Türkiye bizim tarafımızda olmalı, yoksa kendisine başka ortak arar . Taşak mı Geçiyonuz nedir bilelim

AB Ortak Savunma ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana, Avrupa’nın güvenliği için Türkiye’nin rolünün çok önemli olduğu uyarısında bulundu / Bana bak körpe , kimi neden uyarıyosun? Uyaran kim bu arada?/. Solana, “Türkiye’nin bizim tarafımızda olması çok iyi olur. Aksi takdirde kendisine başka ortaklar arayabilir.” dedi. / Bana bak hayvan çocuğu , sikicem senin ortaklığını , hayvan , zaten yapacağınızı yapıyorsunuz , iyi şeyler de var o da zorunluluktan be yavrucum . sikicem sizin ortaklığınızı, hangi konuda ne ortaklığınız var çık bir anlat bakalım. Ondan sonra böyle büyük konuş. Hadi öpüldün /
Javier Solana

Almanya’da yayınlanan haftalık gazetelerden Welt am Sonntag’a konuşan Javier Solana, Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı e-bildiri süreciyle birlikte yaşananları ve Türkiye’nin AB üyeliği konusunu değerlendirdi.

Javier Solana, Türkiye’de demokratik bir toplum istediklerini söyledi / Sen istedin ya yapıcaz. Hayvansın sen /. Ordunun 27 Nisan bildirisiyle siyasete müdahalesinin kendisini şaşırttığını kaydeden / Şaşkınlık sende / Solana, “Alarma geçmedik /Neden domino mu olar. Sizin ibvneler sivil Bilmiyon mu ibine . Aslında bir acıdan bakarsın Senin gibi ibnelerin bildirisi. Siz ne ayaksınız lan ibna /; ama ordunun bu tutumu beni şaşırttı. Biz demokratik toplumlar istiyoruz. İnanıyorum ki, Türkiye bu güçlüğü aşacaktır.”şeklinde konuştu. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin ne tür avantajları olacağı şeklindeki bir soruya karşılık Solana, şu cevabı verdi: “Ülke, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasların ortasında bulunuyor. / Coğrafya bilgisi de varmış . George bush kadar olamadın lan Solan / Türkiye’nin bu bölgede muazzam bir etkisi var / Vardır tabi /. Buraların istikrara kavuşturulmasına yardımcı olabilir / Seni amcık , İstikrarsızlık senin emir aldıklarından geliyor Göt Hoş /. Bu aynı zamanda Avrupa’nın güvenliğini de artırır. Bu yüzden Türkiye bizim tarafımızda olmalıdır./off nerden nereye atladı gene. Ulan amcık , dünyayı siz yönetiyorsunuz. Ne kadar istikrarsızlık varsa Sizin Kıçınıza kaçacak. al Haberi sen / Aksi takdirde kendisine başka ortaklar arar.”/Bi z aradığımızı Bulduk /

Javier Solana, Türkiye’den AB sürecinde beklentilerini ise şu şekilde sıraladı: “Türkiye AB üyesi olmak istiyor / Kim istiyormuş, Hani AB ye girmek istiyor desen, Gireriz biz size dicem ama. üyelik bizi bağlayamaz /. Biz Ankara’dan üyelik konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmesini bekliyoruz / George bushu domalta domalta düzmek bu şartlarda mı /. Yoksa üyelik olmaz. / ulan bu bir önceki cümleme cuk oturdu / Türkiye’deki politik gelişmeler Kopenhag Kriterleri’yle uyumlu olmalı / Hadi cnm sende sana yakında osmanlı kriterleri getiricem , Terleyeceksin biraz /. Buna hukuk devleti olma, işleyen bir piyasa ekonomisine sahip olma / Ortaklarımızı Bu ekonomide görmek istiyorum anladın sen onu / ve AB kurallarını /Kuralları biz koyarsak uyarız tatlım Size girmemize bile gerek kalmaz. Sen bunu da anladın aşkım/ kabul etme de dahil.”

Ünal Arslan, Frankfurt

‘SPK’da adamları var, bizi Borsa’ya almıyorlar’

Kombassan Holding Başkanı Haşim Bayram, 47 fabrikada 25 bin çalışanla hizmet vermelerine rağmen Borsa’ya kabul edilmediklerini söyledi. ( Güzel kardeşim, birileri seni tehlikeli görmüş , böyle halkın parası kullanılamaz diyor. Halkın parası seni sevmeyen ibnelerin cebine giderse sen de sistemin adamı olabilirsin. ama yok ben harac falan vermem diyorsan sende derin birilerini uyandır da kaşıntısı olan birileri varsa kaşınsın , hadi sağlıcakla ) Aydın doğan orospu cocuğu seni tanıyor. Ülker grubuna da bi ara musallat olmaya calısmıslardı. Sistemin hırsızı , sistemin adamı aydın sistemin sevmediklerini saf dısı edecekki ise yarasın belki büyür , büyümezse götünü ancak kurtarır belki :)… – diye düşünüyor – kaşıyacağız tabi uzanı da

Holdingin önünü kesen bir takım insanların olduğunu kaydeden Bayram, bu kişilerin Sermaye Piyasası Kurulu’nda ve siyasette adamları olduğu görüşünde. ( offf olm inan cok zekisin ) Sen her kurum kendi kafasına göre takılıyor diye düşünüyorsun galiba Nerde yaşıyosun olm sen ) Holdingin 80 bin ortağından kimseyi mağdur etmediğini dile getiren ( Olmaz öyle şey adamlar istemezler tabi seni 🙂 )Bayram “Mağdurum diyen yalan söylüyordur. Birçok gayrimenkulümüz var isteyenlere ev veriyoruz. Sabancı ve Koç’la bile kıyaslandığında en güzel defterler bizde . ( Çok tehlikelisin Bayram, Sabancı ve Koç bile kis kis gülüyordun arkandangülenleri de düzenlemek lazım tabi kanaatimce – ) ” dedi. Kendilerini kontrole art niyetli insanların geldiğini öne süren Bayram, vergilerini sonuna kadar ödediklerini ( Offf olmaz öyle, devlete verdiğini bu adamlara versen sorun morun kalmazdı -hepside vatansever atatürkçü bunların , cumhuriyetin temellerine sıkı sıkı bağlılar , bahsettiğin siyasiler de muhtemelen maşa chpli ibneler ), aksi durumda Konya’daki memurların maaşlarını alamayacaklarını söyledi. Antalya’da iştirakleri olan Bera Otel’in açılışında konuşan Haşim Bayram hükümete ilginç bir teklif yaptı. ( Anlamıyorsun Haşim , sen ne büyük işlere kalkıyorsun öyle , 3 şirket bırakmıyorlar adamlar sen bor dan bahsediyorsun. böyle projeler cumhuriyetin temel ilkelerine aykırı , atatürkçülük denen birşey var, bilim teknoloji ve bağımsızlık gerektiren şeyler temel ilkeler , .. Borla morla sen uğraşma ben hallederim sen boru bul tecavüz edicek atatürkcü de bul emin ol cok alacağımız da vardır. Siyasiler öncelikli olsun istersen . İstersen devletten maas alan olsun da ne olursa olsun de :)Avrupa’daki Türklerden 50 milyar dolar toplayabileceğini belirterek, bor madeni projesinde devlete yüzde 51 ortaklık teklif etti: “Boru işleyerek satacağız. Hissenin yüzde 51’i devletin olacak. Devlet de sermaye olarak bor yataklarını açacak. Yüzde 49, yani 49 milyar dolarlık hisse senedi çıkaracağız. Bunu satacağız.” Antalya, Anka

Koyu ve italik yazılar Blog yazarının fantazi ve ihtirasları kaynaklıdır. Gerçeklerle yakından uzaktan alakası yoktur. Tabi yerseniz?

ABD’nin Derdi İran Değil, Petrol

Washington’un İran’a karşı gerilimi tırmandırması, bölgenin enerji kaynaklarını kontrol altına alma kararlılığı tarafından yönlendirilmektedir. Enerji zengini Ortadoğu’da, sadece iki ülke Washington’un temel taleplerine kendilerini adamadı: İran ve Suriye. Her iki ülkenin de düşman görüldüğü şu ortamda İran daha fazla önem taşıyor. ( Neden Bizde Atatürkçülük var diye mi ABD İçin Sorun yok, Biz Adadık mı kendimizi ABD emperyalizmine? Bizimkiler ne iş yapar? Daha doğrusu biz ne yapıyoruz ? Uluslar arası kimliğimiz , kişiliğimiz , karakterimiz , Ağırlığımız var mı politikalarımızda… Uyanmamız ve silkinmemiz lazım ! )

Soğuk Savaş’tan bu yana kural, şiddet uygulamak için ana düşmanı kötülemek meşru bir tepki haline dönüşürken,
genelde en çürük gerekçeler sıralanagelmiştir. Bush, Irak’a daha fazla asker gönderirken, İran’ın -dış müdahaleden tümüyle özgür bir ülke- Irak’ın iç işlerine karıştığı öykülerinin ortaya atılması hiç de şaşırtıcı değil.
Bu, Washington’un dünyayı yönettiği algılamasının zımni bir ifadesidir.

Washington’un Soğuk Savaş mantalitesi çerçevesinde, Tahran, Lübnan’daki Hizbullah’tan, Irak’ın güneyindeki ve Suriye’deki Şia yarımay olarak nitelenen şeyin zirvesini oluşturuyor. Yine, Irak’taki ‘asker artırma’ ve İran’a karşı suçlama ve tehditlerin kızıştırılmasının, İran’ın Irak’la sınırlandırılan bir gündem çerçevesinde bölgesel güçlerin konferansına katılımı ile aynı dönemde olması hiç de şaşırtıcı değil. Görünen o ki, diplomasiye doğru atılan bu küçük adım, artan korkuları ve Washington’un artan saldırganlığının azdırdığı öfkeyi yatıştırma niyeti taşıyor. Bu kaygılara, Peter Bergen ve Paul Cruickshank’ın, Irak savaşının dünya çapında terörizmi yedi misli artırdığını ortaya koyan detaylı çalışmasında gayet yerinde işaret ediliyor. Ve, ‘İran etkisi’ bu durumu daha da vahimleştirebilir.

ABD için, Ortadoğu’daki öncelikli mesele birbirine paralel olmayan enerji kaynaklarının etkin bir şekilde kontrol edilmesinin sürdürülmesidir. Erişim ikinci önemdedir. Petrol yüzeyde oldu mu her yere götürülebilir. Kontrol, küresel hakimiyetin bir unsuru olarak anlaşılmaktadır. Bu “hilal” içindeki İran nüfuzu ABD’nin kontrolüne meydan okuyor. Bir coğrafya kazasıyla, dünyanın en önemli petrol kaynakları büyük ölçüde Ortadoğu’nun Şii bölgesinde bulunuyor, Suudi Arabistan ve İran’a bitişik bölgeler aynı zamanda en önemli doğalgaz rezervlerini de barındırıyor. Washington’un en büyük kâbusu, dünyanın petrol zenginliğini kontrol eden müttefik Şia’nın ve bağımsız bir ABD’nin kaybedilmesi. Böyle bir blokun ortaya çıkması, Çin merkezli Asya Enerji Güvenlik Ağını da içine alabilir. Eğer Bush plancıları bunun gerçekleşmesine izin verirse, bu ülkeler ciddi bir biçimde ABD’nin dünyadaki güç konumunun altını oyacaktır. Washington’a göre, Tahran’ın temel kabahati onun meydan okuması, 1979’da Şah rejimini devirmesi ve ABD büyükelçiliğindeki rehine krizi. İntikam olarak Washington, Saddam Hüseyin’in İran’a karşı saldırganlığını destekledi ve binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Sonrasında, İran’ın diplomatik çabalarını reddeden Bush yönetimi altında ölüm saçan yaptırımlar geldi.

Geçen temmuzda, İsrail 1978’den bu yana beşinci kez Lübnan’a saldırmış oldu. Daha önce de olduğu gibi, ABD desteği bu süreçte kritik bir unsurdu. Kısa bir araştırmayla saldırı bahaneleri çürütülürken, Lübnan halkı için saldırının sonuçları ağır oldu. ABD-İsrail’in Lübnan müdahalesinin sebepleri arasında, Hizbullah’ın ABD-İsrail’in İran’a saldırıda caydırıcı olabileceği de vardı. Ancak, savaş tehditlerine rağmen ben Bush yönetiminin İran’a saldıracağını sanmıyorum. ABD’de ve dünyadaki kamuoyu bu müdahaleye büyük ölçüde karşı. ABD ordusu ve istihbaratı da bu savaşa karşı görünüyor. İran, bir ABD saldırısına karşı kendini savunamaz; ancak başka yollarla cevap verebilir. Washington içten içe İran’ı istikrarsızlaştırmanın yollarını arıyor olabilir. İran’daki etnik yapı hayli karışık, nüfusun çoğu Farsi değil. Ayrıca, ayrılıkçı eğilimler de var ve Washington onları kışkırtmaya çalışıyor. İstenen şey, reformların altı oyulurken bir yandan da bir ayaklanmayı kışkırtmak. (The Guardian, 10 Mart 2007)

