Ortadoğu’da önüne geleni dövdüğü Amerika’nın da bunu desteklediği korkunç bir durum ortaya çıkar.
  • Amerika Ortadoğu’da, hemen Türkiye’nin altında bir şeyler yapıyor İsrail’le. Doğru ancak ondan sonra 635 milyon dolara F-16’ları yeniletiyor Türkiye. Amerika’ya yeniletiyor ve 12 milyar dolara da F–35 alıyor.
  • (Emre Taner’in açıklaması ile ilgili) Bilgi istihbarat önemli değil ki önemli olan yapabilmek. Türkiye’nin eli kolu bağlı. Bilgi gelsin, ancak yapamadıktan sonra ne olacak?
  • Türkiye, İran’a yapılacak bir saldırıya katılmaz. Türkiye’nin şikâyeti İran’dan değil ki, Amerika…

Haber ilk geldiğinde bir hayli dikkat çekiciydi. Sebebi İsrail’in İran’a saldırmaya hazırlandığını ileri sürmesinden değil, Türkiye’nin de bu saldırının bir parçası haline getirilmek istendiğini belirtmesindendi. The Sunday Times, İsrail’in İran’a saldırmayı kafasına koyduğunu, İran’a gidecek uçakların Türkiye üzerinden geçeceğini belirtti. Ve Türkiye’de bir tartışmadır, aldı başını gitti.

Fakat kimse şunu sormadı: Haritayı önünüze aldığınızda bu iddia ne kadar gerçekçi? Bu kısmı Hasan Köni ile birlikte tartışacağız ancak öncelikle şu saptamayı yapmak gerekiyor: İsrail, özellikle BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı çıkarılan yaptırım kararından sonra İran’a saldırmanın yollarını aramaya başladı. Üstelik bu The Sunday Times’ın ortaya koyduğu bir iddia değil. Bundan tam dört gün önce Jerusalem Post gazetesinde yazılan bir makale aslında İsrail’in ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyuyor. “Karar anı” başlıklı makaleye göre, İsrail artık saldırıp saldırmama konusunda bir karara varma sürecinde. Makalenin yazarı Yaakov Katz, İsrail istihbarat birimlerinin bütün enerjisini İran üzerine harcadığını ve Olmert ile sık sık bir araya geldiklerini belirtiyor. Katz, “Olmert karar vermeye yakın” iddiasını ortaya atıyor. Üstelik İsrail bunu tek başına yapma kararlılığında. Katz’ın konuştuğu istihbarat görevlileri “ne pahasına olursa olsun” diyor.

Kısaca söyleme gerekirse, dünya Irak’ı bir süre unutacak ve İsrail-İran gerilimine odaklanacak. iyibilgi, birçok kişinin pek çok şey söyleyeceği önümüzdeki günlerde, kimi noktaların netleşmesi için konunun uzmanına ulaştı. Şimdi arkanıza yaslanın ve Prof. Dr. Hasan Köni ile yaptığımız röportajı okuyun:

“Türkiye yaygarası boşuna!”

The Sunday Times gazetesinin haberine göre İsrail İran’ı vuracak. Daha da önemlisi Türkiye, İsrail’in kullanmak istediği, İran’a giden üç yoldan birisi. İsrail’in İran’a karşı bir operasyon hazırlığında olduğu aslında sürpriz değil. En azından Jerusalem Post gazetesinde yazılan önemli bir makaleye göre öyle. Sizce İsrail bunu göze alabilir mi? Bu birincisi. İki, İsrail’in Türkiye’yi güzergah olarak kullanma fikri ne kadar gerçekçi. Haritaya bakıldığında körfezden saldırması daha mantıklı değil mi?

İkinci sorunuzla başlayalım… Haritaya baktığınızda İsrail Ürdün Irak üzerinden -Amerika da orda- gidip vurur.

Yaygara boşuna mı?

Her gazetenin yazdığına inanamayın. Gazetenin kim olduğu, ne olduğu belli.

Peki, niyetleri var mı?

Niyetleri var tabi. Ancak vurulacak yerler aşağıda. Türkiye üzerinden uzatmaz yolu.

Zaten Körfez kıyısında özellikle o büyük tesisler

Bu kadar yol uzatacak, Türkiye’yi riske sokacak, Türkiye karar verecek. Bir sürü problem. Ürdün zaten Amerika’nın köpeği. Herif gitti Holywood’da film çevirdi. Türkiye’yi ne yapsınlar. Gider Ürdün üzerinden vururlar.

“İran’ı vuracaklar”

Ancak İran’ı vurma amaçları var diyorsunuz.

E tabi, bütün yazılanlara, İsrail’in tink-tanklarına bakın vuracaklarını söylüyorlar. İran’ın 15 yıl sonra nükleer silah üreteceğini düşünüp ona göre tedbir almak istiyorlar. Ama Lübnan’dan sonra İran’ı vurursa artık İsrail’in Ortadoğu’da önüne geleni dövdüğü Amerika’nın da bunu desteklediği korkunç bir durum ortaya çıkar.

Ben de tam bunu soracaktım. Hizbullah tehdidi hala varlığını sürdürürken İsrail’in bu işe kalkışması mantıklı mı?

Değil ancak psikolojik savaş denen bir şey var biliyorsun.

Irak’ı bölüyorlar

Şu konuya da bakalım. Irak ile ilgili tartışmalara… Saddam’ın asılmasından sonra, özellikle asılma şekli ve Şiilerin katkısı düşünüldüğünde, analistler “Amerika artık Irak’ta federasyon kurmaya karar verdi” yorumları yapıyor. Amerika’nın kafasında baştan beri böyle bir şey mi vardı, yoksa savaş koşulları Amerika’yı bu noktaya mı getirdi?

Gelinen nokta bu…

Yani Amerika bölmek için girmedi?

Amerika ilk girdiğinde şuna inanıyordu: Irak’a girecek, işgal edecek, istediği yapıyı oturtacak ve çıkacaktı. Ancak yapamadı ve şimdi federasyona gidiyor.

Bu kararı alırken Türkiye’ye danıştı mı? Yoksa Türkiye’ye rağmen yapılan bir şey mi bu?

En doğrusunu son cümlen ile söyledin. Türkiye danışılacak bir ülke mi? Sayın Başbakan rahatsızlığını iletiyor. Diyor ki “Glock marka silahlar geliyor.” MİT başkanı diyor ki “önceden tedbir almalıyız, ülkeler bölünüyor.” Söyledikleri çok doğru. Amerika Ortadoğu’da, hemen Türkiye’nin altında bir şeyler yapıyor İsrail’le. Doğru ancak ondan sonra 635 milyon dolara F-16’ları yeniletiyor Türkiye. Amerika’ya yeniletiyor ve 12 milyar dolara da F–35 alıyor. Yani bu kadar bağlı bir ülkeye Amerika neden sorsun ne yapacağını. Nezaketen belki bir iki görüşme yapılmıştır.

Tam da bu noktada şunu sormak istiyorum. Türkiye’nin askeri anlamda eli kolu bağlı olabilir. MİT müsteşarı Emre Taner’in açıklaması askeri olarak eli kolu bağlı olan Türkiye’nin istihbarat savaşına girdiğinin bir göstergesi olabilir mi?

Bilgi gelir ancak yapacak gücümüz yok. Gidip bir şeyi yapalım. Ama para yok. Enflasyon patlar tepe taklak gidersin. Bilgi istihbarat önemli değil ki önemli olan yapabilmek. Türkiye’nin eli kolu bağlı. Bilgi gelsin, ancak yapamadıktan sonra ne olacak?

“Türkiye İran ile çatışmaya karışmaz”

Amerika’nın, İran’ın Şii hilaline karşı Sünni blok oluşturma çabasında olduğu ve Türkiye’yi bu kamplaşmada başat konumda görmek istediği söyleniyor. Türkiye bu rolü üstlenirse İran ile karşı karşıya gelir mi?

Türkiye bu işe girmez. Türkiye’nin şikâyeti İran’dan değil ki. 1639’dan beri savaşmamış İran’la. Şikâyeti Kürt sorunu, şimdi bir de Ermeni tasarısı geliyor. Türkiye’nin şikayeti Amerika’dan. Terörizmi çıkartan Amerika’nın kendisi. NATO’dan çıkmak istiyoruz, çıkamıyoruz. NATO’nun savaştığı terör Türkiye’nin terörü değil ki. Fazladan da PKK’yı destekleyen Amerika. Hangi terörle savaşacağız?

Gazneliler

Gazne’de 962-1187 yılları arasında hüküm süren Türk-İslâm devleti.

Sâmânî Devletinin (819-1005) en parlak devirlerinde çok sayıda Türk, gruplar hâlinde Mâverâünnehir yoluyla İslâm dünyasına getirilmekteydi. 912 yılından itibaren ise Sâmânî Devletinin vali ve komutan kadrolarında, Türk isimleri de görülmeye başlandı. İşte bu Türk komutanlardan biri de Gazne Devletini kuracak olan Alptegin’dir. Alptegin, 961 senesinde vezir Ebû Ali Muhammed Belâmî ile birleşerek, Sâmânî Şehzâdesi Nasr’ı tahta oturtmak istediyse de bu arzusunu gerçekleştiremedi. Bunun üzerine kendisine bağlı birliklerle Afganistan’daki Gazne’ye çekildi ve burada bulunan Levik Hânedânını bölgeden uzaklaştırarak, şehre hakim oldu. Böylece Gazne Devletinin temelini attı (962).

Alptegin’in, 963’te ölümü üzerine yerine geçen oğlu Ebû İshak İbrahim, dört yıla yakın süren saltanatında Sâmânîlerle dost geçinme yolunu tercih etti. Ölümünden sonra 966’da yerine Bilge Tegin geçti. Bilge Tegin, Buhara’da Sâmânî komutanlarından Fâik’in, üzerine gönderdiği bir orduyu bozguna uğrattı. Bu mağlûbiyetten sonra bir daha Buhara’dan Gazne’ye ordu gönderilmedi. Bilge Tegin, 975’te Hindistan üzerine yaptığı seferde Gerdiz Kalesini kuşatırken şehid düştü. Gazne’de ilk sikke bunun zamanında kesildi. Yerine geçen Pîrî Tegin, devleti yönetecek hususiyetlere sahip olmadığından, beş yıllık saltanattan sonra, tahtı Sebük Tegin’e bıraktı.

Devletin asıl kurucusu olan Sebük Tegin, Isık Göl civarında Barsgan’da doğmuş, 960’a doğru Müslüman olmuş, köle olarak satıldığı Alptegin tarafından terbiye edilip, manevî evlât edinilmiş ve mühim mevkilere getirilmişti. Hükümdar olunca, “Nâsırüddin Sebük Tegin Kara Beçkem” adını aldı. İyi bir idareci ve komutan olan Sebük Tegin, Toharistan ve Zabülistan’la Zemindaver eyaletini, Gor bölgesini ve Belucistan’ın bazı yerlerini ülkesine kattı. 979’da Hindistan’ın kuzeybatısında yerli hükümdarların en güçlülerinden Caypal’ı yenilgiye uğratarak, Hindistan hakimiyetine ilk adımı atmış oldu. Kâbil Nehri boyunca Peşâver’e kadar ilerleyerek, bu bölgelerde İslâmiyet’in yayılmasını sağladı.

Sebük Tegin’in 997’de ölümünden sonra, yerine oğlu İsmail geçti. Ancak, kısa bir süre sonra, tahtı ağabeyi Mahmud’a bırakmak zorunda kaldı.

Mart 997’de tahta çıkan Sultan Mahmud, Gazneli Devletinin kurucusu, Hindistan’a İslâm dinini yayan ve burada yüzyıllarca sürecek olan Türk hakimiyetinin temellerini atan, tarihin büyük cihangirlerinden ve hükümdarlarındandır. Sâmânoğullarının yıkılışına rastlayan bir zamanda tahta çıkan Sultan Mahmud, ilk iş olarak Horasan’da hakimiyetini tesis etti. Zaman zaman Karahanlılar’la rakip duruma düşmekle beraber, güneydeki (Hindistan) ve batıdaki (İran) fetihleri için müsait bir zemin ve elverişli şartlar buldu. Şiîlere karşı halifeyi şiddetle savundu ve Sünnî mezheplerin koruyucusu oldu.

Sultan Mahmud, İran, Irak ve Harezm’i ülkesine kattıktan sonra, Hindistan üzerine on yedi sefer düzenledi. 1000 yılında Peşâver şehrini aldı. Ertesi yıl Hindistan ordusunu yenip, Hindistan’ın en zengin eyaletlerinden biri olan Pencab’ı ele geçirerek, Hindistan’ın kuzeyine tamamen hakim oldu. Çok büyük ganimetlerle Gazne’ye dönüp “Gâzi” unvanını aldı. Beşinci seferinde, Ganj Vadisini ele geçirdi.

Sekizinci Seferinde ise, 150.000 kişilik Hindu ordusunu imha etti. En meşhur seferi olan 11. Seferinde ise Gucerat’a girdi ve büyük ganimetle geri döndü. Sultan Mahmud, 1030’da öldüğü zaman, Gazneli Devleti, batıda Âzerbaycan hudutlarından, doğuda Hindistan’ın Yukarı Ganj Vadisine, Orta Asya’da Harezm’den Hint Okyanusu sahillerine kadar uzanan çok geniş bir sahaya yayılmıştı.

Sultan Mahmud’dan sonra yerine oğlu Muhammed geçti ise de, bu sırada Isfahan ve Rey umumî valisi bulunan kardeşi Mesud tarafından tahttan indirildi. Ekim 1030’da tahta çıkan Sultan Mesud, iyi bir asker olmakla beraber, babasının komşularla iyi geçinme siyasetini devam ettiremedi. Özellikle, Selçuklular’la olan geçimsizlikleri, uzun ve kanlı savaşların çıkmasına sebep oldu. Horasan’ın bir kısmını alma başarısını gösteren Selçuklulara karşı, Dandanakan Meydan Savaşı’ında (1040) Sultan Mesud büyük bir mağlûbiyete uğradı. İran, Harezm ve Mâverâünnehir’e Selçukluların hakim olmaları, Gaznelileri Afganistan ve Hindistan toprakları üzerinde yaşamaya mahkûm etti.

Bu mağlûbiyetten sonra, Gazne’ye dönerek ailesini ve hazinelerini toplayan Sultan Mesud, Lahor’a gitmek üzere yola çıktı. Ancak, yolda muarızları tarafından yakalanıp hapsedildi ve Girî hapishanesinde yeğeni tarafından 1041’de öldürüldü. Yerine, daha önce tahttan indirilip kör edilen kardeşi Muhammed çıkarıldı. Babasının öldürüldüğünü duyan Mevdûd, Belh’den Gazne’ye yürüyerek, Muhammed’i tahttan indirip hükümdar oldu.

Mevdûd’un saltanatı (1041-1049), dış mücadelelerle geçti. Zamanında, Selçuklular önce Toharistan’ı, ardından Zemindaver’i ele geçirdiler. Diğer taraftan Delhi Racası da, bazı kaleleri almaya muvaffak oldu. Bunun yanısıra, Gazneli hakimiyetinden kurtulmak istiyen Gurlular da harekete geçtiler.

Mevdûd’un 1049’da ölümü ile Gazneli Devleti karışıklık içinde kaldı. Tahta İkinci Mesud çıktı ise de, oğlu karşı çıktı. İkinci Mesud’un tahttan indirilmesi üzerine Bahâüddevle Ali tahta çıktı. Fakat bunun saltanatı da çok kısa sürdü.

İki yıl geçmeden Mahmud’un oğlu Abdürreşîd tahta çıktı. Ancak tahtta gözü olan komutanlardan Tuğrul Bey, onu öldürüp tahtı elde etti. 1040’tan beri artan Selçuklu baskısı, Tuğrul Bey zamanında durduruldu. Ülkede de eski asayiş yeniden sağlandı. 1059’da ölümü ile yerine çıkan kardeşi İbrahim, ilk iş olarak, Selçuklularla sulh yaptı. Oğlu Mesud’u, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kızı ile evlendirip dostluk tesis etti. Kuzey ve batıda bir kısım toprakların kaybedilmesine karşılık, Hindistan’da bazı kaleler ele geçirildi ve devletin sınırları Ganj Nehrine kadar uzandı.

Sultan İbrahim’in 1099’da ölümünden sonra, yerine geçen oğlu Üçüncü Mesud, babasının Hindistan fütuhatı ve damadı bulunduğu Selçuklularla dostluğu devam ettirme politikasını iyi yürüttü. Ancak, 1115’te vefatı ile devlet yeniden asayişsizlik içine düştü. Kardeşler arasında taht rekabeti başladı. Tahta çıkan Şîrzâd’ı, kardeşi Arslan öldürttü. Arslan, diğer kardeşi Behram Şah üzerine yürüyünce Behram Şah, Selçuklu Sultanı Sencer’e iltica etti. Bu durum, yarım asırdan beri devam eden Selçuklu dostluğunu bozdu. Sultan Sencer, Gazne üzerine iki sefer düzenleyerek Arslan’ı yakalayıp öldürttü. Böylece Behram Şah 1117’de Gazne tahtını elde etti. Ancak bu tarihten itibaren Gazneliler, Büyük Selçuklu Devletine bağlı bir duruma geldiler. Bu devrin en önemli hadisesi Gurluların harekete geçmeleridir. 1128’de, Gur Melikü’l-Mülûk’u Kutbeddin’in Behram Şah tarafından öldürülmesi, Gurluların ayaklanmasına sebep oldu. Melik’in kardeşi Suri’nin Gazne’ye girmesi ile büyüyen isyan kısa sürdü. Fakat bir müddet sonra Alâeddin Hüseyin önce Gazne’yi, ardından Bust’u tahrip edip, Gaznelilerin kuzeydeki hakimiyetlerine son verdi. Oğuzların, 1152’de Gazne üzerine yürümeleri üzerine Behram Şah, burasını kesin olarak bırakıp Lahor’a çekildi.