NOAM CHOMSKY

Kaynak:Zaman Gazetesi

GENEL OLARAK TÜRKİYE VE BALKANLAR




BALKANLAR, Türkiye’nin önemli bir stratejik ufkunu belirlemektedir. 500 yıllık tarih, bu bölgede yaşayan Müslüman-Türk halklar, milli sınırlarımız, stratejik çıkarlarımız, Balkanlar’ı Türkiye için en önemli dış politika unsurlarından biri haline getirmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin bu bölgede aktif olması, barış ve istikrarın korunması için girişimlerde bulunması ulusal politikamızın önemli bir parçasıdır ve öyle olmaya da devam etmelidir. Türkiye bir yandan bölge ülkelerinin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı duymakta, diğer yandan da Balkan ülkeleriyle ikili ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır.
Balkanlar Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısıdır: Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan, ticari akışın sağlandığı otoyollar ve tren hatları Balkan ülkelerinden geçmektedir. Ayrıca Avrupa’dan Türkiye’ye kara yoluyla gelen turistler de Balkanlar üzerinden geçmektedir. Bu yüzden Balkan ülkelerindeki sorunlar, Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmektedir.
Balkanlar’da çok sayıda soydaş ve dindaşımız vardır: Türkiye ve diğer Balkan ülkelerinin halkları arasında önemli bağlar mevcuttur. 500 yıllık ortak yaşamdan kaynaklanan bu bağlar sonucunda çeşitli Balkan ülkelerinde kardeş topluluklar oluşmuştur. Bu topluluklar sadece soy ve din olarak değil, yoğun akrabalık bağlarıyla da Türkiye’ye bağlıdırlar. Çeşitli dönemlerde Balkanlar’da ortaya çıkan etnik sorunların ardından, Türkiye’ye çok sayıda göç olmuştur. Nitekim Türkiye’de Balkanlar’dan göç etmiş, akrabalarını orada bırakmış birçok Türk ve Müslüman yaşamaktadır.
Balkanlar’la ortak coğrafya ve tarihi paylaşmaktayız:
Türkiye Balkan yarımadasının Meriç Nehri’ne kadar olan bölümüne sahip olması sebebiyle bir Balkan ülkesidir. Balkan yarımadasında bugünkü topraklarımız fazla bir yüzölçümü oluşturmasa da, 500 yıldan fazla bir süre, Balkanlar’ın neredeyse tamamı Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolünde olmuştur. Osmanlı mimarisi, yönetimi, geleneği, kültür ve sanatı bölgede hakim unsurlardan biridir.
Balkanlar stratejik öneme sahiptir: Balkanlar, belirli bir dönem boyunca Türkiye’yi koruyan bir savunma kalkanı görevi görmüştür. Özellikle Türk-Rus Savaşları’nda bu kalkanın önemi daha çok ortaya çıkmıştır. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk de Balkanlar’a büyük bir önem vermiştir. Son dönemlerde dış siyasette yaşadığımız sıkıntıların büyük bir kısmı da Yunanistan gibi Balkan ülkeleriyle olmuştur. Bu yüzden Balkan ülkelerinde meydana gelebilecek siyasi değişimler ve ideolojik gelişmeler, bu ülkelerde Müslüman-Türk azınlıklara karşı yapılan uygulamalar Türkiye’yi birinci dereceden ilgilendirmektedir.
Balkan ülkeleri ekonomik açıdan önemlidir: Balkan ülkelerinin Türkiye’nin dış ticaretinde önemli bir yeri vardır. Özellikle bu ülkelerin AB’ye katılmasının ardından bu önem daha da artacaktır. Bu ülkelerle yapılan ekonomik iş birliği anlaşmaları, enerjiden telekomünikasyona kadar çok çeşitli alanlarda yapılan ortak yatırımlar, Balkan ülkelerini Türkiye’nin ticari ortağı haline getirmiştir.
Türkiye, Balkanlar’ın bu öneminin farkında olarak Güneydoğu Avrupa Ülkeleri (GDAÜ) İş Birliği Süreci ve Güneydoğu Avrupa Çok Uluslu Barış Gücü (GAÇBG) gibi önemli girişimlerin hayata geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu sayede bölgede kalıcı bir barışın sağlanmasını arzulamaktadır. Yine bu amaçla Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı (İP) ve Güneydoğu Avrupa İş Birliği Girişimi (SECI) gibi platformlarda aktif olarak çalışmalar yürütmektedir.
Türkiye, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Makedonya Cumhuriyeti, Romanya, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın tam, Hırvatistan’ın da gözlemci üye olarak katıldığı Güneydoğu Avrupa Ülkeleri (GDAÜ) İş Birliği Süreci, bölge ülkelerinin kendi aralarındaki iş birliğini geliştirme ve Güneydoğu Avrupa’ya kalıcı istikrar getirme amacıyla kurulmuştur. Uluslararası toplumun Balkanlar’daki sorunları çözmek için geliştirdiği Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı (İP) da Türkiye tarafından güçlü bir şekilde desteklenmektedir. Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerin kısa süre sonra NATO üyesi olacak olmaları, ayrıca Balkan ülkelerinin neredeyse tamamının AB’ye kabul edilme aşamasında olmaları, hem askeri hem de ekonomik açıdan Türkiye’nin bu ülkelerle aynı ittifakların içinde yer almasının yolunu açmıştır.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye, Balkanlar’ın stratejik ve ekonomik öneminin farkındadır. Ayrıca bölgenin kalıcı barış, huzur ve refaha kavuşması için önemli adımlar atmaktadır. Ancak bütün bu alanlarda yapılan girişimler, sosyal ve kültürel alanda yapılması gereken faaliyetlerle gereği gibi desteklenememektedir. Bilindiği gibi günümüzde hızla azalmakla birlikte, bazı Balkan ulusları arasında Türkler’e karşı ön yargılı bir yaklaşım vardır. Osmanlı’nın bu topraklardaki tarihi hakkındaki yanlış bilgilendirmeden kaynaklanan bu ön yargılar, Türkiye’ye ve Türklüğe yönelik yersiz ve haksız bir tavra neden olmuştur. Aynı şekilde Türk olmayan Müslüman toplumlar da çeşitli baskı ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Türkler hakkında bu tür yanlış duygulara sahip ulusların kalbini kazanacak, yerleşik ön yargıları değiştirecek kültürel ve eğitici faaliyetler yapmak, Türkiye’nin Balkan politikasında önemli bir yer tutmalıdır.
Yunanistan’la yaşanan sorunların bir an önce çözüme kavuşturulması, Sırbistan’la yeni yeni kurulan ilişkilerin hızla iyileştirilmesi bölgede daha sıcak ilişkilerin kurulmasına ve olumsuz propagandaların sona ermesine yol açacaktır. Balkanlar’da yaşayan çok sayıdaki Müslüman-Türk azınlığın sıkıntılarını gidermek, onların bulundukları ülkelerde bütün haklardan ve imkanlardan faydalanmalarını sağlamak da bu politikanın önemli unsurlarından biri olmalıdır.
Kültür Bakanlığımız’ın girişimlerinin çapı genişletilmeli, Balkanlar’da Osmanlı’dan kalan eserlerin envanteri çıkartılmalı, bunların içinde uygun olanlar süratle restore edilmelidir. Ayrıca bölgeye has Osmanlı gelenekleri, el işçiliği, halk edebiyatı canlandırılmalı, azınlıkların yoğun oldukları bölgelerde kültür merkezleri ve temsilcilikler kurulmalıdır. Böylece Balkanlar, bütün dünyaya örnek teşkil edecek bir barış ve istikrar bölgesi haline gelecektir.

GÜNÜMÜZDE BALKAN ÜLKELERİ VE SORUNLAR

SON yıllarda Balkanlar’da bazı ülkelerin sınırları ve yönetim şekilleri değişmiş, yeni anlaşmalar yapılmış, yeni stratejik-ekonomik ortaklıklar kurulmuştur. Bu önemli değişimler, Balkan ülkelerinde yaşayan Müslüman-Türk azınlıkları derinden etkilemiş, kimi ülkelerde bu halkların varlığını tehlikeye düşürmüş, onları korkunç “etnik temizlik” girişimlerinin hedefi haline getirmiştir. Bosna-Hersekli Müslümanların ve Kosovalı Arnavutların maruz kaldıkları radikal Sırp saldırganlığı, bu trajedilerin en büyük iki örneğidir.
Son dönemde meydana gelen değişimlerin önemli bir yansıması olarak, Türkiye’nin, Balkan ülkeleriyle ilişkilerinin geleneksel yapısı da değişime uğramıştır. Bu ülkelerin son yıllarda yaşadığı değişimi ve Müslüman-Türk azınlıkların durumunu yakından incelemek, konuyu daha iyi kavramamıza imkan verecektir.

Yunanistan
Yunanistan, Balkan ülkeleri içinde, Türkiye açısından ayrı bir konuma sahiptir. İki ülke arasında, 1920 yılında yaşanan savaştan sonra hiçbir çatışma yaşanmamasına, onlarca yıldır aynı ittifakların içinde bulunulmasına rağmen, kronikleşmiş bazı sorunlar vardır. Ve bu sorunlar günümüzde de herhangi bir çözüme ulaşamamıştır. İki komşu ülkenin arasındaki sorunların çözülmesi, hem bu ülkeler hem de bölge için gereklidir.
Önce iki ülkenin ilişkilerinin tarihçesine bakalım. Osmanlı Devleti 1354 yılında Gelibolu’ya yerleşmiş, 1362’de Edirne’yi, kısa süre sonra da Gümülcine, Serez, Drama ve Kavala’yı topraklarına katmış. Bu tarihten itibaren Bizans’ı vergiye bağlamış, sonraki dönemlerde Teselya, Vardar ve Selanik’i alarak günümüz Yunanistanı’nın büyük bir kısmını fethetmiştir. 1453 yılında gerçekleşen İstanbul’un fethi, Bizans’ın sonunu getirmiş, 1461’de Trabzon ve Mora’nın hakimiyet altına alınması, bu sonu kalıcı kılmıştır. İlerleyen yıllarda Ege adaları; 1522’de Rodos, 1566’da Sakız ve Naksos, 1571’de Kıbrıs, 1577’de Sisam, 1699 yılında da Girit fethedilmiştir. Bu hakimiyet 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ılımlı yönetim politikası Yunan halkı için de geçerli olmuştur. Rum-Ortodoks halk, diğer gayrimüslim tebaanın sahip olduğu bütün haklara, ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olmuştur. Bu dönemde halk, yerel ve özerk yönetimler kurma hakkına sahip olmuş, birçok bölge vergi muafiyeti altına girmiştir. Encarta Ansiklopedisi’nde Rumların Osmanlı idaresi altında huzur ve barış içinde yaşadıkları şöyle anlatılır:
Osmanlı İmparatorluğu’nun Rum halkları, genel olarak dinsel özgürlük ve hatırı sayılır bir otonomiye sahip olmuşlardır. Ortodoks Kilisesi’nin başı olan Patrik, Osmanlı başkenti olan İstanbul’da yerleşmiştir. Etnik kökenleri ne olursa olsun Ortodoks Hıristiyanların politik ve manevi lideri odur. İstanbul’un Fener semtinden gelen küçük ailelerin üyeleri olan Fener Rumları, Osmanlı sultanının hizmetinde önemli yönetim ve diplomasi mevkilerine sahip olmuşlardır.
Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla büyük imtiyazlar elde eden Patrik, sadece Rumların değil, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün Ortodoksların temsilcisi haline gelmiş, evlilik işlemlerinden miras işlerine, cezai davalardan günlük hayata kadar bütün alanlarda Ortodoksların yöneticisi olmuştur. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Patrik, 13 milyon kişiyi bulan Hıristiyan uyruğunun üzerinde yetki sahibiydi ve bu rakam, Osmanlı’nın bütün uyruklarının dörtte birini oluşturmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü Yunanistan topraklarında yaklaşık 400 yıl hakim olmuş, Selanik, Osmanlı’nın ikinci büyük şehri haline gelmiştir. Başta Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulusçuluk akımı olmak üzere, çeşitli sebepler sonucu 1814-1820 yıllarında başlayan etnik isyanlar, 1829 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’na kadar geçen sürede, Yunan tarafı “Megali İdea” politikasını hayata geçirmeye çalışmış, bu amaçla yayılmacı bir politika uygulamıştır.

Megali İdea, kelime anlamı ile “büyük ideal, büyük fikir” demektir. Rigas Pheraios adlı bir Yunanlı tarafından ilk defa 1791 yılında gündeme getirilmiştir. Bu fikre göre, 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen İstanbul tekrar ele geçirilecek, Yunanistan, Girit, Rodos, Kıbrıs, Anadolu, Rumeli, Balkanlar, Yakın Doğu ve Ortadoğu’yu, kısacası Türk topraklarının büyük bölümünü kapsayan ve başkenti İstanbul olan yeni bir “Büyük Bizans İmparatorluğu” kurulacaktır.
Gerçekleşmesi imkansız bir hayal olan bu plan, 19. yüzyılın başından itibaren -o dönemin siyasi koşullarında- taraftar toplamaya başlamış, bu amaçla haritalar hazırlanmış, Rum halkı arasında yoğun bir propaganda ve beyin yıkama çalışması başlatılmıştır. Osmanlı vatandaşı olan Rumlar kışkırtılmış ve bir kısmı Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardır. 1821’de başlayan Yunan isyanı kısa sürede sonuç vermiş; 1830 yılında dönemin büyük güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın koruması altında Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir.

I. Dünya Savaşı’nın ardından Yunan ordularının Anadolu’yu işgali, söz konusu “Megali İdea”yı uygulamak için başlatılmış bir girişimdir. Ancak, elbette, Türk Milleti’nin kahramanca yürüttüğü Kurtuluş Savaşı karşısında başarısızlığa uğramıştır. Kurtuluş Savaşı’nda yaşadığı büyük yenilgi, Yunanistan’ın toprak kazanma hayallerini durdurmuş ve Türkiye ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmıştır.

Mora’da Türklere karşı isyanı gösteren kartpostallar
Lozan Antlaşması’nın ertesinde, Türk-Yunan ilişkilerinde belirgin bir yumuşama dönemi yaşanmış, arada yaşanan sorunlar, görünüşte de olsa, kısa sürede sona erdirilmiştir. Ancak ileriki yıllarda yaşanacak büyük sorunların temeli de bu dönemde atılmış, 30 Ocak 1923 yılında imzalanan Mübadele Anlaşması’nın uygulamaya geçmesi sırasında ortaya çıkan sorunlar, iki ülke arasındaki güvensizliğin yeniden doğmasının da temellerini atmıştır. 1930’dan itibaren başlayan yakınlaşma süreci Venizelos’un Türkiye’ye gelmesi ve tarafların bir Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Anlaşması imzalamalarıyla daha derin bir görünüm kazanmıştır. 1952 yılında iki ülke de NATO’ya katılarak güçlü bir ittifakın içinde yer almış, ortak cephe oluşturmuşlardır. Bu bahar havası, 9 Ağustos 1954 yılında imzalanan Balkan İttifakı’yla devam etmiş ancak 1955 yılında Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıyla, hem Yunanistan-Türkiye ilişkileri bozulmuş hem de Balkan İttifakı sona ermiştir.

Bu tarihten itibaren, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler üç temel sorun üzerinde odaklanmıştır. Hiç kuşkusuz bu sorunların en büyüğü, günümüzde de önemi artarak devam eden Kıbrıs sorunudur. Diğer iki konu ise Ege ve azınlıklar sorunlarıdır.