Behram Şah, 1160’da ölünce, yerine oğlu Hüsrev Melik geçti. Bu sırada Gazne’de ikamet etmekte olan Gurlu emir Muizzeddin, 1173’ten itibaren Hindistan seferlerine başladı. Gur akınları karşısında yerli Khokharlarla anlaşmaya çalışan Hüsrev Melik, bunların hıyanetini anlayınca Muizzeddin’le anlaşmak için çare aradı. Ancak bir netice elde edemedi ve 1187’de esir düştü. Böylece Gazneli Devleti, Gurlu İmparatorluğuna ilhakla tarih sahnesinden çekildi. Son Gazneli Sultanı Hüsrev Melik ile oğlu Behram Şah, önce Gazne’ye oradan Firizkuh’a ve nihayet Belervan Kalesine götürülerek hapsedildi, birkaç yıl sonra, 1191’de, öldürüldüler.

Büyük Türk Hakanlığı, yani Karahanlılar’dan sonraki Müslüman Türk Devleti, Gazneli Devletidir. Sünnî-Hanefî mezhebinde olan Gazneliler, sarayda Türkçe, edebiyâtta Farsça, fakat resmî yazışmada Arapça’yı resmî dil olarak kullanmışlardır.

Devlet teşkilâtı: Gazneli Devletinde emir veya sultan, devletin tam hâkimidir. Devlet dairelerine dîvân denilmektedir. Bu dîvânların en önemlileri, Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı Risâlet veya İnşâ ve Dîvân-ı İşrâf idi. Dîvân-ı Vezâret, maliye ve genel yönetim işlerine bakardı. Başkanı vezirdi. Dîvân-ı Arz bugünkü Savunma Bakanlığının karşılığı olup, başındakine Arız veya Sâhib-i Dîvân-ı Arz denilirdi. Askerin ihtiyaçlarını ve ordunun savaşa hazır bir durumda bulunmasını sağlamak, askerin sayısını bilmek ve gerektiği zaman sultana bildirmek, sultanın gezilerinde ihtiyaçlarını gidermek gibi görevleri vardı. Bu devlette ordu, dört kısımdan meydana gelirdi. Bunlardan süvariler ilk kısmı meydana getirir ve ordunun en kalabalık bölümünü teşkil ederdi. Çoğunun iki atı vardı. İkinci bölümü yayalar meydana getirip sayıları az, başlıca vazifeleri ise şehirleri korumalarıydı. Ordunun üçüncü kısmı sultanın özel birliğiydi. Buradaki askerler, Türkistan’daki oymak savaşlarında hakimiyet altına alınan yerlerdeki Türk çocuklarıydılar. Ordunun son bölümünü, filler meydana getirirdi. Bunlar doğrudan doğruya sultan tarafından denetlenirdi. Filcilerin çoğu Hintliydi. Bunların muharebelerdeki görevi, düşman saflarını bozmak ve yarmak, düşman atları, kendilerine ve kokularına alışmamışsa, onları ürkütüp bozgun çıkarmak, okçulara yüksek atış yeri sağlamaktı. Dîvân-ı Risâlet veya İnşâ, devletin genel haberleşme dairesiydi. Hükümetle işi olan halk da buraya başvururdu. Dîvân-ı İşrâf, devletin gizli haber alma teşkilâtı olup, çok gelişmişti.

Kültür ve medeniyet: Gazneliler devri, siyasî kudretin yanısıra, kültür bakımından da parlak geçmiştir. Bir fıkıh âlimi olan Sultan Mahmud ve oğlu Mesud, İslâm terbiye ve kültürü ile yetişmişlerdi. Her iki sultan saraylarında devrin en büyük âlimlerini toplamaya çalıştılar. Şairlere hürmet ve sevgi gösterdiler. Her sene onlar için yaklaşık dört yüz bin dinar harcarlardı. Bu şairler arasında Türk asıllı Ferrûhî ile Menuçehrî Damgânî, Escedî Gazâ’ir-i Râzî ve Şehnâme yazarı meşhur Firdevsî sayılabilir. Bunların başında Melik-uş-Şuarâ Unsûrî bulunmaktaydı. Sultan İbrahim ve halefleri devrinde Gazne sarayında bulunan şair ve edipler, İran edebiyatının gelişmesinde önemli rol oynadılar. Bu devirdeki şairler arasında; Ebü’l-Ferec Rûmî, Senâ’î, Osman Muhtârî ve Seyyid Hasan Gaznevî yer almaktaydı.

Tarih yazıcılığı da Gazneliler devrinde parlak geçmiştir. Sebük Tekin ve Mahmad devrini yazan Ebû Nasr Utbî, Zeyn-ül-Ahbâr isimli eserini Sultan Abdürreşîd’e sunan Gerdîzî, Mesud devrini nakleden Ebü’l-Fazl Beyhekî, Gazneliler devrinin meşhur tarihçileridir.

Sultan Mahmud, 1017 senesinde Harezm’i ele geçirince, o devrin en büyük fen âlimi Birûnî’yi Gazne’ye getirdi. Birûnî, sultanın birçok seferlerine katılarak Hindistan hakkında Tahkîku mâ lil-Hind isimli eserini yazdı. Bu, Hinduların inanç ve âdetlerini tarafsız olarak tetkik eden ilk İslâmî eserdir. Eserde Hind dini ve Hindistan coğrafyası hakkında çok geniş bilgi bulunmaktadır.

Gazne sultanları, edebiyat alanında olduğu kadar mimarî faaliyetleri ile de dikkat çektiler. Sultan Mahmud ve Mesud, büyük inşa faaliyetlerinde bulundular. Fakat onların bu eserlerinden günümüze çok azı ulaşmıştır. Sultan Mahmud, halkın faydalanması için çarşı, köprü ve su yolu kemerleri yaptırdı. Bunlardan Gazne’nin kuzeyindeki Bend-i Mahmudî bu güne kadar mevcudiyetini korumuş ve kullanılmıştır. Sultan Mahmud, Gazne’de birçok cami ve mescid yaptırdı. Gazne Camiinin yanına geniş bir medrese inşa ettirdi. Burası hem medrese hem de kütüphaneydi. Birçok odaları, Gazne âlimlerinin okuması ve okutması için, tavandan tabana kadar kitapla doluydu. Sultan, bu medresede ders veren hoca ve okuyan talebeler için, medresenin evkafından dolgun maaş tayin ederek onların geçimini sağlamıştır. Dokuz yüzyıl geçmesine rağmen, cila ve parlaklığı bozulmayan Gazne Camiinin iki minaresi hâlâ ayakta olup, dış kısmı cilalı sarı tuğladandır. Minarelerin birbirinden uzaklıkları 360 ve yükseklikleri 45 m kadardır. Üzerlerinde kûfî yazılar vardır.

Gazneliler, kuzey Hindistan fütuhatını tamamlayınca, İslâm dinine Pencab’da kuvvetli bir dayanak noktası elde edilmesini sağladılar. Böylece daha sonraki Hindistan fetihlerine sağlam bir zemin hazırlayarak, Türk ve İslâm tarihinde önemli rol oynadılar.

İRAN’DA TURK HALKLARI

Iran’ın bılınen ataları Pers, Furus, Fars ve Parsovalılardır Türk düşmanı Firdevdevsi ünlü destanı “Şehname de” ve 10 yy. da ÎRAN-TURAN savaşlannı anlatarak, bölgedeki Türk varlığına değinir.
XI. yy. ilk yarısından itibaren “Yıva” boyundan kalabalık Türk-menler îran da göriilür. XII. yy. da ise Solgurların yanısıra Avşarlar Huzistanda ortaya çıkarlar.
15 yy. dan sonra ise bu topraklarda yoğun biçimde Türk Savaşçıları Gazneliler, Selçuklular, sayısız Türk boyları Orta Asya’dan Ortadoğu’ya ve îran’a akın akın gelirler. İran’a gelen Türkler ise Güney Azerbaycan’a yerleşirler. Dil olarak Batıoğuzca’yı kullanmışlar, Arap alfebesiyle yazmışlardır. Şu anda özellikle diaşporadaki İran Türkleri latin alfabesini kullanmaktadır. Ancak 1925-1979 arası Pehleviler döneminde (Rıza Şah ve Oğlu) Türklere Zorla Farsça öğretmek istemişler ve Azeri dilini yasaklanmışlardır. İran’daki Türk halkları Azeriler, Şahsevenler, Karapapaklar, Kayralar, Kaşkaylar, Türkmenler, Hamseler, Karapapalılar, Karadağlılar, Şatrunlular, Geymikler, Delikanlılar, Beybağlılar, Bocağcılat, Halaçlar, Karayılar, Timurtaşlar ve Avşarlardır. Bütün bu halkların sayısı İran nüfusunun %30’u kadarını oluşturmaktadır. Türk Halkları Tebriz, Urmiye. Dizaiyye ve Erbil’de dir. İran’daki Türk kadınları ev işleriyle uğraşır. Erkekleri ise işçi ve memurdur.
Türklerin yoğun olduğu Tebriz önemli bir ticaret merkezi ve İran’ın dördüncü büyük kentidir.
İran Türkleri şiidirler ve dini inançları halkın yaşamında önemlidir.

İran Türkleri

X. asrın son çeyreğinden XX. asrın ilk çeyreğine kadar yaklaşık 950 yıl, İran ya Türk hakimiyetinde ya da Türk hanedanı idaresinde bulunan ve orada iskân olunan Türklerin ülkesidir. Dolayısıyla Türklerin ve Türk kültürünün en kesif olduğu ülkelerin başında İran gelmektedir. Bugün İran nüfusunun yarıya yakınını teşkil etmesine rağmen Türkler İranlıların şövence tutumları yüzünden dil ve tarihlerini öğrenme ve kullanmada en geri kalmış Türk kitlesini teşkil etmektedir. Bin yıla yakın Türk idaresi altında yaşamanın verdiği eziklik yüzünden İranlılar belki de Türklere en kötü muameleyi yapan milletlerin başında gelmektedir.
Müslüman bir ülke olan İran’ın nüfusu 60 milyon civarında bulunmaktadır. Bu nüfusun 25 milyona yakınını Türkler, 30 milyona yakınını İranlılar (Farslar) ve 5 milyona yakınını da diğer etnik gruplar teşkil etmektedir. İranlılar ülke nüfusunun yarıya yakınını teşkil eden Türkler’e kendi dillerinde okuma yazma fırsatı vermemektedir ki bu her türlü insani ve milletlerarası hukuka aykırı bir tutumdur.

İran’da yaşayan Türklerin önemli kısmını Azerbaycan Türkleri teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Azerbaycan’ın kuzey kısmı XIX. asrın ilk çeyreğide Ruslar tarafından işgal edilmiştir. 8 milyona yakın Azeri Türkü kuzeyde müstakil Azerbaycan Cumhuriyeti’nde yaşamaktadır. Güney Azerbaycan ise İran idaresi altında bulunmaktadır. Yüzölçümü 107.000 km2 olan Güney Azerbaycan’da 20 milyonu aşkın Türk yaşamaktadır. Güney Azerbaycan’ın Türkler ile meskun olan belli başlı yerleşme merkezleri şunlardır: Tebriz, Hoy, Erdebil, Urumiye, Selmas, Maku, Meraga, Astara, Culfa, Merendi, Halhal ve Soğukbulak.

Türkler’in Azerbaycan’a kitleler halinde yerleşmeleri Selçuklular zamanında olmuştur. Bir ara Moğolllar’ın idaresi altında kalan Azerbaycan ondan sonra uzun süre Türkler tarafından idare edilmiştir. Timurlular, Ak-Koyunlular ve Kara-Koyunlular idaresi Azerbaycan’da Türk kültürünün iyice yerleşmesini sağlamıştır. Böylece Azerbaycan tamamıyla bir Türk ülkesi olmuştur.

Daha önceki araştırmalarımızda da belirtildiği gibi Azerî Türklerinin tarihinde en büyük hadise, Şiiliği benimseyen bir zümrenin Erdebil’i merkez edinerek Şii mezhebini bir aksiyon haline sokmasıdır. Şii zümrenin liderliğini yapan Şeyh Safiyyüddin’in torunlarından İsmail bu mezhebi siyasî emelleri için yeniden organize ederek önce Azerbaycan’a sonra da bütün İran’a hakim olmuştur. Kurduğu devlete ve hanedana dedesinin adını veren İsmail Şah olarak hem Azerî Türkleri’nin ve hem de Türk-İslam dünyasının kaderine tesir eden bir siyasetin öncüsü olmuştur. Şah İsmail’in kurduğu Safevi hanedanı iki buçuk asra yakın (1500-1735) Azerî Türkleri’ni ön plânda tutmuştur. Fakat Safeviler’in Şiiliği devamlı aksiyon halinde tutması hem Azerî Türkleri ile Osmanlı Türkleri’nin kaynaşmasına mani olmuş, hem de Türkistan Türkleri ile Osmanlı Türkleri arasında geçit vermez bir köprü gibi uzandığı için bu iki Türk diyarının bir birleriyle olan münasebetlerinin kopmasına sebep olmuştur.

Bu ise Türk dünyasında birliğin kurulmasına menfi yönde tesir etmiştir. Safevi hanedanının diğer menfi bir tesiri de İranlılar arasında Şiiliğin kuvvetli bir şekilde yayılmasını sağlamasıdır. Sonunda İran Şiiliği milli hüviyetini koruma aracı olarak kullanmış ve İslam dünyasında birliğin teşekkülüne mani bir engel haline gelmiştir. İran bununla da yetinmemiş Şiiliği diğer İslam ülkelerine de yaymağa çalışmıştır ki bu da İslam âleminde ayrı bir huzursuzluğa sebep olmuştur. Bu haliyle İran, İslam dünyası içinde daima ayrılık ve parçalanma mihrakı haline gelmiştir.

Azerbaycan Türklerinden sonra, İran’ın kaderine hâkim olan iki Türk boyundan burada kısaca bahsetmek gerekiyor. Bunlar, Nadir Şah’ı sinesinden çıkaran Afşar Türkmenleri ile İran’da ikinci uzun ömürlü hanedanı kuran Kaçar Türkleri’dir. Afşarlar bilindiği gibi, ana Oğuz boylarından birini teşkil ediyorlardı. Bir kısmı Selçuklular ile birlikte Anadolu’ya gelip yerleşen Afşarlar’ın, diğer kısmı Türkistan’da kalmış idi. Fakat Moğol istilası devrinde, Türkistan’da kalmış olan bu ikinci grup Afşarlar da Azerbaycan’a gelip yerleşmişlerdir. Safevi hanedanının inkırazı ile ortaya çıkan boşluktan istifade eden ve esasında Kandahar havalisinde yaşayan Halaç Türkleri İran’da hâkimiyeti ele geçirmeye muvaffak olmuşlardır.
Tarihlerimizde yanlış olarak Afganlar’ın İran’ı işgali diye zikredilen bu hadise Gılzay adını alan Halaç Türkleri’nin İran’da kontrolü ele geçirmesinden ibarettir. Halaçlar’ın İran’daki bu hâkimiyetine son veren ise, Afşar Türkmenleri’nin ileri gelen beylerinden Nadir olmuştur. Şah ünvanını olan Nadir, saltanatı esnasında mensup olduğu kabiliyet ihya etmekle beraber, onları emniyet gerekçesi olarak İran’ın muhtelif yerleşme merkezlerine gönderdiği için Afşarlar bugün İran’ın muhtelif yerlerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar. Bugün nüfusları 650.000 civarında olduğu tahmin edilen Afşar Türkmenleri, Türklüklerini muhafaza etmekle beraber, İran’da siyasî bir nüfuza sahip değillerdir.

Safeviler’den sonra ikinci uzun ömürlü hanedanı kuran Kaçar Türkleri ise, Timurlular zamanında Türkistan’dan gelip İran’a yerleşmişlerdir. Bu Türk boyu önce Kuzey Azerbaycan’da Kafkas cephesine yerleşmişti, Fakat günden güne bu kabilenin kuvvetlenmesinden çekinen Safeviler, Kaçarlar’ı sırf yıpratmak için, Horasan’da Esterabad ve Gürgen bölgelerine yerleştirmişlerdir. Nadir Şah’ın ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklığın uzun sürmesi İran’ı oldukça zayıflatmış idi. Bu kritik günlerde, İran’ı muhtemel bir çöküntüden kurtaran ise, Kaçarlar olmuştur. İran’ı ele geçiren Kaçarlar, kurdukları hanedan ile ülkeyi 1794-1920 yılları arasında idare etmiş ve modern çağlara kadar getirmiştir. Ne var ki bu uzun idare devri Kaçar Türkleri’ni oldukça yıpratmıştır. Nitekim, bir zamanların hanedan kurmuş olan Kaçar Türkleri’nin sayıları oldukça azalmış ve 70-80.000 civarına düşmüştür. Bu sayıları ile Kaçarlar, İran’ın bugünkü yönetimine her hangi bir tesirde bulunmaktan uzaktırlar. Halen Kaçarlar, Mazendaran ve Gürgan eyaletlerinin muhtelif bölgelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.