Kıbrıs Sorunu

15. yüzyılın sonlarında Venedikliler Kıbrıs’a hakim olmuş, yaklaşık bir asır boyunca adanın yönetimini ellerinde tutmuşlardır. Venedik idaresi altında Kıbrıs halkı, siyasi, ekonomik ve dini bakımdan büyük baskı görmüş, Kıbrıslı Ortodoks Rumlar mezhep değiştirmeye ve Katolik olmaya zorlanmış, ağır vergiler ve baskılar altında ezilmişlerdir.
Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz’de güvenliği sağlamak için adanın yönetimini üstlenmekten başka bir çare olmadığını görmüş, bu amaçla önce diplomatik girişimlerde bulunmuş, sonuç çıkmayınca da Kıbrıs’a sefer düzenleme kararı almıştır. Ağustos 1571’de Kıbrıs fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır.
Osmanlı, Rumların üzerindeki ağır baskıları kaldırmış, rahat ve huzurlu bir ortam sağlamıştır. Böylece ada halkı o dönemin şartlarına göre geniş imkanlara, haklara ve özgürlüklere kavuşmuş; kendi kiliselerinde tam bir hürriyet içinde ibadet edebilmiştir. Fetihten sonra, Anadolu’dan göç eden Türkler sayesinde adada belirli bir Türk nüfusu oluşmaya başlamış, bu Türkler Kıbrıs’ın sosyal, kültürel ve ekonomik hayatına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Kıbrıs’ta birarada yaşayan Türkler ile Rumlar arasındaki ilişkiler dostluk, beraberlik, barış, yardımlaşma, hoşgörü, saygı, iş birliği, din, inanç ve ibadet özgürlüğü esasları çerçevesinde gelişmiştir.
“Megali İdea” ve “Enosis” ortaya çıkana kadar Kıbrıslı Türkler ve Rumlar örnek bir birliktelik sergilemişlerdir. Adadaki karma köyler bunun açık bir delilidir. Nitekim 1832 sayımına göre adada 172 karma köy, 198 Hıristiyan köyü ve 92 Müslüman köyü vardır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve buna bağlı bazı gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni olduğu gibi, Kıbrıs’ı da doğrudan doğruya etkilemiş, Osmanlı’nın bu savaştan yenik çıkması, Çarlık Rusyası’nın yayılmacı siyasetine karşı İngilizlerle iş birliği yapmasına yol açmıştır. 4 Haziran 1878 günü yapılan bir anlaşmayla Osmanlı ve İngiliz devletleri Rusya’ya karşı ortak hareket etme kararı almış, İngiltere’nin verdiği desteğin bedeli ise Kıbrıs olmuştur. Böylece Kıbrıs İngiliz yönetimine bırakılmış ve üç yüzyıldan uzun süren Osmanlı yönetimi sona ermiştir. Her ne kadar yönetim İngiltere’ye bırakılsa da, adanın mülkiyeti Osmanlı Devleti’nde kalmış, aslında Kıbrıs, geçici bir süre için İngilizlere verilmiştir. Ancak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı yönündeki çalışmalar, adanın İngiliz yönetimine geçmesinin ardından hız kazanmış, bu amaçla her türlü yönteme başvurulmuştur.
Adada 1878’den 1960’a kadar süren İngiliz dönemi, Kıbrıslı Türkler açısından zorluklarla dolu olmuştur. Bu dönemin başındaki ve sonundaki nüfus sayımları bunun bir göstergesidir. İngilizlerin geldiği yıllarda adada 45 bini Türk, 137 bini Rum olmak üzere yaklaşık 185 bin kişi yaşamaktadır. Yani Türkler, Rumların üçte biri oranındadır. İngiltere hakimiyetinin sonunda ise, Türkler’in oranı beşte bire kadar düşmüş,22 diğer bir deyişle, adadaki nüfus dengesi Türkler aleyhine bozulmuştur. Bunun başlıca nedeni, saldırılar, ekonomik ve siyasi baskılar sonucunda çok sayıda Türk vatandaşının adayı terk etmesidir.
Bu dönemin önemli olaylarından biri, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda karşı cephede yer almasını öne sürerek, 1914 yılında Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak etmesidir. O tarihe kadar adanın sadece yönetiminden sorumlu olan İngiltere, böylece Kıbrıs’ı tam anlamıyla ele geçirmiş, Osmanlı hükümeti bu gelişme karşısında fazla bir şey yapamamıştır. Rumlar ise İngiltere’nin ilhak kararını sevinçle karşılamışlardır.
Türk Milleti’nin Anadolu’da bağımsızlık mücadelesi verdiği Kurtuluş Savaşı yıllarında Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşmek anlamına gelen, “Enosis” faaliyetlerini sürdürmüş, çeşitli vesilelerle adanın Yunanistan’a bırakılmasını talep etmişlerdir. İngiltere ise bu talepleri her defasında geri çevirmiştir. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile, Kıbrıs Adası’nın İngiltere’ye ait olduğunu resmen kabul edilmiştir. Ancak bu dönemde adada karışıklıklar başlamış, Enosis yanlılarının yürüttüğü faaliyetler sonucu 1931 yılının Ekim ayında isyan patlak vermiştir. 1931 Rum isyanı İngiliz politikasının sertleşmesine yol açmış, isyana katılmayan Kıbrıs Türkleri de bundan olumsuz etkilenmişlerdir.
1950’li yıllarda kurulan terör örgütü EOKA, fanatik bir Rum milliyetçisi olan Grivas’ın liderliğinde, Kıbrıs’taki eylemlerine 1955 Nisanı’nda başlamış, dört yıl boyunca Türk köylerine saldırılar düzenlemiş, Türkleri göçe zorlamış, çok sayıda terörist eylem gerçekleştirmiştir.
Buna karşın Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), Milli Cephe Partisi, Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu, Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu ve Kıbrıs Milli Türk Birliği gibi cemiyetlerin çatısı altında varlıklarını koruma mücadelelerini sürdürmüşlerdir.
Şubat 1959’da imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış ve Kıbrıs sorununda yeni bir safha başlamıştır. Kıbrıs Anayasası hazırlanmış, Garanti ve İttifak anlaşmaları yapılmıştır. Bu anlaşmaların Türkler açısından önemi, Türkiye’nin garantörlük hakkını alması, Enosis’in bir süreliğine de olsa önlenmesi ve Kıbrıs Türkleri’nin yeni cumhuriyette eşit ortaklık haklarına sahip olmasıdır. Ayrıca Türkiye (Yunanistan ile birlikte) Kıbrıs’ta küçük bir askeri birlik bulundurma hakkını elde etmiştir.


EOKA lideri Grivas
Kıbrıs Cumhuriyeti 15 Ağustos 1960’da ilan edilmiş, böylece adada İngiliz hakimiyeti sona ermiştir; Yunanistan “Enosis”, Türkiye ise “taksim” tezini geri çekmiş, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Makarios Cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmuştur. Kabul edilen prensiplere göre cumhuriyetin yönetimiyle ilgili olarak bir Yasama Meclisi kurulacak, bu meclisin % 70’i Rum üyelerden, % 30’u Türk üyelerden olacaktı. Cumhuriyet idaresi “Başkanlık” sistemi olup, cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı ise Türk tarafından seçilecekti. İdare ve belediyelerde %70-%30 oranı muhafaza olunacak, yüzde yüze yakın Türk ve Rum cemaatlerin oluşturduğu mahallerin idaresi o cemaatin memurlarına bırakılacaktı.
Ne var ki Türk ve Rum taraflardan oluşan cumhuriyetin ömrü kısa olmuş, üç yıl sonra, 1963’te cumhuriyet işlevini yitirmiştir. Makarios’un anayasayı değiştirme, Türkler’e tanınan hakları kaldırma, Kıbrıs Türkleri’ni “azınlık” durumuna düşürme, garanti ve ittifak anlaşmalarını feshetme çabaları cumhuriyetin sonunu getirmiştir. Makarios’un anayasayı değiştirme teklifleri Kıbrıs Türkleri ve Türkiye tarafından reddedilmiştir.

Kanlı terör örgütü EOKA’nın militanları

EOKA ve Rum terör çeteleri, 1963 yılı Aralık ayının son günlerinde Türk cemaatine yönelik “etnik temizleme ve adadan kaçırma” planını uygulamaya koymuş, Rumların saldırıları tarihe “Noel katliamı” ya da “Kıbrıs’ta Kanlı Noel” olarak geçmiştir. Bu acımasız saldırıların sonucunda 18.667 Kıbrıs Türkü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler raporlarına göre 1964 yılında Lefkoşe’de 39, Girne’de 7, Baf’ta 49, Larnaka’da 21 ve Magosa’da 21 köy zarar görmüştür. 1963 yılında başlayıp 1964’te de devam eden olaylarda 364 Türk öldürülmüştür. Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşmelerden sonuç alınamaması ve Türk köylerinin işgal edilmesi üzerine, TBMM acilen toplanmış, 16 Kasım 1967’de Anayasa’nın savaş ilanına ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesine ilişkin 66. maddesine dayanarak Kıbrıs’a müdahale kararı alınmıştır. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin devreye girmesi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin şartlarını kabul etmesiyle, Türk harekatı durdurulmuştur.
1968 yılında adadaki sorunları çözüme kavuşturmak için toplumlar arası görüşmeler başlamıştır. Bu görüşmeler bir neticeye ulaşamamışken, 70’li yılların başlarında beklenmedik bir gelişme yaşanmış, Rum-Yunan cephesi ikiye bölünmüştür. Bir tarafta Yunanlı subaylar Grivas ve Sampson, diğer tarafta ise Makarios yer almıştır. Yöntem konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan bu durum, Rum halkını Makariosçular ve Grivasçılar olarak ikiye ayırmıştır. Rum kesimindeki iç çekişme ve mücadele 15 Temmuz 1974’te bir darbe ile sonuçlanmış, Yunanistan’ın desteklediği Rum Milli Muhafız Ordusu Makarios’u devirmiş, terörist Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etmiştir. Adadaki darbenin amacı, bazı Yunanlı subayların yayın organlarına açıkladığı gibi, kısa bir süre içinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıdır.
Türkiye, Garanti Anlaşması’nın dördüncü maddesine dayanarak 20 Temmuz 1974’te tek taraflı olarak Kıbrıs Barış Harekatı’nı başlatmış, 22 Temmuz akşamı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateşkes kararını kabul ederek üç gün süren Birinci Barış Harekatı’nı sona erdirmiştir. 25-30 Temmuz tarihleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının katılımıyla gerçekleşen I. Cenevre Konferansı, Türk taleplerinin kabul edildiği bir anlaşmayla sonuçlanmış, böylece “adada bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerinin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübadele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti” onaylanmıştır.
Ancak bu anlaşma uygulanamamış, yani adada muhtemel bir barış ortamı bir kez daha ortadan kalkmıştır. İşte böyle bir ortamda Cenevre’de düzenlenen İkinci Konferans’tan da (8-13 Ağustos 1974) bir sonuç çıkmaması üzerine, Türkiye, İkinci Barış Harekatı’nı 14-16 Ağustos günleri arasında gerçekleştirmiştir. Böylece günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarını oluşturan bölge, Lefke-Lefkoşe-Magosa hattının kuzeyi, yani adanın yaklaşık % 37’si kontrol altına alınmıştır.


1964 yılında da devam eden saldırıların sonucunda 18.667 Kıbrıs
Türkü yaşadıkları 103 köyü terk etmek zorunda kaldı.

Rum terör çetelerinin 1963 yılındaki, Türklere yönelik saldırılarında, Osmanlı döneminden kalma camiler, tarihi eserler tahrip edildi. Resimde yıkılmış bir Türk camisi görülüyor.
EOKA yanlısı Rumlar (sağda)
20 Temmuz müdahalesi ile Yunanistan’daki askeri cunta istifa etmiş ve sivil bir hükümet kurulmuştur. Eski Yunan politikacılarından Konstantin Karamanlis, sürgünde olduğu Fransa’dan gelerek Yunanistan’ın başına geçmiş ve 20 Temmuz Yunanistan’da demokrasinin yeniden uygulanmaya başladığı tarih olmuştur. Aynı şekilde Kıbrıs’ta 15 Temmuz darbesinin sonucu olarak başa geçen Nikos Sampson çekilerek yerine Klerides getirilmiş ve darbecilerin Rum toplumu içinde egemenliklerini sürdürmeleri engellenmiştir.
20 Temmuz’la Türkiye, 1963 olaylarından beridir savunduğu federasyon tezinin gerçekleşmesine olanak sağlamış; eşitlik, BM kararları ile kabul edilmiştir. 20 Temmuz Barış Harekatı’nın sonucu olarak, NATO çatısı altında iki müttefik üye olan Türkiye ve Yunanistan karşı karşıya gelmiş ve sonuçta Yunanistan, NATO’nun askeri kanadından çekildiğini açıklamıştır. Yine harekatın başka bir sonucu olarak, Türkiye ile ABD de karşı karşıya gelmiş ve ABD kendi müttefiki Türkiye’ye karşı uzun süre askeri-ekonomik ambargo uygulamıştır.


İnsanlık dışı uygulamalara maruz kalan ve öldürülen Türkler,
Rumlar tarafından toplu mezarlara gömüldüler.(Sağda) Toplu mezarda ağlayan bir Türk. (Solda)


Resimlerde, savunmasız Türk yerleşim birimlerine saldıran ve büyük bir katliama girişen Rum birliklerinden kaçan Türk kadınlar görülüyor.
30 Temmuz 1974 Cenevre Anlaşması ve 1 Kasım 1974 tarihli Birleşmiş Milletler kararı ile Kıbrıs’ta iki toplumun varlığı ve eşitliği kabul edilmiştir. Kıbrıslı Türkler bu gerçeğe dayanarak 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni (KTFD) ilan etmiş, 1976 ve 1981’de genel ve yerel seçimler yapılmış, Rauf Denktaş, 1983 yılına yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar Federe Devletin Başkanı olarak görevde kalmıştır.
Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de, nüfus mübadelesi anlaşmasıdır. Böylelikle güneyde kalan Türkler kuzeye, kuzeyde kalan Rumlar ise güneye geçmişler; Kıbrıs’taki iki toplum adanın iki ayrı bölgesinde toplanmıştır. 1977-1979 dönemi, Doruk Anlaşmaları olarak bilinen toplumlar arası görüşmelere sahne olmuştur. Rauf Denktaş’ın çağrısıyla başlayan görüşmeler önce Denktaş ile Makarios, sonra ise (Makarios’un ölümünün ardından) Denktaş ile Kiprianu arasında gerçekleşmiştir. Bu görüşmeler neticesinde Mayıs 1979’da, her ne kadar on maddelik bir anlaşma imzalansa da, bu düzenlemelerin sorunun çözümüne fazla bir katkısı olmamıştır.
1980 Ağustosu’nda yeniden başlayan ve aralıklarla 1983 Mayısı’na kadar süren görüşmelerden de bir sonuç çıkmamış, Türk ve Rum tarafları iki kesimlilik, iki bölgelilik, temsil, federal devletin yetkileri, yerleşme, mülk edinme ve serbest dolaşım gibi konularda ortak bir noktaya gelememişlerdir.
Kıbrıs sorununda önemli dönüm noktalarından biri, 1983 senesidir. 13 Mayıs’ta Birleşmiş Milletler, Kıbrıs Rum yönetimi lehinde bir karar almış, buna karşılık olarak KTFD, 17 Haziran’da Kıbrıs Türk halkının self-determinasyon hakkını vurgulayan kararını açıklamış, 15 Kasım 1983’te ise, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kuruluşunu ilan etmiştir. Rauf Denktaş yeni kurulan Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı seçilmiş ve Kıbrıs Türk toplumu adına görüşmeleri yürütme görevini üstlenmiştir. Ne var ki bazı büyük devletlerin baskıları sonucu, Türkiye dışında hiçbir devlet KKTC’yi tanımamıştır.
Dönemin BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın aracılığı ile 1984 yılında toplumlararası görüşmeler tekrar başlamış, Genel Sekreter her iki toplumun taleplerini göz önünde bulundurarak bir anlaşma taslağı hazırlamıştır. Ancak ne bu dönemde ne de BM Genel Sekreteri Boutros Gali’nin 1992 yılında başlattığı girişimler döneminde bir çözüme ulaşılabilmiştir. Gali, taraflar arasındaki tüm anlaşmazlık konularını kapsayan bir çözüm önerisi getirmiş, Türk tarafı 100 maddeden 91’ini kabul ettiğini bildirmiştir. Ancak Rum tarafının çekinceleri, anlaşmayı imkansız kılmıştır.
1993’te Glafkos Klerides’in iktidara gelmesiyle, müzakereler Denktaş ile Klerides arasında sürmüştür. İlk başta Klerides’in Rum toplumunu temsilen görüşmeci olması, sorunun çözümü açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Ancak 1999-2000 yıllarında, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın gözetimindeki görüşmelerden de bir sonuç çıkmamış, Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne alınması kararı ise, sorunu eskisinden daha da karmaşık bir hale getirmiştir.
2001 yılının sonlarında Rauf Denktaş’ın Klerides’i yüz yüze görüşmeye çağırmasıyla Ocak 2002’de yeni bir görüşme süreci başlamış, Klerides’in KKTC’yi, Denktaş’ın da Güney Kıbrıs’ı ziyaret etmesi, Kıbrıs tarihi açısından oldukça önemli bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Ancak liderlerin defalarca biraraya gelmelerine rağmen yine somut bir ilerleme sağlanamamış, devreye Kofi Annan tarafından hazırlanan “Annan Planı” girmiştir. Ancak bu plan, kalıcı ve barışçıl bir çözüm getirmemektedir.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, BM Genel Sekreteri Kofi Annan ve Kıbrıs Rum Kesimi eski lideri Glafkos Klerides birarada
Kısacası, bütün çabalara ve girişimlere rağmen iki tarafın da üzerinde anlaştığı bir plan henüz oluşturulamamıştır. Konuya dahil olan ve tarafsız olması gereken ülkelerin bir kısmı, Rum kesiminin tarafında yer almakta ve Türk tarafını sözde çözümsüzlüğün sebebi ilan etmektedirler. Bu durum, Türk tarafındaki güvensizliği artırmaktadır. Avrupa Birliği, iki ülke arasında yapılmış uluslararası anlaşmaları dikkate almayarak Rum kesimini Avrupa Birliği’ne kabul etmiş, Türk tarafının durumunu ise kesin bir sonuca bağlamamıştır. Türk tarafı son dönemlerde çeşitli açılımlar yapmış, ancak Rum tarafı, geçmişte olduğu gibi bugün de, bu açılımlara beklenen olumlu cevabı vermemiştir. Tüm bunlara rağmen her iki tarafın ve uluslararası toplumun çözüm için gösterdiği çabalar devam etmektedir.
Kıbrıs sorunu başta da belirttiğimiz gibi, Yunanistan ve Türkiye arasında yaşanan sorunların en büyük olanıdır. İster iki toplumun karşılıklı görüşmeleri sonucunda, ister Avrupa Birliği çerçevesinde, isterse de iki toplumun kabul edebileceği makul bir plan çerçevesinde olsun, bu sorunun bir an önce çözüme kavuşturulması, bölgede barış ve huzur dolu bir dönemin başlangıcı olacaktır.

Ege Sorunu
1830’da Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, Ege adalarının bir kısmı (Batı Ege Adaları: Eğriboz, Kuzey Sporatlar, Kiklad Takımadaları) bu ülkeye bırakılmıştır. 1912-13 yıllarında meydana gelen Balkan Savaşı’nın bir sonucu olarak, Doğu Ege Adaları, yani Taşoz, Midilli, Sakız, Psara, Nikarya, Limni, Semadirek, Gökçeada ve diğer küçüklü büyüklü adalar da Yunanistan’ın eline geçmiştir. 1913 Londra Antlaşmasına göre, Girit’in geleceği hakkındaki kararlar Balkan devletlerine, Ege adalarıyla ilgili kararlar ise “Altılar” adı verilen ülkelere (İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan, İtalya) bırakılmıştır. Bu ülkeler, Meis dışındaki On iki Adayı İtalya’ya, Bozcaada ve İmroz dışındaki Doğu Ege adalarını da Yunanistan’a bırakmış ve bu adaların askerden arındırılması koşulunu getirmişlerdir. Adalarla ilgili ayrıntılı düzenlemeler 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’yla gerçekleştirilmiş, Ege Denizi’nin bir barış ortamı olması sağlanmış, çıkan sonuçtan iki taraf da memnun olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde imzalanan Paris Barış Antlaşması’yla da On iki Ada İtalya’dan alınıp, askerden arındırılmış olması şartıyla, Yunanistan’a verilmiştir.
Bu barış ortamı 1960 yılından itibaren bozulmaya başlamıştır. Bu yıldan itibaren adaları silahlandırmaya başlayan Yunanistan, Türkiye’nin notalarına ve Antlaşmalara uyma çağrılarına karşılık olarak, 1936’da imzalanan ve Türkiye’ye Boğazlar bölgesini güvenlik zaruretiyle silahlandırma yetkisi veren Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin kendine bu hakkı verdiğini öne sürmüştür. Halbuki bu sözleşmede Yunan adalarıyla ilgili bir düzenleme söz konusu olmamıştır.
1974 yılına kadar düşük bir gerginlikte devam eden sorun, bu tarihten itibaren iki ülke arasında daha yüksek bir gerilime sebep olmuş ve iki ülkeyi çeşitli tarihlerde savaşın eşiğine getirmiştir. Yunanistan, adaları açıkça silahlandırmaya başlamış, bu faaliyet 1981’de iktidara gelen PASOK hükümetiyle hız kazanmıştır.
Yunan tarafı, adalardaki silahlanmayı haklı göstermek için çeşitli tezler öne sürmektedir. Eski antlaşmaların artık hükmünün kalmadığını, yeni koşulların yeni sonuçlar getirdiğini savunan Yunanistan’ın öne sürdüğü sözde deliller şöyledir: Yunanistan’a göre, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 1936’da Dışişleri Bakanı olan Rüştü Aras’ın konuyla ilgili mektubu gibi birtakım anlaşmalar ve belgeler; Türk tarafının Ege ordusunu kurması, Gökçeada ve Bozcaada’yı silahlandırması kendisine de bu hakkı vermektedir. Yunanistan, her iki ülkenin de hem BM hem de NATO’ya üye olmalarının yeni koşullar meydana getirdiğini bahane etmektedir. Türk tarafı ise Lozan’da kabul edilen koşulların halen geçerli olduğunu, Yunanistan’ın uluslararası antlaşmaları, iyi komşuluk ilişkilerini ihlal ettiği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Ege’de yaşanan ikinci sorun ise, “Kıta Sahanlığı Sorunu”dur. Bu konunun iki farklı boyutu vardır; bir yandan taraflar kıta sahanlığı konusunda diğer yandan da bu uyuşmazlığın hangi yoldan çözüleceği konusunda anlaşamamaktadır. Yunanistan, “kıta sahanlığı sınırlandırması yapılırken adalar, ana karayla bağlantılı olarak değerlendirilmelidir ve ayrıca bu mesafe belirlenirken Türkiye’ye en yakın ada ölçüt alınmalı, eşit uzaklık ilkesi uygulanmalıdır” tezini savunmaktadır. Bu fikirlere sözde destek olarak ise, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. maddesini kullanmaktadır. Bu maddeye göre, anlaşmanın olmadığı durumlarda, kıta sahanlığı eşit uzaklığa göre belirlenmektedir.
Türkiye ise, bu sorunun iki ülke arasında yürütülecek görüşmelerle anlaşmaya bağlanmasını savunmaktadır. Türk tarafına göre kıta sahanlığı belirlenmesinde doğal uzantı esastır ve Ege, Anadolu yarımadasının doğal uzantısıdır. Ayrıca kıta sahanlığının belirlenmesinde adalet prensibi gözetilmeli, Ege’nin kendine özgü koşulları olduğu anlaşılmalı, Lozan’da gözetilen Türk-Yunan dengesi Ege’de de gözetilmelidir. Türkiye bu sorunu görüşmelerle çözme yolunu benimserken Yunanistan sorunu uluslararası yargıda çözmek istemektedir.
Bütün bu anlaşmazlıklar, karasularının ve hava sahasının genişliği konusunda düğümlenmektedir. Yunanistan Lozan Antlaşması döneminde karşılıklı olarak 3 mil olan karasuları genişliğini, 1936 yılında tek taraflı olarak 6 mile çıkartmıştır. Türkiye de 1964 yılında 6 mili kabul etmiştir. Bugün en önemli sorun, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkartmak istemesi ve buna gerekçe olarak uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri sözde delil göstermesidir. Türkiye, haklı olarak, Ege Denizi’ni bir Yunan iç denizine çevirecek her türlü karara karşı çıkmaktadır. Çünkü bu durum kabul edilirse, Türkiye, Ege’nin doğal zenginliklerinden faydalanamayacak, açık denizlere çıkışı kısıtlanacak, hava sahası daralacaktır. Bu durumda Ege Denizi; %73’ü Yunanistan’ın, %9’undan azı Türkiye’nin karasuları, %15’e yakını ise açık deniz olarak bölünecektir. Kuşkusuz bu, adil ve makul bir talep değildir.
Hava sahası konusunda da aynı anlaşmazlık hüküm sürmektedir. Yunanistan, kendi hava sahasının 10 mil olduğunu iddia etmekte ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak bu kararı, 1931 tarihli bir Yunan Krallık Kararnamesine bağlamaktadır. Türkiye, Yunanistan’ın hava sahasını, karasuları gibi 6 mil olarak kabul etmektedir. Buna bağlı olarak FIR (Uçuş Bilgi Bölgesi) sorunu ortaya çıkmakta, sivil ve askeri uçakların uçuş güzergahı konusunda sorunlar yaşanmaktadır.
Yunanistan ve Türkiye, son dönemde pozitif bir görünüm sergileyen ilişkilere paralel olarak Ege sorununun çözümü için yeni adımlar atmış, ortak komisyonlar kurmuştur. Çözüm arayışları devam etmektedir. Bu sorunların çözümünde de, Kıbrıs sorununun çözümü ve Türkiye’nin AB’ye girişi önemli birer anahtar olacaktır.

Azınlık Sorunu- Batı Trakya Türkleri
Önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, Balkan topraklarında gerçekleştirilen fetihler sonucunda, çok sayıda Türkmen bu bölgeye yerleşmiş, yerel halktan da din değiştiren kitleler büyük bir Müslüman-Türk nüfusu meydana getirmişlerdir. Yunan topraklarına da, başta Selanik olmak üzere çok sayıda Müslüman-Türk yerleşmiştir. Ancak Osmanlı’nın son döneminde yaşanan olumsuzluklar, özellikle de Balkan Savaşları neticesinde, bu Türkler’in büyük bir kısmı Anadolu’ya geri dönmek zorunda kalmıştır. 1911 tarihindeki Balkan Savaşı’ndan sonra, sadece Yunanistan’dan göç eden Türkler’in sayısı 125 bin civarındadır.
Bu göçler sonraki dönemlerde de devam etmiş, Kurtuluş Savaşı’nı takip eden dönemde, Lozan Antlaşması’nın ilgili kararına göre, büyük mübadeleler olmuştur. Bu dönemde yaklaşık 1 milyon Rum Yunanistan’a, 500 bin civarında Türk ise Türkiye’ye dönmüştür. Bu büyük mübadelenin istisnası olan Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları, diğer sorunlarla birlikte, 1960 yılından itibaren yeniden gündeme gelmiş ve iki ülke arasındaki temel sorunlardan biri olmuştur.
Türkiye’de yaşayan Rum vatandaşlarımızla ilgili olarak geçmişte bazı olumsuz olaylar meydana gelmiştir. Ancak, bu yanlış tutum ve uygulamalar geçmişte kalmıştır. Türkiye’de, farklı din ve etnik kökene sahip tüm vatandaşlarımızın hiçbir baskıya, ayrımcılığa maruz kalmadan, birarada huzur ve güvenlik içinde yaşayabildikleri engin bir hoşgörü hakimdir. Geçmişteki birtakım olumsuz uygulama ve olayların ise, bir daha asla tekrarlanmayacağını umuyoruz.
Batı Trakya’da ise, Türk tarafının kayıtlarına göre 150 bin kadar Türk yaşamaktadır. Yunanistan’daki İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin rakamlarına göre 120 bin kişi olan bu sayı giderek azalmış ve 98 bine düşmüştür. Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfusun azalmasının esas sebebi, burada yaşayan kardeşlerimizin uzun yıllardır büyük sıkıntılar içinde varlık mücadelesi vermeleridir. Batı Trakya’da yaşayan Türkler’in hakları; 1923 Lozan Antlaşması, Aralık 1968 Türk-Yunan Protokolü, İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerinin Korunması İçin Avrupa Konvansiyonu, 1975 Helsinki Nihai Senedi, Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Konferansı, Viyana İzleme Toplantısı Sonuç Belgesi gibi kararlarla güvence altına alınmış olmasına rağmen uygulamalarda bu kararlara itibar edilmemiş, Müslüman-Türk topluma çeşitli baskılar uygulanmış, karşılarına çeşitli zorluklar çıkartılmıştır.
1955 İstanbul ve 1964 Kıbrıs olaylarının yaşandığı dönemde, Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfus büyük bir tehdit altında kalmıştır. Bu dönemde Yunan hükümeti, Türk azınlığı ülkeden çıkartmanın yollarını aramıştır. 1998 yılına kadar yürürlükte kalan 1955 tarihli yurttaşlık yasasının, “Grek olmayan etnik kökenden bir kişi Yunanistan’dan ayrılırsa vatandaşlıktan çıkartılabileceği” hükmüyle , Türkler’in dolaşım hakları kısıtlanmıştır.
Yine aynı dönemde gerçekleştirilen kamulaştırma faaliyetleri sonucunda Türkler’in sahip oldukları toprak oranı %85’ten %20-40’lık bir orana düşmüştür. Gelirinin büyük bir kısmı tarıma dayanan Türk azınlık, bu kamulaştırma faaliyetinden büyük zarar görmüştür. 1967-74 döneminde iktidarda olan cunta, Türkler’e yönelik baskıları daha da yoğunlaştırmıştır. 1994 yılına kadar sistemli olarak devam eden bu politikalar, AB’nin baskısı sonucu, bu tarihten itibaren yumuşamaya başlamıştır. Yunanistan, 5 Mayıs 1999 tarihli Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni imzalamış ve bu sözleşmenin getirdiği yükümlülükleri kabul etmiştir. Ancak bütün gelişmelere rağmen Yunanistan’daki Uluslararası İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 7 Ocak 2000 tarihli raporu, Yunanistan’ı azınlık haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle suçlu bulmuştur.30
Ülkedeki Türkler, siyasal haklarla ilgili sorunlarla da karşılaşmaktadır. Özellikle Dr. Sadık Ahmet’in yaşadıkları bu konunun en önemli bir delilidir. Dr. Sadık Ahmet, azınlık haklarını savunduğu için 1987 yılında 2.5 yıl hapse mahkum olmuştur. Ancak bu haksız karara karşı uluslararası baskı oluşmuş ve cezanın infazı süresiz olarak ertelenmiştir. Bu kararın ardından serbest kalan Sadık Ahmet, bağımsız aday olarak parlamentoya girmeyi başarmıştır. 1989 yılından itibaren seçim kanunlarında yapılan değişiklikle, Türkler’in seçilme imkanlarının ortadan kaldırılmasına çalışılmıştır. Örnek olarak, bağımsız adaylara %3 ülke barajı şartı getirilmiştir. Bu orana ulaşması imkansız olan Türk adaylar, başka partilerden aday olmak zorunda kalmışlardır. Son seçimlerde sadece bir Türk, Galip Galip, PASOK’tan aday olarak meclise girebilmiştir.
Türkler’e uygulanan baskının bir diğer yönü de vatandaşlık hakkının keyfi olarak geri alınmasıdır. 1998 yılına ait Yunan resmi kayıtlarına göre, kısa bir süre önce sona eren bu uygulamayla yaklaşık 60 bin kişinin vatandaşlığı uluslararası antlaşmalara aykırı olarak kaybettirilmiştir.
Türkler, müftülük konusunda da büyük sıkıntılar yaşamaktadır. 1920 tarih ve 2345 sayılı kanunla kabul edilen ve müftülerin karma usulle seçilmesini öngören uygulama, pratikte hiç uygulanmamış, müftü seçimleri Yunan yönetiminin yetkisi ve denetim baskısıyla gerçekleşmiştir. 1991 yılında kabul edilen ve eski kanunun yerini alan yeni kanunla, müftü seçiminde Müslümanlar söz sahibi olarak kabul edilmiştir, ancak bu kanun da uygulamalara yansımamıştır. Bu uygulama çerçevesinde, 1967 yılında Müslüman olmayan bir kişi İskeçe müftüsü olabilmiştir. 1985’te de müftü Yunan makamlarınca atanmıştır. 1995 yılında seçilmiş İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın “görev gaspı gibi” tamamen haksız ve hiçbir gerçeklik payı olmayan bir suçlamayla suçsuz yere mahkum edilmesi, iki ülke arasında gerginliğe yol açmıştır. Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif de aynı suçlama ve baskılara maruz kalmıştır. İbrahim Şerif’in İnsan Hakları Mahkemesi’nde 2000 yılında açtığı dava, Yunanistan aleyhinde sonuçlanmıştır. En nihayetinde uluslararası baskıya dayanamayan yerel mahkemeler, iki müftü için de beraat kararı vermiştir. Ancak bu konudaki sorunlar günümüzde de devam etmektedir.
Yunanistan’daki Türkler’in yaşadıkları sıkıntılar bununla sınırlı değildir. Son dönemlere kadar devam eden baskıların en çarpıcı örneklerinden biri de, ilkokul öğretmeni Rasim Hint’in başına gelenlerdir. İskeçe Azınlık Okulu’na Türk Okulu dediği için bir yıl görevden uzaklaştırılan Hint, daha sonra da bir dağ köyüne sürülmüştür.32 Eğitim alanında karşılaşılan sıkıntılar ise azınlık okullarına Türkiye’den gelen öğretmenlere izin verilmemesiyle başlamıştır. Daha sonra Türk öğrencilere getirilen Yunanca yeterlilik şartı, Türkçe eğitim yapan okullar açısından ciddi sıkıntılara neden olmuştur.
Bu tablodan da anlaşılacağı gibi, Türk-Yunan ilişkilerindeki dalgalanma, Batı Trakya Türkleri’ne de yansımış, uzun gerginlik dönemlerinde Müslüman-Türk azınlık yoğun baskılara maruz kalmıştır. AB üyesi olduktan sonra, Yunan yönetiminin politikalarında zorunlu bir yumuşama ve esneme görülmüştür. Ancak bu yumuşamanın yeterli seviyeye ulaştığını ya da bugüne kadar yaşanan kayıpları telafi ettiğini söylemek mümkün değildir. Bugün Batı Trakya sadece Yunanistan’ın değil, Avrupa’nın da en geri kalmış bölgesi halindedir.
Türkiye’nin Yunanistan ile olan ilişkilerini geliştirmesi, sorunlarını çözmesi, Batı Trakya’daki Türkler’in huzur ve güveni açısından da son derece gereklidir. İki ülke arasında yaşanan herhangi bir gerginlik, ister istemez, Batı Trakya’daki Türkleri zor durumda bırakmaktadır. Bu nedenle -ve ekonomik, siyasi ve askeri nedenle tüm Balkan ülkeleriyle olduğu gibi, Yunanistan’la da iyi ilişkiler içinde olmak, Türkiye için son derece önemlidir.