İran’da yaşayan Türkler içinde Azerilerden sonra en kalabalık ve önemli topluluğunu Horasan’da yaşayan Türkmenler teşkil eder. Türkistan’ın bir nevi uzantısı olan Horasan, asırlardır Türk topluluklarını vatanlık yapmış verimli bir bölgedir. Selçuklu ailesi önderliğinde Anadolu’ya ve Orta Doğu’ya gelen Oğuz Türkleri’nin bazı boyları Batı Türkistan’da kalmışlardır. Çoğunluğu Horasan ve Horasan’ın kuzeyinde yaşayan Türkmen boyları Safeviler devrinde Şiiliğin siyasî maksatlarla kullanılmasından sonra, Sünni Türkistan Türkleri ile Şii İranlılar arasındaki mücadelelerde en çok zarar gören topluluk olmuştur. Dört asırdan fazla devam eden Şii-Sünni mücadelesinde Sünni Türkmenler, Türkistanlı kardeşlerinin yanında yer almışlardar. XIX. asrın ikinci yarısında Türkistan illeri Rus istilasına uğrayınca, Türkmenler’in bir kısmı İran hakimiyetini kabul etmeyi tercih etmişlerdir.

Bu Türkmen gruplarının başında Göklen, Yamud kabileleri ile Salur, Sarık ve Teke kabilelerine ait bazı küçük boylar bulunuyordu. Türkmenler’in millî şairi Mahdum Kulu’yu sinesinden çıkaran Göklenler başta olmak üzere diğer Türkmen boyları da Türklük şuurunu bütün canlılığı ile muhafaza etmektedirler. Fakat İran yöneticilerinin Türkçe tedrisata izin vermemeleri ve bölgeye yeterli hizmeti götürmemeleri bu Türkmen topluluğunu, hem kendi millî kültürünü geliştirmeden ve hem de medeniyetin diğer nimetlerinden layıkı ile istifade etmede geri bırakmıştır. Kültür sahasında olduğu gibi ekonomik alanda da oldukça geri olan Türkmenler’in bugünkü nüfusları iki milyona ulaşmış bulunmaktadır.

İran Türkleri

İran’da Azeriler’den ve Türkmenler’den sonra hem sayıca ve hem de siyasî nüfuz yönünden üçüncü önemli Türk grubunu Kaşkaylar teşkil etmektedir. Moğollar devrinde Doğu Türkistan’dan göçerek İran’a gelip yerleşen Kakgay Türkleri törelerine bağlılıkları ile meşhurdurlar. Güney İran’ın Fars eyaleti bütünü ile Kaşkaylar’ın nüfuzu altındadır. Son zamanlara kadar yarı göçebe bir hayat süren Kaşkaylar, birbirlerine olan bağlılıkları, plânlı ve teşkilatlı hareketleri ile tanınmışlardır. Nitekim, bugün bile kendi örflerine göre, muayyen bir kabile idaresi nizamını yürütmektedirler. Millî ve mahallî örflerine bağlı bir takım müesseselere de sahiptirler.
“İlhan”lık idaresi sistemi bu müesseselerden biri sayılır. Ayrıca, mümtaz sınıftan sayılan “İlhan” aile dışında Kalantar, Kethuda, Ra’ye, Tabeke-i Pest gibi tabakalarda mevcut olup, bunlar hep kendi törelerine göre idare edilirler. Kaşgaylar, kendi aralarında iyi bir birliğe sahip oldukları için, İran hükümetinin bazı haksız taleplerini ve emrivakilerini reddetmek başarısını göstermişlerdir. II. Dünya Harbi esnasında cereyan eden ve Kaşkaylar ile İran hükümetini karşı karşıya getiren önemli bazı hadiseler, Türk hükümetinin araya girmesi ile yatıştırılmıştır. Fakat Kaşkaylar’ın bu hareketleri İran hükümetleri tarafından hoş görülmemiş ve onların başka bölgelere sürgüne gitmelerine sebep olmuştur.

Bu arada, son İran-Irak harbinde, yaşadıkları Basra Körfezi kıyıları harp sahasına yakın olduğu için, Kaşkaylar büyük zayiat görmüşlerdir. Yine İran-Irak harbi esnasında İran hükümeti, Azeriler başta olmak üzere diğer Türk gruplarından oluşan askerî birlikleri ön saflarda Irak cephesine sürmesi ve onların büyük zayiat görmelerine sebep olmuştur ki, bu da İran rejiminin Türkler’e karşı ne kadar adaletsiz davrandağını göstermektedir. Türklük şuurunu ve törelerini canlı bir şekilde yaşatan Kaşkaylar’ın bugünkü nüfusları bir milyona yaklaşmış bulunmaktadır. Diğer Türk gruplarında olduğu gibi, Kaşkaylar da İran hükümetlerinin ilgisizliği yüzünden ekonomik ve kültürel alanda oldukça geri kalmışlardır.
Rus işgaline uğrayan Kuzey Azerbaycan Türkleri’nin bu asrın başlarında başlattıkları istiklâl mücadelesi, çok geçmeden Güney Azerbaycan’a da sıçramıştı.

Nitekim Settar Han önderliğinde Tebriz merkez olmak üzere başlayan istiklâl hareketi başarıyla devam etmiş, fakat 1907’de İran’ı iki nüfuz bölgesine ayıran Rus-İngiliz andlaşmasından sonra sıkıntıyla karşılaşmıştır. Ruslar, Güney Azerbaycan Türkleri’nin kuzeydeki kardeşleri ile birlikte hareket etmelerinden çekindiği için, İngiliz ve İran hükûmetleri ile işbirliği yaparak Güney Azerbaycan Türklerinin istiklâl mücadelesine mani olmak için ne mümkünse yapmışlardır. 1922’ye kadar devam eden Güney Azerbaycan istiklâl mücadelesi, İngilizlerden gerekli yardımı alan İran’daki yeni Pehlevi hükûmetinin despotça baskıları ile bastırılmıştır.

Azeri Türkleri üzerindeki İran baskısı 1930’lara kadar korkunç bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemde devam eden Rus-İngiliz rekabeti, İran petrollerini paylaşmaya yönelince, Azerbaycan Türkleri’nin mücadelesi de yeniden ortaya çıkmıştır. İran petrollerinden pay almak isteyen Ruslar ve İngilizler, Azerbaycan Türkler’in mücadelesine açıktan destek vermeye başlamıştır. Bu gelişmelerden istifade eden Güney Azerbaycan Türkleri, isyan ederek İran hükûmetinden şu iki hususun yerine getirilmesini istemişlerdir:
1. Azerbaycan’da Türkçe tedrisat yapan okulların açılması izni,
2. Azerbaycan’a Otonom bir statünün verilmesi. İran hükûmeti bu istekleri reddedince Azerbaycan Türkleri haklarını silahla almaya kalkışmış. Azerbaycan’daki İran askerî ve sivil makamlarını kısa zamanda tasfiye eden Azeriler ülkelerinin tamamını kontrelleri altına almışlardır. İran’a bağlı olarak Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Böylece, kültürel ve ekonomik alanda otonom haklara sahip Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuş

Ne var ki, kurdukları Güney Azerbaycan Otonom Cumhuriyeti’nin içine Sovyet ajanlarının sızmalarına mani olamadıkları için, yapılan Sovyet propagandası neticesinde, Güney Azerbaycan, bir nevi nüfuz bölgesi haline gelmiştir. II. Dünya Harbi sonunda İran’daki Rus-İngiliz müttefik kuvvetlerinin çekilmesi gerektiğine dair Birleşmiş Milletler kararı çıkınca, İran petrollerinden istediği hisseyi koparmış olan Ruslar, ülkeyi boşalttılar. Bu arada Otonom Azerbaycan hükümeti de Azerilerin haklarını garantileyen bir antlaşmayı 14 Haziran 1946’da İran hükûmeti ile akdetmeyi başardılar. Fakat, Güney Azerbaycan Hükûmeti’nin içinde bâzı Sovyet taraftarı üyelerin var olduğu iddia edilerek, İngilizler’in ve Amerikalılar’ın desteği ile, İran ordusu yapılacak yeni seçimlerin emniyetini bahane ederek, 14 Haziran 1946 antlaşmasına aykırı olarak Azerbaycan Azerbaycan’ı 14 Aralık 1946’da yeniden işgal etmiştir.
İran Hükûmeti, Azeriler’in elde ettikleri altı aylık istiklâl dönemini kendilerine pahalıya ödetmişlerdir. İstiklâl hareketine girişmiş bütün Azeri ileri gelenleri İran’ın muhtelif yerlerine sürülüp hapsedilmişlerdir. Bu insanların malları ise, İranlılar’a verilmiştir. Fakat, Azeri Türkleri’nin talihsizliği bununla da bitmemiş 1950’lerde Musaddık başkanlığındaki İran Hükûmeti petrolleri millileştirince, bu sefer, Amerikan ve İngiliz Hükûmetleri İran petrollerinden hisselerini kaybettikleri için ajanları vasıtasıyla Azeri Türkleri arasında İran’dan ayrılmalarını sağlamak maksadıyla büyük bir propagandaya girişmişlerdir.

Bu Amerikan ve İngiliz propagandası neticesi binlerce Azeri Türkü İran Hükûmeti tarafından hapsedilmiş veya sürgüne gönderilmiştir. Sürgüne gönderilen ve hapsedilen Azeriler’in malları İranlılar’a verilmiştir. Bugün, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imzasını atan İran Hükûmetleri görülmemiş bir şovenist politika takip ederek Azeri Türkleri’nin okullarda Farsça ile birlikte Azeri Türkçesi’ni öğrenmelerini “Türk” ve “Türkçe” isimlerinin kullanılmasını dahi yasak etmiştir. Bu yetmiyormuş gibi, bugün İran’da Azeriler’in Türk olmadıkları ve “İraniyan” soyundan gelen bir halk oldukları mektep kitaplarında okutularak 20 milyonluk Azeri Türkünü İranlılaştırma politikası takip edilmektedir.

Azeri, Türkmen ve Kaşkaylar’dan sonra İran’da yaşayan önemli bir Türk grubu da Şahsevenler’dir. Şahsevenler, millî bir boy adı olmaktan ziyade, İran devlet idaresince, siyasî bir terim olarak kullanılmıştır. Aslında, çeşitli Türk boylarının seçkin askerlerinden meydana getirilen ve Türk asıllı hanedanları korumakla görevlendirilen bu insanlara, bilahare, şahlığı müdafaa ettikleri için Şahsevenler adı verilmiştir. Bu grup, zamanla aralarında kaynaşarak bir nevi ayrı bir kabile haline gelmiştir. Oldukça imtiyazlı bir durumları olan Şahsevenler, uzun zaman iyi imkânlar içinde yaşamışlardır. Modern devirlerde de İran ordusuna büyük hizmetleri geçen Şahsevenler’in, bugün önemli bir kısmı Güney Azerbaycan’da yaşamakta olup, sayıları 450-500.000 civarında bulunmaktadır.

Bu Türk gruplarından başka İran’da yaşamakta olan pek çok küçük Türk boyları bulunmaktadır. Güney Azerbaycan’da yaşayan Hamse Türkleri (250.000), Karapapahlar (40.000), Karadağlılar (150.000), Miskin (9.500), Şatranlu (8.500), Geyimli (6.000), Delikanlu (4.000), Beybağlu (4.000); Tahran’ın doğusunda yaşayan Kengerlüler (60.000), Kirman ve Belücistan bölgelerinde yaşayan Horasani ve Boçağçi Türkleri (95.000); Horasan’da Karayiler (65.000), Nişapur’da Bayetler (150.000), Gürgan eyaletinde yaşayan Timurtaşlar ve Goudanler (165.000), Kazvin ve Hamedan’da yaşayan Türk grupları bulunmaktadır. Kısaca, İran’da yaşayan Türklerin nüfusu 25 milyonu geçmiş bulunmaktadır

Yavuz SuLtan SeLim Farkı…

Yavuz Sultan Selim han zamanında,
İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Sandık açılıyor.
İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor.
Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor.
Neyse en alttaki bohçadan insan pisliği çıkıyooooor..
Yani Osmanlıya acayip bir hakaret!
Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir.
Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor.
Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor.
İçine o zamanın Osmanlı İstanbul’unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir pusula ve bir satır yazı. Gönderiyor.
Şah sandığı açıyor.
Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii.
Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor.

Kutunun içindeki pusulayı Şah ‘a uzatıyor:

” Herkes yediğinden ikram eder!!!!!!! “

Ebru Sanatı

Ortaya çıkış yeri ve tarihine ilişkin kesin bir delil bulunmamaktadır. Ancak, köklerinin 9. ve 10. yüzyıla kadar uzandığı varsayılmaktadır.
Çin’de lin-şa-şien, XII. asırdan itibaren Japonya’da suminagaşi ve beninagaşi isimleriyle sulu vasatta yapılan bir takım çalışmaların mevcudiyeti, daha sonraki asırlarda Çağatay Türkçesi’yle ebre adını alarak Türkistan’da ortaya çıkan bu sanatın tarihi gelişimi hakkında, müphem de olsa bir fikir vermektedir. Türkistan’dan en geç XVI. asır başlarında İpekyolu’nu takiben İran’a geçişinde ebri olarak isimlendirilen bu sanat, görünüşüyle gerçekten bulut kümelerine
benzer şekiller taşıdığından, buluta nisbet ifade eden bu Farsça ismi doğrulamaktadır.

Osmanlı ülkesinde de revaç bulan aynı isim, telaffuz zorluğundan son yüzyılda Türkçe’de ebru’ya dönüşmüştür. Galat olmakla beraber, kaş gibi şekiller de ihtiva ettiğinden, bu sanata ebru denilmesi bir çelişki sayılmamalıdır; çünkü ebru kelimesi Farsça’da kaş manasına gelmektedir. XVI. asır ortalarında Mir Muhammed Tahir tarafından Hindistan’da yapılmaya başlandığı rivayet olunan ebruculuk, buradan İran’a ve sonra da İstanbul’a kadar yayılmıştır.Aynı yüzyılın sonlarında, İstanbul’dan Avrupalı seyyahlar tarafından kendi memleketlerine götürülen ebru kağıtları önce Almanya’da,
sonra da Fransa ve İtalya’da mermer kağıdı veya Türk mermer kağıdı, hatta sadece Türk kağıdı adıyla tanınıp benimsenmiş ve oralarda da yapılmaya başlanmıştır. Zaman içinde İngiltere ve Amerika’ya da yayılan ebru kağıdı, her ülkenin sanat anlayışına göre bir başkalık gösterir. Bunda, kullanılan değişik malzemenin de rolü olmalıdır.

Belgelenen en eski ebru örneği 16. yüzyıla aittir. Kağıdın süslenmesinde, kıt’a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, yazma ciltlerinde yan kağıdı olarak sıkça kullanılmıştır.

‘Nükleer enerjiye karşı çıkanların bir kısmı ajan’

Nükleer sorunsalının diplomatik, siyasî ve hukukî boyutları üzerinde uzman olan gözde diplomatlardan emekli büyükelçi Ömer Ersun, nükleer enerjiye karşı çıkanların bir kısmının ajan olduğunu söyledi.

Nuriye Akman’ın röportajı

ABD-İsrail ittifakı acaba İran’ı vuracak mı? Herkes gibi ben de korkuyla bekliyorum. Korkumu bastırmak için bari bir röportaj yapayım deyip sorular bileyledim.

Neymiş bakalım İran’ın öfkeye yol açan nükleer programı? Bu bir kurt-kuzu hikâyesi mi, kurtların dansı kadar kuzuların cazgırlığı da tehlikeli mi, biri vurursa diğeri ne yapar, ateş sadece düştüğü yeri mi yakar, bomba patlar Türkiye bakar mı? Sahi biz neden nükleer rüyalar görmüyoruz? Ne olacak bu enerji fukarası halimiz? Adam gibi bir reaktöre, çıkmaz ayın son çarşambasında mı kavuşacağız? Öyle birini bulayım ki, nükleer gibi aşırı hassas, çok yönlü ve karmaşık bir konuda hem etik bir duruşu olsun, bilgisini ideolojisi yönetmesin, hem de beni fazla uğraştırmasın, lafı gevelemeden gediğine koysun. Aradım, taradım. Bütün yollar emekli büyükelçi Ömer Ersun’a çıktı. Bir baktım Türkiye’nin yetiştirdiği en parlak diplomatlardan. Nükleer sorunsalının diplomatik, siyasî ve hukukî boyutları üzerinde dört dörtlük bir uzman. Bir daldım deryasına, ortaya işte bu metin çıktı.

Nükleer enerjiye neden taraftarsınız?
Çünkü nükleer sanayiini kurduğunda Türkiye yüksek teknolojiye terfi edeceği için birinci sınıf devletler kategorisine girecek. İkincisi, enerji kaynaklarımızı çeşitlendirmemiz gerek. Üçüncüsü, yıllardır yetiştirmekte olduğumuz birinci sınıf atom mühendislerini zengin ülkelere armağan etmekten kurtulacağız. Nükleer santral inşasında beton gibi en basit malzemenin bile yüzde 99 saflık oranında üretilmesi gerekiyor ve denetimden kaçış yok. Dolayısıyla hırsız müteahhidin çalma şansı da yok. Amerika 1978’de çift kullanımlı denilen malzemenin satışına müdahale edince kıyametler kopmuştu. İsviçreliler “vida ile cıvata da satamayacak mıyız?” diye bağırmaya başladılar. Nükleer teknolojide milimetrenin bilmem kaçta kaçının önemi var.

Anti nükleer çevreci grupları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çoğunluğunun iyi niyetli, dürüst, idealist insanlar olduğuna ama nükleer sorunsalını bilmediklerine eminim. Yalnız içlerinde dünyayı yöneten petrol lobisinin ajanları ve Türkiye’nin birinci sınıf devlet olmasından korkan çevrelerin uzantılarının oluşturduğu bir küçük çekirdek de barınmaya çalışıyor.