Türk-Yunan İlişkilerinin Geleceği

Önceki sayfalarda ayrıntılı olarak incelediğimiz sorunlara rağmen son dönemde Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan gelişmeler, iki ülke arasında belirgin bir yakınlaşma ve çözüm çabalarının gündeme gelmesine yol açmıştır. Bu dönem boyunca iki ülke arasında iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi, anlayış ve güven ortamının oluşması için büyük bir çaba harcanmıştır. Bu çabalar iki tarafın da küçük adımlar atması ve karşılıklı jestler yapmalarıyla ilerlemiştir.
Bu yumuşamanın temelinde, Yunanistan’ın AB’ye girmesi ve buna bağlı olarak uluslararası hukuka uygun davranışlar sergilemesi, Marmara Bölgesi’nde yaşadığımız büyük deprem sonrasında ülkemize yapılan yardım jestleri, azınlık haklarında yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin AB’ye girişi için verilen destek gibi çok sayıda olumlu unsurun biraraya gelmesi yatmaktadır. Bu çerçevede 1999 yılında iki ülkenin Dışişleri Bakanları arasında ilk önemli yumuşama sinyalleri verilmiş, turizm, ticaret, çevre, kültür, terör ve bölgesel iş birliği gibi konularda ikili görüşmeler başlatılmıştır.
Bu gelişmeleri takiben 2000 yılında karşılıklı ziyaretler yapılmış ve dokuz adet ikili anlaşma imzalanmıştır. (Suç ile ilgili özellikle Terörizm, Örgütlü Suçlar, Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı ve Yasa Dışı Göç ile Mücadelede İş Birliği; Kültürel İş Birliği; Turizm Alanında İş Birliği; Gümrük İdarelerinin İş Birliği ve Karşılıklı Yardımlaşma; Deniz Taşımacılığı; Bilimsel ve Teknolojik İş Birliği Anlaşmaları ve Çevrenin Korunması Hakkında Mutabakat Muhtırası; Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması; Ekonomik İş Birliği Anlaşması).
31 Ekim 2000 tarihinde Kuzey Atlantik Asamblesi Derneği toplantısında biraraya gelen iki ülkenin Dışişleri Bakanları, “güven artırıcı önlemlerin” bir an önce uygulamaya geçmesi için talimat vermişlerdir. Bu kararın bir sonucu olarak, Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak -NATO’nun Yıllık Tatbikat Konferansı çerçevesinde- müteakip yılın ulusal tatbikat programlarını bildirmek ve birbirlerini olabilecek değişikliklerden diplomatik kanallarla haberdar etmek konusunda mutabakata varmışlardır.
2001 yılında Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’nun ülkemize yaptığı ziyaretin ardından, Türkiye ve Yunanistan’ı “anti-personel mayınların kullanımı, depolanması, üretimi ve transferinin yasaklanması ve bunların imhası sözleşmesi”ne taraf yapacak işlemlerin birlikte tamamlanmasını ve Türkiye ile Yunanistan’ın AB konusunda iş birliğini öngören iki ortak açıklama yapılmıştır. 23-24 Haziran 2001 tarihlerinde Sisam ve Kuşadası’nda, Kuşadası Deklarasyonu adı altında 5 iş birliği kararı (iki ülke arasında deniz ve hava ulaşım alanlarıyla ilgili Bakanlıklar arasında bir danışma mekanizması kurulması; iki ülkenin karşılaştığı doğal afetler konusunda Ege’de sismik araştırmaların ortaklaşa yapılması; Akdeniz bölgesinde yaygın olan Akdeniz anemisine karşı ortak mücadele; 2004 yılında Yunanistan’da yapılacak olimpiyatların kültürel boyutuna Türkiye’nin katkısının getirilmesi; acil durumlarda kullanılmak üzere iki Dışişleri Bakanı arasında doğrudan telefon hattı kurulması) alınmıştır. 7-8 Kasım 2001 tarihlerinde Atina’yı ziyaret eden Türk Dışişleri Bakanı, 8 Kasım 2001 günü, Geri Kabul ve Türk-Yunan Ortak Acil Müdahale Gücü (JHET-SDRU) Protokolleri ile Diplomatik Akademiler Arası İş Birliği Mutabakat Zaptını imzalamıştır.
Aynı ziyarette, Dışişleri Bakanlıkları siyasi direktörlerinin ve NATO nezdindeki daimi temsilcilerin, daha önce masaya getirilmiş olan öneriler temelinde daha başka “güven artırıcı önlemler” için çalışmalarını sürdürmeleri, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ortaklaşa düzenlenmesine yönelik olarak başlatılan Türkiye ve Yunanistan Futbol Federasyonları arasındaki iş birliğinin sürdürülmesi, AB konusunda Yunanistan’ın Türkiye’ye bilgi aktarımına ve bu doğrultuda seminerler düzenlenmesine devam edilmesi, basın alanındaki iş birliğinin derinleştirilmesi ve desteklenmesi karar altına alınmıştır. “Türk – Yunan Ekonomik Karma Komisyonu (KEK) I. Dönem Toplantısı” 12-13 Şubat 2002 tarihlerinde Atina’da yapılmış, iki ülke arasında bir Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır. Yunan Parlamentosu, “Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan Cumhuriyeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı ile Yunanistan Cumhuriyeti Kamu Düzeni Bakanlığı Suç ile, özellikle, Terörizm, Örgütlü Suçlar, Uyuşturucu Kaçakçılığı ve Yasadışı Göç ile Mücadelede İş Birliği Anlaşmasının 8’nci Maddesinin Uygulanmasına Dair Protokol’ü (Geri Kabul Protokolü, 8 Kasım 2001 Atina) 20 Haziran 2002 tarihinde onaylamıştır.
İki ülke arasında yaşanan yakınlaşma toplumlara da yansımış, ülkemize gelen Yunan turist sayısı; ortak çalışmalara, festival ve gösterilere katılan Yunan sanatçı sayısı büyük oranda artmıştır. Türk hükümetinin Kıbrıs’ta devreye soktuğu yeni düzenlemeler de, iki halkı birbirine yaklaştıran önemli adımlar olmuştur. Karşılıklı güven artırıcı adımların atılması, iki ülke arasında yaşanan sorunların çözümünü de daha kolay bir hale getirmiştir.
Aynı ittifaklar içinde yer alan, aynı hedeflere yönelmiş, yüzyıllara dayanan komşuluk ilişkilerine sahip iki ülke, bu sorunlar çözüldüğü takdirde, sadece iyi birer dost değil aynı zamanda güçlü birer müttefik olacaklardır. Bu sayede Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlık üzerindeki baskılar tamamen kalkacak, Türklerin bütün hakları iade edilecek ve bölge insanının sosyo-ekonomik refaha kavuşması sağlanacaktır.
Önümüzdeki günlerde de, bu olumlu durumu tersine çevirecek gelişmelerin engellenmesi, Türk-Yunan ilişkilerinin geliştirilmesi, sorunların çözümü yoluna gidilmesi, Türkiye’nin Balkan politikasının önemli bir unsuru olmalıdır. Kuşkusuz bunun için, Yunanistan’ın uzlaşmacı ve yapıcı bir politika izlemesi zorunludur.

Bulgaristan
Bulgaristan, yaklaşık 500 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. 1908 yılında bağımsızlığını kazanmış ve bu tarihten itibaren iki ülke ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu ilişkiler daha çok gerilimli bir seyir izlemiştir. İki Balkan Savaşı’nda da Osmanlı’yla Bulgarlar karşı karşıya gelmiş ve büyük kayıplar yaşamış olmalarına rağmen, Bulgar Devleti I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile aynı cepheyi paylaşmış, Kurtuluş Savaşı’na da destek vermiştir. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı takip eden dönemde, “Büyük Bulgaristan” hayalleri, iki ülke arasındaki ilişkilerin soğumasına yol açmıştır.
Soğuk Savaş döneminde, Bulgaristan, Sovyetler Birliği’nin en yakın müttefiklerinden biri haline gelirken Türkiye, NATO’nun önemli bir üyesi olarak komünizm karşısındaki kalelerden biri olmuştur. Bu dönem boyunca Bulgaristan-Türkiye ilişkileri, soğuk ve gerilimli bir dönem yaşamıştır. İki ülke arasında 1950-51 yıllarında büyük bir kriz ortaya çıkmıştır. Bulgar hükümeti, 250 bin Türkü Türkiye’ye gönderme kararı almıştır. Bu dönem boyunca yaklaşık 155 bin Türk Bulgaristan’ı terk etmek zorunda bırakılmıştır. 1968 yılında, göç sonucunda dağılan aileleri birleştirmek için iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmış ve bu anlaşmanın sonucunda 130 bin civarında Türk, Türkiye’ye dönmüştür.
Ancak 80’li yıllarda daha da büyük bir sorun ortaya çıkmış, 1980’den itibaren Bulgar yönetiminin Türk azınlığa uyguladığı asimilasyon politikasıyla Türk-Bulgar ilişkileri en gergin noktasına ulaşmıştır. 1989 yılında, Bulgaristan 350 binden fazla Türk’ü sınır dışı etmiş ve ilişkilerde büyük bir kriz yaşanmıştır.
1989 yılında komünist iktidar devrilmiş, Türkiye-Bulgaristan arasında yeni ve olumlu bir dönem başlamıştır. Bulgar yönetimi çeşitli vesilelerle Türk halkına uygulanan baskılardan dolayı özür dilemiş, Türk azınlığın hakları yeniden tanınmış, Türkler’e geniş çaplı özgürlükler verilmiştir. Bu çerçevede Türkler’in ana dillerini konuşmalarına, Türkçe isim alıp Türkçe eğitim görmelerine izin verilmiş, dinsel hakları iade edilmiştir. Bu gelişmeler, Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkilerin iyileşmesine ve güçlenmesine yol açmıştır. Ticari alandaki gelişmeler bu pozitif görünüme büyük katkıda bulunmuştur. 1992 yılı verilerine göre Bulgaristan nüfusunun %10’unu Türkler oluşturmaktadır. Ayrıca Bulgaristan’da 1.200.000 civarında Müslüman yaşamaktadır ki, bu sayı genel nüfusun %13.08’ini kapsamaktadır.

1989 yılında komünist iktidar devrilmiş, Türkiye-Bulgaristan arasında yeni ve olumlu bir dönem başlamıştır. Bulgar yönetimi çeşitli vesilelerle Türk halkına uygulanan baskılardan dolayı özür dilemiş, Türk azınlığın hakları yeniden tanınmış, Türkler’e geniş çaplı özgürlükler verilmiştir. Bu çerçevede Türkler’in ana dillerini konuşmalarına, Türkçe isim alıp Türkçe eğitim görmelerine izin verilmiş, dinsel hakları iade edilmiştir. Bulgaristan’da 1.200.000 civarında Müslüman yaşamaktadır ve bu sayı genel nüfusun %13.08’ini kapsamaktadır. Bugün Müslüman-Türk azınlık, elde edilen haklar sayesinde, Bulgaristan’da etkin bir siyasi güç konumundadır. Son yapılan seçimlerle, yönetimden pay alan Türkler, çeşitli temsilcilikler ve bakanlıklarda görev almışlardır. Bütün bu gelişmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerine çok olumlu etki yapmıştır.
1989 yılında Sovyetler Birliği’nin desteğini kaybeden Bulgaristan, Varşova Paktı’nın da sona ermesiyle, uluslararası arenadaki yanlızlığını gidermek için komşu ülkelerle iyi komşuluk ilişkileri kurmaya, uluslararası ittifaklara katılmaya çalışmıştır. 1997 yılına kadar iktidarda kalan Sosyalist Parti hükümeti, ülkeyi NATO’ya dahil etmek, Batılı ülkelerle iyi ilişkiler kurmak için elinden geleni yapmıştır.
Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkiler, bu ülkedeki yeni rejimin, eski yönetimin Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığa yönelik baskıcı politikalarını terk etmesi ile son on yıllık dönemde önemli bir gelişme sergilemiştir. İki ülke arasında her düzeydeki temasların sayısı artmış, uzun süredir var olan bazı ikili sorunlar çözüme kavuşturulmuştur. İktidara gelen Petar Mladenov, önceki yönetim döneminde uygulanan asimilasyon politikasından dolayı özür dilemiş, Müslüman-Türk azınlığın haklarının iadesi için çalışmalar başlatmıştır. Bu çerçevede hem Bulgaristan’da yaşayan azınlıkların hem de Bulgaristan’a geri dönen Türkler’in pek çok sosyo-ekonomik hakkı güvence altına alınmıştır. Bu gelişmeler, Türk-Bulgar ilişkilerinin önündeki en önemli engeli ortadan kaldırmıştır.
Bulgaristan, Türkiye ile yakın ilişkiler kurmak için çok istekli davranmış ve girişimleri ilk başlatan taraf olmuştur. NATO üyeliği için verilecek destek, asimilasyon kampanyası sonucunda hem Türkiye hem Batı hem de Müslüman ülkelerle bozulan ilişkileri düzeltme çabası, Türkiye’nin mükemmel bir ticaret ortağı olarak Bulgaristan’da yapılacak yatırım ve sermaye kaynağı olması Bulgaristan’ı Türkiye’ye yakınlaşmak için motive eden sebepler olmuştur.
Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkiler hızlı bir gelişim göstermiş, kısa sürede askeri, ekonomik ve kültürel alanda iş birlikleri kurulmuştur. Askeri alanda ortak üretim anlaşmaları yapılmış, ortak tatbikatlar düzenlenmiş, teröre karşı iş birliği kurulmuştur. Türkiye, Bulgaristan’ın NATO üyeliğini kabul ettiğini bir yasa ile destekleyen tek ülke olarak, 2002 yılı Kasım ayında Prag’da yapılan zirvede bu ülkenin NATO üyeliği için davet almasını memnuniyetle karşılamıştır. Buna ek olarak, iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilebilmesi için gerekli hukuki çerçeve tamamlanmış ve bu sayede bu alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir.


Türkiye, hem Balkanlar hem de Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamak için 1990 yılında, Karadeniz Ekonomik İş birliği toplantılarını başlatmıştır. Bu toplantı sonucunda alınan kararlara Bulgaristan da imza atmıştır. 1998 yılında imzalanan serbest ticaret anlaşması ise ekonomik ilişkilerdeki gelişimin hızını iyice artırmıştır. Bu çerçevede enerji, otoyol, sanayi gibi alanlarda büyük ortak projeler ve yatırımlar gerçekleşmiştir.

Bulgaristan’da yaşayan Türkler’in kurduğu Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), kuruluşundan kısa bir süre sonra en büyük dördüncü parti olarak Müslüman-Türk azınlığın temsilcisi haline gelmiştir. Ancak kısa bir süre sonra, parti sadece Türkler’i değil, ülkedeki bütün azınlıkları temsil eden siyasi bir güç olmuştur. 1991 seçimlerinden itibaren hem genel hem de yerel seçimlerde önemli bir başarı elde etmiş olan HÖH, 1995 seçimlerinde 194 belediye başkanlığı kazanmıştır.34 1997 genel seçimlerinde ise seçime Milli Selamet İttifakı’yla giren HÖH, %7,6 oyla 19 sandalye kazanmıştır. Müslüman-Türk azınlığın sorunları büyük oranda çözülmüş olsa da, halen sıkıntılar yaşanmaktadır. Seçmeli Türkçe derslerinin zorunlu yapılmaması, askeri kurumlarda, üst düzey devlet görevlerinde Müslümanların nüfusları oranında temsil edilmemesi, Türk okullarının açılmasına izin verilmemesi, Türkler’in yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde yatırım yapılmaması halen çözüm bekleyen sorunlar arasındadır.
Türk-Bulgar ilişkilerinin gelişimi, Türkiye ve diğer Balkan ülkeleri arasında kurulacak ilişkiler için bir örnek niteliğindedir. Kısa bir süre öncesine kadar karşıt bloklarda bulunan iki ülke, kısa sürede ekonomiden kültüre her alanda büyük bir iş birliğine girmiş, bölge barışına önemli katkıda bulunmuşlardır. Ülkede yaşayan Müslüman-Türk azınlık hem iki ülke arasında bir köprü olmuş hem de bu dostluk ilişkisinin getirdiği avantajlarla yeni sosyal, ekonomik ve kültürel imkanlar elde etmişlerdir.
Bugün Müslüman-Türk azınlık, elde edilen haklar sayesinde, Bulgaristan’da etkin bir siyasi güç konumundadır. Son yapılan seçimlerle yönetimden pay alan Türkler, çeşitli temsilcilikler ve bakanlıklarda görev almışlardır. Bütün bu olumlu gelişmeler, Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinin istikrarlı bir gelişim seyretmesini sağlamıştır.
Bulgaristan, muhtemelen birkaç yıl sonra AB üyesi olacaktır. Bu üyelik, ülkede yaşayan Müslüman-Türk azınlığın daha da güçlenmesini ve yaşadığı sıkıntılardan kurtulmasını sağlayacak imkanlara da yol açacaktır. Türkiye, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da Bulgaristan’da yaşayan dindaşlarını ve soydaşlarını ihmal etmemeli, onların sorunlarını kendi sorunları gibi algılamalı ve onlarla daha yoğun ilişkilere girmelidir. Bu ilişkiler, komşu ülkenin iç işlerine karışmak anlamında değil, Türk-Müslüman nüfusun kültür varlıklarını korumak ve geliştirmek, sosyal sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak yönünde olmalıdır.

Bosna-Hersek

Yugoslavya, Sırbo-Hırvat dilinde “Güney Slavlarının Ülkesi” anlamına gelir. Ancak, büyük bölümü “güney Slavı” olan bu ülkenin halkları arasında, yüzyıllardır varlığını koruyan ve son iki yüzyıldır da kanlı iç savaşlara dönüşmüş olan bir uyuşmazlık vardır.
Güney Slavlarının en önemli iki parçası olan Sırplar ve Hırvatlar, en başta aralarındaki mezhep farkı nedeniyle birbirlerinden ayrılırlar. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar ise Katoliktir. Bu iki halkın yanına, yine mezhep temeline dayalı olarak, ülke içindeki diğer halklar “tarihsel müttefik” olarak eklenebilir; Katolik Slovenler Hırvatların, Ortodoks Karadağlılar ise Sırpların geleneksel müttefikleridir.
Bu Sırp ve Hırvat eksenleri arasında kalan Bosna-Hersek, son bin yıl boyunca bu iki eksene de dahil olmayan bir üçüncü halkı barındırdı. Bosna-Hersek’in Sırp ya da Hırvat olmayan bu asıl halkı, hep bu iki eksenden farklı bir kimlik taşıdı. Bosnalılar, Osmanlı ordularının bölgeyi fethetmesinden önce ne Katolik ne de Ortodoks değildiler; “Bogomil” adı verilen ayrı bir mezhebe bağlıydılar.
Bu Bulgar kökenli mezhep, 10. yüzyılda kendisine “Bogumil” adı verilen bir rahip tarafından kurulmuştu. Sırbistan’dan İstanbul’a uzanan Ortodoks coğrafyası içinde gelişen mezhebin inançları, geleneksel Hıristiyan öğretisinden oldukça farklıydı. Bogomillerin inançları arasında; Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği, bunun bir yanılgı olduğu vardı. (Kuran’da da Allah, Hz. İsa’nın ölmediğini ve öldürülmediğini bildirmiştir. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği inancı ise, Hıristiyanlığın tahrif olmuş sapkın inanışlarından biridir). Dolayısıyla Bogomiller haça itibar etmiyorlar, hatta yanlış inancın bir ifadesi olduğu için haça tepki duyuyorlardı. Vaftize ve Hıristiyanlığın en temel ritüellerinden biri olan ekmek-şarap ayinine de karşıydılar.
1180-1463 yılları arasında hüküm süren Bosna Krallığı’na bağlı olan Bosna Kilisesi, Osmanlı fetihlerinden önce işte böyle bir inancın mirasçısıydı. Bu Hıristiyanlar, Devlet-i Al-i’nin gelişiyle birlikte, gruplar halinde İslam’ı kabullenmeye başladılar.
Bosna’nın Müslüman olması, devlet baskısı ile değil, gönüllü olarak gerçekleşti. Osmanlı yönetiminin vergi toplamak için tuttuğu “defter”lere bakıldığında, Bosnalıların İslam’ı uzun bir süreç sonucunda benimsedikleri görülür. 1468-69 yıllarında tutulan defterler, henüz oldukça az sayıda Bosnalı’nın Müslüman olduğunu göstermektedir; orta Bosna’daki 37.125 Hıristiyan haneye karşılık, yalnızca 332 Müslüman hane vardır. 1.485’te Sancak’ta tutulan bir defter ise, Müslümanlığın yayılmaya başladığını göstermektedir: Hıristiyan 30.552 haneye karşı, Müslüman 4.134 hane vardır. Bunu izleyen dört on yıl boyunca, Müslüman olanların sayısı gittikçe artmıştır. 1520’deki defterler, Sancak ve Bosna’da toplam 98.095 Hıristiyan haneye karşı 84.675 Müslüman hanenin varlığını göstermektedir. Balkan uzmanı Noel Malcolm’un vurguladığı gibi, Bosna’ya dışardan ciddi bir Müslüman göçü yaşanmadığına göre, bu rakamlar din değiştiren Bosnalıları göstermektedir. 1509 yılında Hersek’teki bir Ortodoks rahibin tuttuğu notlarda, “çok sayıda Ortodoksun gönüllü olarak İslam’ı kabullendiğini” belirtilmektedir.
17. yüzyıla gelindiğinde ise artık Müslüman nüfus Hıristiyanları aşmaya başlar. 1626 yılında Bosna’yı ziyaret eden bir gözlemci, ülkedeki Katolik sayısının 250 bin civarında olduğunu, Müslüman nüfusun ise Hıristiyanların toplamından daha fazla olduğunu yazar. 1624’de Bosna’yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi ise, ayrıntılı bir rapor hazırlayarak ülkede; 150 bin Katolik, 75 bin Ortodoks ve 450 bin Müslüman yaşadığını bildirmiştir. Nüfus kütüklerinde “İvan’ın oğlu Ferhad” ya da “Mihailo’nun oğlu Hasan” gibi isimler göze çarpar.
Bosnalıların Müslüman olması, Osmanlı baskısı ile gerçekleşmiş değildir. Osmanlı Devleti, farklı dini cemaatlerin birarada yaşamasını sağlayan “millet” sistemini uygulamakta ve dolayısıyla fethettiği ülkelerdeki halkları din konusunda serbest bırakmaktadır. Buna karşın, bazıları, Bosnalıların Müslüman olmasını ekonomik nedenlere bağlamışlardır. Balkan uzmanı Noel Malcolm’a göre bu da yanlıştır; çünkü “Osmanlı toplumunda zengin olmak için Müslüman olmak gerekmemektedir”.
Bosnalıların Müslüman olması, kırsal alana göre şehirlerde çok daha hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Bosna-Hersek’te Müslümanlar “şehirli” kültürü temsil ederler. Saraybosna, Müslümanların bu yüksek kültürünün bir ürünüdür. Şehir, 1521-1541 yıllarında Bosna valisi olarak görev yapan Gazi Hüsrevbey tarafından kurulmuştur. Hüsrevbey, Saraybosna’da hala kendi adıyla anılan görkemli bir cami ile birlikte medrese, kütüphane, hamam, iki han ve bir büyük çarşıdan oluşan bir külliye yaptırmış, oluşturduğu bu yeni şehre de Müslümanları yerleştirmiştir. 1530 yılında, şehrin nüfusu tümüyle Müslümandır. Yüzyılın sonunda şehrin 93 mahallesinden yalnızca ikisi Hıristiyan, kalanı Müslüman mahallesidir. Şehrin içinde 6 köprü, 6 hamam, üç çarşı, çok sayıda kütüphane, altı tekke, beş medrese, 90’dan fazla okul ve 100’ün üzerinde cami yer almaktadır. Osmanlı döneminin en çarpıcı özelliklerinden biri ise, bölgeye tam bir huzur ve istikrar getirmiş olmasıdır. Osmanlı yönetimindeki Balkanlar’da, etnik çatışmalar, iç savaşlar görülmez.
Ancak 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntılar bu bölgeye yansımış, merkezi otoriteden uzak kalan Slav kökenli Müslüman yerel yöneticiler çeşitli isyanlarla uğraşmak zorunda kalmışlardır. 1875 yılında başlayan bir isyan hareketi Bulgaristan’a kadar yayılmış ve Rusya, 1877 yılında Osmanlı’ya savaş açmıştır. Rusya’nın ilerleyişi ancak Batılı ülkelerin devreye girmesiyle durdurulabilmiş ve 1878 Berlin Kongresi’nde alınan bir kararla, Bosna’nın yönetimi Avusturya-Macaristan’a verilmiştir. Ancak Müslüman-Türk halk, Ortodoks Hıristiyanlarla iş birliği yaparak bu yönetime karşı ayaklanmış, Avusturya-Macaristan hakimiyet kurmak için dört ay mücadele etmiş ve çıkan olaylarda 82 bin kişi ölmüştür. Bosna’da yaşayan Müslüman-Türk halkın bir kısmı bu dönemde Anadolu’ya dönmüştür.
1908 yılında, Avusturya-Macaristan yönetimi, Bosna’yı ilhak etmiştir. Bu dönemde bölge, Hırvat ve Sırp milliyetçilerin propaganda hedefi haline gelmiştir. Hırvatlar Bosna’nın önce Hırvatistan sonra da Macaristan’la birleşmesi gerektiğini, Bosnalıların Müslüman Hırvatlar olduklarını, Sırplar ise Bosnalı Müslümanların İslamı seçmiş Sırplar olduklarını iddia etmişlerdir.