Nükleer deyince çoğunluğun aklına Çernobil geliyor.
Çernobil zâten yetersiz Sovyet teknolojisinin günahı. Uzun bir süre nükleer sanayii yersiz töhmet altında bıraktı. O tarihten sonra tüm reaktörlerde güvenlik önlemleri öylesine artırıldı ki, başka hiçbir ciddî kaza olmadı, olmaz da. Siz Çernobil deyince o zaman TAEK Başkanı olan Prof. Ahmet Yüksel Özemre’ye yapılan büyük haksızlıkları hatırladım. Nükleer alanda Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi beyinlerin başında gelir. Tanıyanlar bilir, gerçek bir dâhidir. Fransa’da olsaydı cumhurbaşkanı, başbakan düzeyinde kendisine ilgi gösterilen en saygın bilim adamı olur, atılan her adımda kendisinin fikri sorulurdu.

Ne yazık ki hâlâ Çernobil sonrası yaşananlardan sorumlu tutuluyor.
Çernobil’den sonra verilen raporların bu işle bilgisi ve ilgisi olmayan kişiler tarafından hazırlandığı bizzat raporu verenlerden biri tarafından sonradan kabul edildi. O dönemin korku yüklü atmosferi içinde bilimin sözü dinleneceğine, sipariş üzre fetvalar hazırlanmış. Yüksel’e kusur atfetmek cahillikten değilse, mutlaka kötü niyettir. Türkiye’de onun gibi dürüst ve yurtsever olmak, siyasî ihtiyaçlara değil bilime kulak vermek en büyük günah. Uyarıları dikkate alınsa, 2000’de hırsız bürokratların rezilliği önlenebilse ve hükümet yeterli siyasî iradeye sahip olsaydı, şu anda birinci reaktörümüz bitmişti.

Özemre’nin yazdığı “Ah Şu Atomdan Neler Çektim” kitabında bunlar var.
Evet ama çelebi kişiliği pisliğin tüm ayrıntılarını yazmasını önledi. Bazı siyasetçilerden el altından desteği olan kimi bürokratların Alman Fransız ortaklığından rüşvet aldığı Ankara kulislerinde ayyuka çıkmıştı. Biri görevden alındı; ama kalan hırsızlar bir ali cengiz oyunuyla ihale şartnamesini, kör kör parmağım gözüne değiştirmeye cüret ettiler. Perde gerisinde Yüksel’in kıyamet koparması para etmedi. Normal şartlarda ihale Amerikalılara ya da Kanadalılara rahatlıkla verilebilirdi. Hükümetin “erteledik” deyip iptal, edeceğine hırsız bürokratları açığa alıp, ihaleyi sonuçlandırması gerekirdi.

Nükleer sanayimiz olmasın diye bugün de oyunlar dönüyor mu?
Türkiye’nin nükleer sanayiinin olmasını bizi çok seven, radyasyon kaparız filan diye çok endişelenen bazı yakın dostlarımız istemiyor. Büyükelçi olarak Kanada’da yaşadığım tecrübeye istinaden söylüyorum, meselâ Taşnaklar, Kıbrıslı Rumlar, Yunanlı kardeşlerimiz filan. Geçen sefer ihaleyi geciktirmek için her şeyi yaptılar. Lobileri çalıştırıyorlar. Türkiye’de de biraz para harcarlarsa, sözünü ettiğim çekirdek grup, iyi niyetlileri de tahrik edip bizi uğraştırabilir.

Türkiye nükleer santral sahibi olmanın önemini 1960’ta fark etti; ama 1979 ve 1997’deki iki denemesi fiyasko oldu. Bu hükümetin yaklaşımı nasıl?
Hükümet çok doğru bir iş yapıyor. Nükleer sanayii kurmalıyız diyor. Ama siyasi iradenin en tepesinde sıcak bir ilgi, çok iyi bir bilgi birikimi ve kesin bir kararlılık lazım. Erdoğan’ın mayısta Köşk’e çıkması bekleniyor. Şimdi tutup da nükleer gibi bir konuda öne çıkıp yeni düşmanlar kazanmak ister mi?

Neden seçim başarısının hemen ertesinde buna girişmedi?
Dışişleri bürokrasisi anlattı bu meseleyi onlara. Hükümet de, “Tamam, Türkiye’nin nükleer teknolojide bu kadar geri kalması kabul edilebilir bir durum değil, yapalım” kararı aldı. Geçen dört senede AB’ye yüklenildi. AB’ye paralel olarak, nükleer açığımıza da yüklenelim deseydi, kim “hayır yapmayın” diyecekti? Bu fırsatı kaçırdılar. Bir kere hükümette siyasi iradenin tam olması lazım. İkincisi, hükümet bu konuyu gidip muhalefetle de konuşacak. Bu iç politika malzemesi yapılacak bir konu değil. Biz enerji bakımından aşırı şekilde Rusya’ya bağlanmışız ve enerji fukarasıyız.

Yeniden ihaleye çıkacaklardı, ne oldu?
Çıkacaklar sözüm ona. Enerji Bakanı hazırlığı yaptım diyor. Halbuki muhalefetiyle iktidarıyla evvela milli bir mutabakat oluşturulması, Özemre gibi müstesna bilim adamlarının fikrinin alınması, kamuoyu oluşturmak için uzman ekipleri kurmak lazım. Yıllar boyu Türkiye’de bu işi anlatmadığım ciddî siyasî lider, brifing vermediğim kimse kalmadı. Nükleer bir bütündür. Sadece elektrik enerjisi zannederseniz, hiç farkında olmadan bir gün çukura düşüverirsiniz. Şu anda nükleer teknolojiyi getirme durumunda olan bürokratların bir kısmı, diplomatlar kadar bu meseleyi bilmez.

Reaktörleri daha kısa sürede, daha ucuza yapma imkânı yok mu?
Var. Mesela Çin’de, Güney Afrika’da yepyeni bir teknoloji gelişiyor. 10 küsur yıl içinde piyasaya çıkacak. CNN, ‘cep reaktörü’ diye isim taktı. İşte siyasi irade güçlü olsa bunlardan biriyle şimdiden ortaklığa girersiniz. Türkiye bu teknolojiye ortak olsa, şimdiden reaktörün bazı bölümlerini imal edebilecek kapasitemiz olduğu için ileride ortak yapım olarak hem kurabilir, hem bölgemize ihraç edebiliriz. Özel teşebbüsü de baştan teşvik edip sokarsınız ve rüşvet hikâyesi büyük ölçüde ortadan kalkar.

Bu reaktörlerin özellikleri ne?
Bir kere reaktörün ünite başı maliyeti 160 ila 200 milyon dolar. Ayrı modüller halinde 6’lı veya 8’li paketler olarak kurulursa ünite başına maliyet düşüyor. Her ünite 165 megavat gücünde. Yani tek başına Antalya veya Mersin gibi bir ilimizin tüm elektrik ihtiyacını karşılamaya yeter. Kurulum süresi 2, ömrü 40 yıl. Termik santrallara kıyasla % 30 ila 40 daha ucuza elektrik üretir. Türkiye’de bol olan toryum, ilave işlemlere ihtiyaç duyulmaksızın ileride bu reaktörlerde yakıt olarak kullanılabilir. Erime tehlikesi hiç yoktur. Bu nedenle güvenlik alanının çapı 400 metredir. Nükleer silah yapımına elverişli değildir.

Tam bize göre. Bunları Enerji Bakanı’na anlattınız mı?
Sayın bakan bir yıl önce beni kısa sürede arayacaklarını söylemişti. Bir daha aramadı.

Doğru söyleyin, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NSYÖ) ülkeler arasında bir eşitsizlik yaratmıyor mu?
Haklısınız. Yaratıyor. Ama asıl gariplik, atom bombasının yarattığı ahlak ve hukuk normlarını aşan tehdidin özelliğinden kaynaklanıyor. Bu yüzden eşitsizlik yaratsa da NSYÖ tüm devletler için yararlıdır. Bu anlaşma ülkeler arasında bir kast sistemi yarattı. Piramidin tepesinde beş raca var: Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Her türlü imtiyaz bunların ellerinde. Bunlar “Bu işi biz yaptık bir kere. Ama merak etmeyin, silahsızlanmaya gideceğiz. Aman siz yapmayın bu dünya için çok kötü olur” diyenler. Diğerlerine karşı tam bir dayanışma içindeler. Soğuk Savaş’ın en buhranlı döneminde, Ruslar ve Amerikalılar bu konudaki ikili görüşmelerini hiç aksatmadılar.

Tepedeki beş racanın altında kimler var?
Nükleer teknolojiden vazgeçmeyen ama yetkileri kısıtlı içoğlanları var. Bir kısmı Kanada, İsveç, Hollanda gibi nükleer teknolojiye sahip; ama nükleer patlamayı denemek seçeneğinden gönüllü vazgeçenler, diğer bir kısmı da Japonya, Almanya, İtalya gibi İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları, eli mahkûm olanlar.

G.Afrika, Hindistan, Pakistan, İsrail gibi nükleer patlamayı yapanlar hangi grupta?
Güney Afrika da patlamayı yaptı; ama daha sonra vazgeçti. Diğer üç ülke kast sistemine karşı çıkan âsiler.

İran bu kadar hedef tahtasındayken, neden kimse İsrail’in nükleer silahlarını sorgulamaz?
Sorgulamaz olur mu? İran bar bar bağırıyor; ama Araplar dahil kimsenin fazla kulak asmaması herkese tuhaf geliyor. Oysa hiç tuhaf değil. Uzun bir konu, cevabı kendiniz de bulabilirsiniz. Düşünün Şah hâlâ iktidarda olsaydı, Bush İran’a bir şey der miydi?

İsrail’i nükleer güç yapan Amerika mı?
Hayır, ilk araştırma reaktörünü 1950’lerin sonuna doğru Fransa verdi. Nükleer piyasanın gevşek zamanlarıydı. 1960’larda İsrail ajanları zenginleştirilmiş uranyum madeni parçalarını Amerika’dan çaldılar. Çantalar içine koyup kaçırdılar ülkelerine.

Çaldılar mı, verildi mi onlara?
Çaldılar elbette. Nükleer alanda babanın evlâda hayrı olmaz. Kimse kimseye iyilik yapmaz. Devlet düzeyinde İsrail ile Amerika’nın yakınlığı burada sökmez. Amerika’da cezası ölümdü, buna rağmen çalındı. Zenginleştirilmiş uranyum madeninden herhangi bir şekilde 8-10 kilo ele geçirirseniz bomba yapabilirsiniz. İsrail ajanları herhalde bir bomba yapımına yetecek kadar çaldılar.

Amerika niye seyirci kaldı bu hırsızlığa?
Bu işin ortaya çıkması 70’lerin ortasını buldu. Kovuşturma açıldı, ancak başkanın emriyle milli güvenlik sorunudur diye dosya kapatıldı. Tahminim, kusurlu olan kişilerden bazılarını idam edemeyecekleri içindi. CIA daha sonra, Necef çölünün altındaki laboratuvarlardan radyasyon sızdığını havadan tespit edip, bu bilgiyi basına verdi. Nükleer ilişkiler bazen en sofistike casus romanlarından daha şaşırtıcıdır.

Hiç mi nükleer işbirliği olmadı Amerika ile İsrail arasında?
Bu, NSYÖ’ye göre ABD’nin ahdî taahhütlerine aykırı. Olur da sızarsa siyasî faturası da çok ağır. Yaygın kanı İsrail’in kendi işini kendisinin gördüğü yolunda. Yalnız, gene de yüce Tanrı bilir, zira bu Bush yönetimine Amerikan halkı bile artık güvenmiyor. İsrail nükleer silaha sahip olduğunu ne kabul, ne de reddediyor. Maksat düşmanlar üzerinde caydırıcılık. Yegane işbirliği şüphesi şu: 1979’da ben BM’deydim. Güney Afrika açıklarında okyanusun ortasında kimsenin sahip çıkmadığı ve atom bombası olduğu sanılan bir patlamayı ABD uyduları tespit etti. Araplar çok telaşlandı ve tahkikat kararı alındı. Bir şey çıkmadı ama, bazı Batılılar da dahil biz uzmanlar taa başından nerdeyse emindik. Güney Afrika’da malzeme, İsrail’de know how vardı. Patlamayı denemeden bomba yapamazsınız. Bozacı ile şıracı hikâyesi…

(Zaman)

Pakistan’dan Türkiye’ye nükleer desek…

www.sonsaniye.net Pakistan Dışişleri Bakanı Hurşid Kasuri, Türkiye ile Pakistan’ın nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılması yönünde işbirliğine gidebileceğini söyleyerek, İran’a düzenlenecek bir saldırının bütün İslam alemi üzerinde olumsuz etkiler yaratacağını bildirdi.

Resmi ziyaret için Ankara’da bulunan Kasuri, A.A’ya verdiği demeçte, iki ülke ilişkileri, Pakistan depremi, Kıbrıs ve İran’ın nükleer programı gibi konulara ilişkin soruları yanıtladı.

Kasuri, KKTC’nin üzerindeki ambargoların hafifletilmesi yönünde ne gibi adımlar atabileceklerinin sorulması üzerine, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Pakistan’ı ziyaret edeceğini, ancak sağlık sorunları nedeniyle ertelenen bu ziyaretin gelecek dönemde yapılacağını belirtti. KKTC Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın da deprem sırasında Pakistan’da olduğunu anımsatan Kasuri, Annan planı için yapılan referandum sırasında KKTC hükümetinin izlediği politikadan etkilendiklerini ve son olarak Türk hükümetinin açıkladığı Kıbrıs eylem planını da desteklediklerini kaydetti. Hurşid Kasuri, KKTC ile ticaret yapıp yapmayacaklarının sorulması üzerine de, KKTC üzerinde herhangi bir ambargoları bulunmadığını söyleyerek, Türkiye ile de ticareti artırmayı hedeflediklerini bildirdi.

İkili siyasi ilişkilerin mükemmel düzeyde olması, aradaki tarihi derin bağlar ve Türkiye’nin büyük bir ekonomi olduğu düşünülecek olursa ticaret hacminin bunları yansıtmadığını söyleyen Kasuri, özellikle savunma sanayi alanında işbirliği için iki ülkenin önünde büyük imkanlar ve Pakistan’ın da bu alanda iyi bir uzmanlığı bulunduğunu ifade etti. Konuk bakan, Türkiye’nin nükleer enerji santrali kurmaya hazırlandığının ve bu alanda Pakistan’ın uzmanlığından yararlanıp yararlanamayacağının sorulması üzerine de, Türkiye’nin bu yönde aldığı kararı bildiklerini söyleyerek, bu tür bir işbirliğine sıcak baktıkları mesajı verdi.

İki ülkenin nükleer enerji ile ilgili kurumlarının birbirleriyle temasa geçebileceğini ifade eden Kasuri, ”Pakistan, elinden gelen her ne olursa Türkiye’ye yardım etmeye hazırdır” diye konuştu. Konuk bakan Nükleer Silahsızlanma Anlaşması NPT’yi imzalayan ülkeler arasında Türkiye’nin de bulunduğunu anımsatarak, nükleer enerjinin bu anlaşma çerçevesinde barışçıl amaçlarla kullanılabileceğine dikkati çekti.

İRAN’IN NÜKLEER PROGRAMI

İran’ın nükleer programına ilişkin soruya karşılık da Kasuri, İran’ın nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma hakkı, öte yandan da nükleer silah üretmeme zorunluluğu bulunduğuna işaret etti.

Kasuri, şöyle konuştu: ”Türk yetkililerin de sanırım benimle hemfikir olduğu nokta, İran topraklarına herhangi bir yöntemle yapılacak bir saldırı çok yıkıcı olacak ve bütün İslam alemi üzerinde olumsuz etkiler yaratacaktır. Bölgede halen Filistin, Irak, Keşmir ve Afganistan gibi pek çok önemli sorunumuz var.” İran’a bir saldırı durumunda İslam toplumlarının diplomatlar gibi düşünemeyeceğine ve bunu Müslüman bir ülkeye karşı yapılan bir saldırı olarak algılayacağına işaret eden Kasuri, ABD’nin uygulamaya istekli olduğu ekonomik yaptırımlardan ziyade diplomasiye daha çok şans verilmesinden yana olduklarını bildirdi. Konuk bakan, İran’a yaptırım uygulanması durumunda, petrol fiyatlarının yükselmesinden dolayı Pakistan ve Türkiye gibi petrol üretmeyen ülkelerin ve hatta bazı Batı ülkelerinin bile zor duruma düşeceğini vurguladı.

PAKİSTAN DEPREMİ

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Pakistan’ı sarsan son depremin ardından ülkeyi ziyaret eden ilk yabancı lider olduğunu hatırlatan Kasuri, bunun iki ülke arasındaki tarihe dayanan derin dostluğun bir göstergesi olduğunu ve Türkiye’nin depremin yaralarının sarılmasında büyük rolü bulunduğunu kaydetti.

Kasuri, Türk halkının Pakistanlı kardeşlerine yardımcı olabilmek için kendi arasında yardım toplamasının ve bu dönemde yaşanan güzel örneklerin kendilerini duygulandırdığını söyleyerek, ”Burada önemli olan nokta, paradan ziyade bu yardımların arkasındaki düşünceydi, bundan çok etkilendik” diye konuştu. Depremin Pakistan’ı çok büyük ölçüde etkilediğine ve küçük bir Avrupa ülkesininki kadar bir bölgenin yıkıma uğradığına işaret eden konuk bakan, bütün ülkenin silahlı kuvvetler de dahil olmak üzere bütün kurumlarıyla yardım için birleştiğini ve bu sayede depremin olumsuz etkilerini atlatmaya çalıştıklarını bildirdi. Türkiye de dahil olmak üzere uluslararası toplumun Pakistan’a yardım için hareke geçtiğini hatırlatan Kasuri, birçok liderin kendisine bunun son dönemlerin en iyi yardım operasyonu olduğunu söylediğini aktardı.