Bosna’da, Drina Nehri üzerinde Sokullu Mehmed Paşa Köprüsü

1830’lu yıllardan itibaren yaygınlaşan, Hırvatlar tarafından savunulan ve bu dönemde güçlenen bir fikir ise din birliğine değil, Sırp-Hırvat-Boşnak ırk temeline dayanan bir Güney Slav (Yugo-Slav) birliğini savunmuştur.
28 Haziran 1914’te, Saraybosna’da, “Yugoslav” olduğunu iddia eden Gavrilo Princip adlı Bosnalı bir Sırp, Avusturya-Macaristan tahtının varisi olan Arşidük Francis Ferdinand’a suikast düzenlemiş, onu ve karısını öldürmüştür. Bir ay sonra Avusturya-Macaristan, Sırbistan’a savaş açmış ve ardından I. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Bosnalı Sırp, Boşnak ve Hırvatlar savaş boyunca Avusturya-Macaristan yönetimine karşı bir faaliyette bulunmamışlardır.
1918 yılında savaşın bitimiyle Bosna; Sırp, Hırvat ve Slovenlerin kurduğu ve daha sonra adı Yugoslavya olacak olan Krallığın bir parçası olmuştur. Yeni devlet, Sırp hanedanının hakimiyeti altında kalmıştır. Tüm baskılara rağmen 1919 yılında Müslüman azınlık tarafından kurulan YMO (Yugoslavya Müslüman Organizasyonu), 1939 yılına kadar Yugoslavya yönetiminde etkili olmuştur. Bu tarihte Yugoslav hükümeti Hırvatların yoğun taleplerini karşılamak için Bosna’nın bir kısmını da kapsayan otonom Hırvatistan Banovina bölgesini oluşturmuştur.
II. Dünya Savaşı sırasında Bosna, Alman ve İtalyan işgal bölgeleri arasında bölünmüştür. Bu dönemde yaşanan yoğun çatışmalar, hem işgalci güçler hem de etnik güçler arasında olmuştur. 1943 Kasımı’nda, Tito bir Partizan kongresi toplamış ve toplantı sonunda, Güney Slav halklarının eşit olarak katılacağı yeni bir federal Yugoslavya’nın kurulduğu açıklanmıştır. Tito bu devletin mareşali ve devlet başkanıdır. Bu kongrede temsil edilen ve Güney Slavları arasında sayılan Bosnalı Müslümanlar çoğunlukla Tito’nun partizanlarına katılmışlardır. Sonraki 45 yıl boyunca Bosna, Tito Yugoslavyası’nın bir parçası olmuştur.
1980 yılında, Tito’nun ölümünün ardından ülke içinde büyük bir çözülme ve karışıklık dönemi başladı. Özellikle Slovenya ve Hırvatistan’daki çözülme, Sırp başkan Miloseviç’in radikal Sırp milliyetçiliğini körüklemesi ve Sırpların merkezi otoritedeki gücünü artırmak istemesi, Sırp olmayanların tepkilerini artırdı, etnik gruplar arasındaki gerilim tehlikeli bir seviyeye ulaştı.
1990’da gerçekleşen seçim sonuçlarına göre, Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyette de milliyetçi partiler çoğunluğu kazandı. Bosna seçimlerinde üç etnik gruba bağlı üç milliyetçi parti oyların % 76’sını aldı. İzzetbegoviç’in liderliğindeki Müslüman Demokratik Eylem Partisi, %34 oy ve 220 üyeli mecliste 87 sandalye, Karadziç’in Sırp Demokrat Partisi ise %30 oy, 72 sandalye elde etti. İzzetbegoviç bu sonuçlara göre Bosna’nın yönetimini devraldı. Komünist yönetimlerin sona ermesi, Yugoslavya’nın da sonunu getirmişti. 1991 Haziranı’nda Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan etti, Bosna ve Makedonya da Sırp hakimiyetindeki Yugoslavya’dan ayrılma girişimlerini başlattı.
Bosnalı Sırplar bağımsız bir devletin içinde azınlık olma niyetinde değildiler; Hırvatlar ise Müslüman çoğunluğun yaşadığı bir ülkede bulunmak istemiyorlardı. Miloseviç ve Hırvatların lideri Tudjman, çoktan gizli görüşmeleri başlatmış ve Bosna’yı kendi aralarında bölmüşlerdi. 1991 Kasımı’nda Bosnalı Sırplar kendi aralarında bir referandum yaparak Yugoslav devletine bağlı kalma kararı aldılar. Aralık ayında ise Makedonya, bağımsızlığını ilan etti.
1992 yılında Bosna-Hersek hükümeti, Avrupa Topluluğu’nun talebi üzerine bir referandum düzenledi. Sırplar referandumu boykot ettiler. Ancak oylamaya katılan Müslüman ve Hırvatların % 97’si, bağımsızlık yönünde oy kullandılar. Bağımsızlığını ilan eden Bosna’nın ardından Sırplar da kendi bağımsız devletlerini ilan ettiler.
Nisan 1992 yılında, Sırplar ve Hırvatlar arasında iç savaş başladı, bu savaş sırasında Müslümanlar Sırplara karşı Hırvatların yanında yer aldılar. Yugoslavya ordusunun desteğini alan Sırplar, Bosna’nın %70’ini ele geçirdiler, Saraybosna’yı ablukaya aldılar, korkunç katliamlar düzenlediler ve “etnik temizlik” adını verdikleri soykırım sürecini başlattılar. Hırvatistan’la birleşen Hırvatlar da, 1993 Mayısı’nda Bosna’nın merkezini, Mostar’ın Müslüman bölgesini ve Hersek’i ele geçirmek için eski müttefikleri olan Müslümanlara saldırdılar. Bu çatışmalarda da büyük kayıplar verilmiş, aralarında pek çok kadın, çocuk ve yaşlının da yer aldığı çok sayıda Müslüman katledilmiştir.
Bu dönemde başta bazı Avrupa ülkeleri olmak üzere dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu, Müslümanların Avrupa’nın ortasında yaşadıkları katliama seyirci kalmıştır. Müslümanlar için güvenli bölgeler kurulmaya ancak 1995 yılında başlanmış, ama başta Srebrenica olmak üzere, bu bölgelerde yapılan katliamlara da çoğu zaman seyirci kalınmıştır. Savaş sonrasında Srebrenica’da açılan bir toplu mezardan, çocuk kadın ayırt edilmeden katledilmiş yaklaşık 8000 kişinin cesedi çıkartılmıştır. 250 bin kişinin öldüğü, 20 bin kişinin kaybolduğu savaşta, ölenlerin %90’ı Müslümandır. Öldürülenlerin çoğuna da korkunç işkenceler yapılmış, on binlerce Müslüman kadına tecavüz edilmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan bu en büyük felaket, tarihe bir utanç vesikası olarak geçmiştir.
1995 yılında Amerika’nın baskısı ve NATO bombardımanının ardından sona eren savaş, ardında büyük bir enkaz bırakmış; Bosnalı Müslümanlar tarihin en büyük felaketlerinden birini yaşamışlardır. Aralık ayında Tudjman, İzzetbegoviç ve Miloseviç arasında Dayton Barış Anlaşması imzalanmıştır. Buna göre Bosna, Müslüman-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden oluşmuş ve yeni devletin anayasası da hazırlanmıştır. Yine bu anlaşmaya göre, başka ülkelere sığınmış olan yaklaşık 2,3 milyon kişilik nüfusun kendi evlerine dönüşü garanti altına alınmıştır. Ülkede konuşlanan barış gücü, 1997’den itibaren İstikrar Gücü haline gelmiştir ve halen bölgede daimi olarak 31 bin kişilik uluslararası askeri güç bulunmaktadır.
Göçmenlerin geri dönüşleri de büyük sıkıntılara sebep olmuştur. Eski yaşadıkları yerler şimdi başka etnik halkların kontrolüne geçmiştir. Yapılan tahminlere göre, 820 bin kişi Bosna içinde yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Sığınmacıların geri dönüşüyle bazı gruplar arasında çeşitli sorunlar yaşanmıştır.
Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Örgütü’nün denetiminde gerçekleşen 1996 ulusal ve 1997 yerel seçimlerinden galip çıkan partiler yine her grubun kendi etnik milliyetçi partisi olmuştur.

Sırplar ve Hırvatlar, 1993 Mayısı’nda Bosna’nın merkezini, Mostar’ın Müslüman bölgesini ve Hersek’i ele geçirmek için eski müttefikleri olan Müslümanlara saldırdılar. Bu çatışmalarda da büyük kayıplar verilmiş, aralarında pek çok kadın, çocuk ve yaşlının yer aldığı çok sayıda Müslüman katledilmiştir.

1998 Eylülü’nden itibaren politik ortamda belirgin değişiklikler yaşanmıştır. Ilımlı Bosna-Hersek Partisi’nden bir üye, Müslüman-Hırvat Federasyonu tarafından ortak başkan olarak kabul edilmiştir. Aynı dönemde ılımlı bir Sırp aday ise milliyetçilere karşı üstünlük sağlamıştır. Yönetimdeki diğer mevkileri ise İzzetbegoviç ve Ante Jelaviye almışlardır. Sırp Cumhuriyeti’nde başkanlık için yarışan Plavsiye, aşırı milliyetçi bir Sırp olan Nikola Poplasen tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
Bütün bu karmaşık politik tablodan da anlaşılacağı gibi, Bosna, görünüşte bir barış ortamı yaşamaktadır ancak etnik gruplar arasında her an bir kışkırtma yaşanabilir, zorlukla sağlanan düzen yeniden bozulabilir. Mevcut durumun korunmasında, İstikrar Gücünün, Avrupa Devletlerinin tavırlarının, aşırı milliyetçi akımları bastıracak fikri çalışmaların önemli katkısı olacaktır. Bu şekilde, büyük felaketler yaşamış Müslüman halkın geleceği güvence altına alınabilir.

Türkiye – Bosna-Hersek İlişkileri
Bosna ile Türkiye arasındaki derin tarihi bağlar dolayısıyla Bosna-Hersek, Türk dış politikasında özel bir yere sahiptir. Türkiye, uluslararası alanda tanınmış sınırları içerisinde Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün, egemenliğinin ve bağımsızlığının korunması gerektiğine inanmaktadır. Türkiye, Barışı Uygulama Konseyi ve Yönlendirme Kurulu’nun bir üyesi olarak Dayton Barış Anlaşması’nın tam olarak uygulanmasını başlangıçtan itibaren desteklemiştir. Türkiye’nin dileği, Dayton Barış Anlaşması’nda çizilen çerçeve içinde Bosna-Hersek’in barış, huzur ve güvenliğe kavuşması, ekonomik ve sosyal yönden gelişmesidir.
Özellikle son dönemde, sadece Dışişleri Bakanlığımız’ın değil, Kültür Bakanlığımız’ın da Bosna’daki faaliyetlerinde bir artış gözlenmektedir. Ancak Bosna’yı büyük felaketlere sürükleyen etnik sorunlar, gerçek ve kalıcı bir çözüme kavuşmamıştır. Mevcut barış ortamı çok hassas dengeler üzerine kuruludur ve hiç beklenmedik anda gerilimler yeni bir felaketle sonuçlanabilir. Bu nedenle, Bosna-Hersek’in ekonomik, siyasi ve kültürel yönden desteklenmesi, Türkiye açısından çok önemli bir sorumluluktur. Bosna, hem Türkiye için tarihi bir dost ve müttefik, hem de Türkiye’nin Avrupa’ya açılan bir kapısıdır.
Türkiye bu sebeple Bosna’da yaşayan Müslümanlara yönelik yeni bir politika geliştirmeli, bu politika çerçevesinde Türkiye’ye güvenen ama istediği desteği bulamayan Boşnakların kalbini kazanacak faaliyetlere girişmelidir. Türk iş adamlarının Bosna’da gerçekleştirecekleri ekonomik faaliyetler, her türlü sosyal-kültürel etkinlikle desteklenmelidir. Son dönemde inşaatı sona erdirilen Mostar Köprüsü’nün Türkler’in katılımıyla yapılması, güzel bir örnek ve uzun yıllar yaşayacak bir sembol olmuştur.

Sırbistan-Karadağ ve Kosova
Sırbistan toprakları uzun savaşlardan sonra 1459 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na geçmiştir. Bu iktidar 1815 yılına kadar sürmüş, bu tarihten sonra Sırbistan bağımsızlığını kazanmıştır. 1877-78 Türk-Rus Savaşı’nda Sırbistan, Türkleri Balkanlar’dan çıkartmak için Rusya’yla ittifak yapmıştır. 1912 ve 13’te, Balkan Savaşları’na aktif olarak katılan Sırbistan bu savaştan sonra topraklarını Makedonya, Sancak ve Kosova dahil olmak üzere genişletmiştir. Ancak bu genişleme Avusurya-Macaristan’ı tedirgin etmiş, Avusturya-Macaristan’ın müdahalesi ile Sırp ilerlemesi durdurulmuştur. I. Dünya Savaşı’nın ardından Sırp, Hırvat ve Karadağ liderleri, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığını ilan etmiş ve adını Yugoslavya Krallığı koymuşlardır. II Dünya Savaşı’nda ülkeyi işgal eden Almanların yenilgiye uğramasının ardından Yugoslav Cumhuriyeti ilan edilmiş, Kosova ve Voyvodina 1946 yılında otonom bölge ilan edilmişlerdir.


İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, Tito’nun önderliğindeki yeni Yugoslavya’da etnik gerilim geçici de olsa bastırılmış, ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte eski ön yargılar, özellikle de fanatik Sırp milliyetçilerinin baskıcı zihniyeti yeniden su yüzüne çıkmıştır. Sırpların 1989 yılından itibaren diğer Yugoslav Cumhuriyetlerini kontrol etmek için girişimlere başlaması gerilimi artırmış ve önceki bölümde değindiğimiz korkunç olayların başlamasına yol açmıştır.

1989 yılında Sırplar, Kosova ve Voyvodina’nın otonom yapısını iptal etmişlerdir. Yugoslavya iç savaşı sırasında ise azınlıkların yoğun olarak yaşadığı bu bölgeler, Sırpların baskı ve şiddet uyguladıkları yerler olmuştur.
Savaşın ardından imzalanan Dayton Anlaşması, bölgeye göreceli bir barış getirmiş, Sırplar azınlıklara karşı daha insaflı bir politikaya yönelmişlerdir. 1998 Mayısı’nda Miloseviç’in bazı politik oyunları Karadağ tarafından tepkiyle karşılanmış, bölgede büyük bir gerginlik yaşanmasına sebep olmuştur.
Kosova’da ise, bölgenin otonomisini kaybetmesinin ardından Arnavut çoğunluk Sırp hükümetinin zulmüne direnmiştir. Sırp yönetimi Arnavutlara karşı büyük baskılar uygulamış, Arnavutlar ise haklarını ve hatta yaşamlarını korumak için kendi içlerinde organize olmaya çalışmışlardır. 1990 yılında kurulan Kosova Kurtuluş Ordusu ile Sırp güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamış ve bu 1997-98 yıllarında yoğunlaşmıştır. Ardından, Sırp ordusu ve polisi büyük bir harekat başlatmış, meydana gelen çatışmalarda yüzlerce insan ölmüş, 200 binden fazla Arnavut, evini terk etmek zorunda kalmıştır. NATO’nun hava saldırısı tehdidi, Miloseviç’in Kosova’dan çekilmesini sağlamıştır. Ancak Miloseviç’in uzlaşmaz tavırları nedeniyle Kasım ayından itibaren çatışmalar yeniden başlamıştır. Yine NATO’nun tehditleriyle başlayan bir seri barış görüşmesi ise bir sonuç alınamadan 1999 yılında sona ermiştir.
Miloseviç, Kosova’ya NATO güvenlik güçlerinin yerleştirilmesini reddetmiştir. Bu durum uluslararası toplumun bir müddet sonra ABD öncülüğünde Sırp zulmüne müdahale etmesine neden olmuştur. Aynı sırada Sırpların etnik Arnavutlara yönelik saldırıları da yoğunlaşmış; köyler yakılmış, halk göçe zorlanmıştır. Bu dönem zarfında yaklaşık 640 bin kişi Kosova’yı terk etmek zorunda kalmıştır. En sonunda 10 Haziran tarihinde alınan BM kararıyla bölgeye 50 bin kişilik Barış Gücü gönderilmiş ancak sayıları 780 bini bulan sığınmacıların yaşadığı büyük felaketi telafi edememişlerdir. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi halen bu felaketlerin baş sorumlusu olan Miloseviç’i yargılamaktadır.

Kosova’da Müslüman- Türk Halkın Durumu

Sırp yönetimi Arnavutlara karşı büyük baskılar uygulamış, Arnavutlar ise haklarını ve hatta yaşamlarını korumak için kendi içlerinde organize olmaya çalışmışlardır. 1990 yılında kurulan Kosova Kurtuluş Ordusu ile Sırp güvenlik güçleri arasında çatışmalar başlamış ve bu 1997-98 yıllarında yoğunlaşmıştır. Ardından, Sırp ordusu ve polisi büyük bir harekat başlatmış, meydana gelen çatışmalarda yüzlerce insan ölmüş, 200 binden fazla Arnavut, evini terk etmek zorunda kalmıştır. 1389 yılında yapılan Kosova Savaşı’nın ardından, Türkler Kosova’ya yerleşmeye başlamışlardır. Yaklaşık 400 yıl süren Osmanlı hakimiyeti boyunca Türkler Prizren, Priştine, Vıçıtırın, Nobırda gibi bölgelerde yerleşmişlerdir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren, bölgenin Müslüman-Türk nüfusu Anadolu’ya göç etmeye başlamıştır. Sadece 1912-1941 yılları arasında yaklaşık 600 bin kişi göç etmek zorunda kalmıştır.
Günümüzde bu bölgede yaşayan Türkler’in 60 bin ve Türkçe konuşanların nüfusu yaklaşık 250 bin kişi olarak tahmin edilmektedir. Ancak devamlı göçler ve baskılar bu sayıda bazı değişimlere sebep olmaktadır, Türk olmayan Müslümanlar ise Arnavut’turlar. Nüfusun %85 gibi büyük bir çoğunluğunu da oluşturan Arnavutların yaklaşık olarak % 70’i Müslümandır.
Kosova’da yaşayan Müslüman-Türk nüfus, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinin ardından yalnız ve korumasız kalmıştır. Balkan Savaşları, I. ve II. Dünya Savaşı, komünist yönetim, Yugoslav iç savaşı gibi büyük felaketler atlatan dindaş ve soydaşlarımız, bugüne kadar tüm güçleriyle hayatta kalmayı ve bulundukları bölgenin politik, sosyal ve kültürel hayatında etkili olmayı başarmışlardır.
1999 yılında sona eren savaşın ardından getirilen yeni düzenlemelerle birlikte, Müslüman-Türk gruplar için yeni bir dönem başlamıştır. Politikaya, sosyal hayata katılım artmış, kültürel faaliyetler daha geniş çaplı olarak uygulanır olmuştur. Bütün olumlu gelişmelere rağmen Kosova’da da, Yugoslavya’nın diğer bölgelerinde yaşanan gerginlik kendini belli etmektedir. Nitekim kısa süre önce ülkedeki reformların öncülerinden Sırbistan Başbakanı Zoran Djindjic’in silahlı saldırı neticesinde hayatını kaybetmesi, ülkede sorunların tam anlamıyla çözülemediğinin bir göstergesidir.
Savaşın ardından Türk nüfusun içinde de belirli bir ayrılık yaşanmış, ortak karar almakta, politika üretmekte sorunlar yaşanmıştır. Yeni yönetim döneminde Türkçe’nin resmi dil olarak tanınmaması, Türkler’in yaşadığı önemli bir sorun olmuştur. Bu gelişmeyi protesto eden Türkler, 28 Ekim 2000 tarihli seçimlere katılmama kararı almışlardır. Türk Dışişlerinin devreye girmesiyle birlikte BM Kosova Yüksek Temsilcisi Bernard Kouchner bir açıklama yapmış ve Türkçe’nin Türk toplumunun yaşadığı belediyelerde, Arnavut ve Sırp diliyle eşit olarak kullanılma hakkını tanımıştır.
Özgür ve demokratik bir ortamın varlığı, Müslüman-Türk halkın yaşadığı sorunların çözümünü de kolaylaştırmaktadır. Kosova halkını oluşturan tüm etnik gruplar 17 Kasım 2001 tarihinde özgür bir seçim ortamında oy kullanmış, yeni Meclis İbrahim Rugova’yı Kosova Geçici Öz Yönetim kurumlarından Kosova Başkanlığı görevine atamış, Bayram Rexhepi başkanlığında da Kosova Hükümeti kurulmuştur. Türkler bu seçimlerde Meclis’e üç temsilci göndermeyi başarmışlardır. Kosova’da 26 Ekim 2002 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerde ise Kosova’daki Türk azınlığı temsil eden Kosova Demokratik Türk Partisi seçimlere ilk kez katılmış, Prizren ve Priştine Belediye Meclislerinde temsil hakkı elde etmiştir.
Kosova’da, Prizren, Mamuşa, Priştine, Vıçıtırn gibi şehirlerdeki ilköğretim okullarında, 104 sınıfta 2 bin öğrenci, 3 anaokulunda 100 öğrenci, 6 lisedeki 19 sınıfta 450 öğrenci ve 1985 yılında Priştine Üniversitesi’nde açılan Türkoloji Bölümü’nde 50 öğrenci eğitim görmektedir. Türkler, Kosova’da Türk kültürüne göre yaşamaktadırlar.

Türkiye, Sırbistan-Karadağ ve Kosova İlişkileri

Türkiye, kanlı savaşın ardından parçalanmış Yugoslavya topraklarında, yeniden barış ve huzurun hakim olmasını dilemektedir. Bölgede yaşayan toplumlar arasında birtakım gerginlikler hissedilse de, hem dış baskılar hem bilinçli kişilerin iş başında olması hem de yaşanan felaketten alınan dersler, bu gerginliğin ön plana çıkmasına engel olmaktadır. Özellikle bu yeni cumhuriyetlerin bir kısmının yakın gelecekte AB’ye katılacak olmaları, aşırı milliyetçiliği ve düşmanlıkları ikinci plana itmektedir. Bütün bu olumlu şartlara rağmen bölgenin bir barut fıçısına dönmesi o kadar uzak bir ihtimal değildir. Türkiye’nin bu tehlikeye karşı sürekli olarak gerginlikleri yatıştırıcı bir politika izlemeye devam etmesi, çok isabetli olacaktır.

Kosova’da yaşayan Müslüman-Türk nüfus, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinin ardından yalnız ve korumasız kalmıştır. Balkan Savaşları, I. ve II. Dünya Savaşı, komünist yönetim, Yugoslav iç savaşı gibi büyük felaketler atlatan dindaş ve soydaşlarımız, bugüne kadar tüm güçleriyle hayatta kalmayı ve bulundukları bölgenin politik, sosyal ve kültürel hayatında etkili olmayı başarmışlardır.
Savaş sonrası dönemde, özellikle de Miloseviç’in devrilmesiyle, Türkiye’nin Sırbistan’la ilişkilerinde gelişmeler olmuş, yeni hükümetle birlikte karşılıklı ilişkilerde çeşitli ilerlemeler sağlanmıştır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ni oluşturan Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetlerinin, eşit iki üye devlet olarak ortaklık temelinde yeni bir yapı ve yeni bir birlik oluşturma süreci, 14 Mart 2002 tarihinde Belgrad’da imzalanan anlaşma uyarınca başlatılmıştır. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, Federal Parlamento’da 4 Şubat 2003 tarihinde kabul edilen Anayasal Şart çerçevesinde “Sırbistan ve Karadağ” adını almış ve eşit iki üye devletin ortaklığına dayanan bir devlet birliği kurarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir.
Bu pozitif gelişme, bölgenin barışına da büyük bir katkıda bulunmuştur. Türkiye, Balkanlar’da önemli bir unsur olan Sırbistan’la olan sorunlarının büyük bir kısmını halletmiş, geri kalan sorunlar ise müzakereler yoluyla çözüm aşamasına girmiştir. Özellikle bölgede yaşayan Müslüman-Türk nüfusun sorunlarıyla ilgili olarak Türkiye’nin yaptığı girişimler başarıyla sonuçlanmıştır. Bundan sonraki dönemde de, Türkiye’nin Sırbistan ve Karadağ ile olan ilişkilerini güçlendirmesi hem Balkanlar’da huzur ve güven ortamının doğmasına katkıda bulunacak hem de Müslüman-Türk nüfusun haklarının savunulmasında güçlü bir imkan elde edilecektir.
Kosova konusunda ise Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararının eksiksiz uygulanmasına destek vermekte, KFOR, UNMIK ve AGİT Misyonu’na asker, polis ve uzmanlar sağlayarak Kosova’nın güvenlik ve istikrarına katkıda bulunmaktadır. Türkiye, bölgeyle yüzyıllardır süregelen tarihi ve kültürel bağları dolayısıyla Kosova ile ilgili gelişmeleri yakından takip etmektedir. Müslüman Arnavutların ve Türk azınlığın, kazanılmış haklarının korunmasına ve Kosova’nın siyasi ve idari yapılarında adil ve hakça temsiline büyük önem verilmektedir. Kosova’da yaşayan ve Türkiye’de çok sayıda akrabası olan Türkler, bir yandan politik ve ekonomik, diğer yandan da sosyal ve kültürel faaliyetlerini artırarak Sırbistan ve bölge ülkeleriyle Türkiye arasında bir dostluk köprüsü oluşturmalıdır.
Türkiye’nin gözü Kosova’da olmalı, bölgedeki Türkler’in bu yöndeki tüm faaliyetleri dostluk ve iyi komşuluk kuralları çerçevesinde desteklenmelidir. Kosova’da yaşayan Türkler’in en büyük sorunlarından biri ise işsizliktir. Türk iş adamları bu bölgeye yatırım yapmalı, bölgede bir Konsolosluk ve Türk Kültür Merkezi açılmalıdır. Kosova’da yaşayan halkın % 90’ı Müslümandır. Ancak halkın özellikle de çoğunluğu oluşturan Arnavut Müslümanların arasında İslam bilgisi ve kültürü daha da geliştirilmelidir. İslam ahlakının en güzel şekilde anlatılması ve yayılması, Kosova’da yaşayan Müslüman Arnavut ve Türkleri birleştiren önemli bir unsur olacaktır.

Romanya
Romanya, Balkanlar’da büyük öneme sahip bir devlettir. Çok eski zamanlardan itibaren çeşitli toplulukların yerleştiği Romanya toprakları, Orta Asya’dan göç eden Türkler’in geçiş ve yerleşim noktalarından biri olmuştur. Hunlar, Avarlar ve Bulgarlar bu bölgede yerleşmiş, Slavlar bölgeye Hıristiyanlığı getirmişlerdir. 1003 yılından itibaren Macar Krallığı bölgede hakim olmaya başlamıştır. 13. yüzyıldan itibaren Macar yönetim tarafından ülkeye Sakson ve Germen kabileler yerleştirilmiştir. Bu işgaller, yerli halkın Eflak (Wallachia) ve Boğdan (Moldavya) bölgesine kaymasına yol açmıştır. Bu bölgeler “Voyvoda” adı verilen ve daha çok Macar veya Polonya kontrolündeki prensler tarafından yönetilmeye başlanmıştır.
1418 yılında Dobruca’yı fetheden Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgedeki etkisi, 1526 yılındaki Mohaç Savaşı’nın ardından tam olarak hissedilmeye başlamıştır. Eflak ve Boğdan eyaletleri 1821 yılına kadar, genel olarak İstanbul’un Fener semtinden seçilen Rum aileler tarafından yönetilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından 1829 yılında imzalanan Edirne Anlaşması’yla Eflak ve Boğdan’ın yönetimi Ruslara geçmiştir. 1857’de iki eyalet birleşerek Romanya adını almış, Alexandru Ion Cuza prens seçilmiştir. 1877-78, yıllarında yaşanan Rus-Türk savaşları ise, Osmanlı’nın bölgedeki varlığını tamamen sona erdirmiştir.
Romanya tam bağımsızlığını 1878 yılında elde etmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Romanya, bu ülkelerde yaşayan büyük Romen nüfusuna dayanarak, Avusturya-Macaristan ve Alman topraklarından pay almayı hedeflemiştir. Nitekim savaşın ardından topraklarını yaklaşık iki katına çıkarmayı başarmıştır.

II. Dünya Savaşı boyunca Nazi Almanyası’nın müttefiki olan Romanya’da general Ion Antonescu diktatörlüğü hakim olmuştur. Savaş sırasında Rusya’ya saldıran ve büyük kayıplara uğrayan Romanya, Kral Michael’in iktidarı devralmasıyla birlikte 1944 yılında Almanya’ya savaş açmıştır. Ülkede artan Sovyet etkisi, komünizmin hakimiyetini getirmiştir. Uzun yıllar baskıcı bir komünist rejimle yönetilen Romanya, Stalin’in 1953 yılında ölmesinin ardından Sovyetler’den uzaklaşmaya başlamıştır.
1965 yılında Çavuşesku’nun ilan ettiği yeni anayasa, Sovyetler’in ülke üzerindeki kontrolünü iyice azaltmıştır. Bu dönemde başta Amerika olmak üzere Batı ülkeleriyle yakınlaşmaya devam edilmiştir. Ancak dışarıya karşı olumlu mesajlar veren Çavuşesku, ülke içinde kanlı komünist iktidarı sürdürmüş, halkın büyük felaketler yaşamasına, açlık ve sefalet içinde ölmesine sebep olmuştur. 1989 yılında hükümet karşıtı gösterileri vahşi bir şekilde bastıran Çavuşesku, kısa bir süre sonra Bükreş’e kaçmak zorunda kalmış ancak bir müddet sonra yakalanmış ve yargılanarak idam edilmiştir.
Onun yerini alan İliescu da aynı baskıcı politikaları devam ettirmiş ve kısa süre sonra iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. 90’lı yıllarda aşırı milliyetçi akımlar güç kazanmış, başta Çingeneler olmak üzere, etnik azınlıklara karşı şiddet eylemleri başlamış, 1992 yılında Almanya’ya kaçan 43 bin Çingene Romanya’ya geri gönderilmiştir. Romanya özellikle uluslararası toplumun bu konuda tepkisinden sonra, azınlık haklarında çeşitli iyileştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. 1996 yılında yapılan seçimlerle, ilk defa anti-komünist bir koalisyon seçimi kazanmış ve Emil Constantinescu yeni başkan seçilmiştir. Bu tarihten itibaren, Romanya’da pozitif gelişmeler artmış AB ve NATO’ya üye olma yolunda önemli adımlar atılmıştır.

Romanya’da Müslüman-Türk Azınlık
Romanya’da, büyük çoğunluğu Dobruca eyaletinde olmak üzere Oğuz, Kırım, Gagavuz kökenli yaklaşık 100 bin Türk yaşamaktadır. Türkler’in bu bölgeye gelişi Osmanlı’dan çok öncesine kadar uzanmaktadır. Orta Asya’dan göç eden Türkler’in bir kısmı bu bölgede yerleşmiştir. 13. yüzyıla kadar devam eden bu göçler, M.Ö. 375 yıllarında Batı Hun Türkleri’yle başlamış, Avar Türkleri , Bulgarlar, Peçenekler, Kuman Türkleri’yle devam etmiş, en son Tatar Türkleri Dobruca bölgesinde yerleşmişlerdir. 1263 yılında Sarı Saltuk önderliğindeki Anadolu Selçukluları Babadağ’a yerleşmiş, daha sonra Osmanlı’nın Dobruca’ya yerleşmesinin yolunu açmıştır. II. Beyazid döneminde Dobruca’ya yerleşen Oğuz Türkleri, burada uzun süredir yaşayan soydaşlarıyla kaynaşmış, yüzlerce köy ve şehir kurarak bölgeyi tam bir Türk yurdu haline getirmişlerdir. Dobruca’ya bir büyük göç dalgası da 1783 yılında Kırım’ın Ruslara geçmesiyle yaşanmış, bu tarihte birçok Kırım Türkü Dobruca’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından bölgeyi ele geçiren Romanya’nın Romenleştirme politikası sonucunda Türkler bölgeden ayrılmak zorunda kalmış, bu zorunlu göçler 1910 yılına kadar devam etmiştir. Komünist rejim döneminde de bölgeden Anadolu’ya yapılan göçler artmıştır. Bu yoğun nüfus kaybı yüzünden Türkler’in sayısı yaklaşık 250 binden, günümüzdeki sayısına düşmüştür41; bu Türkler’in % 88’i Köstence’de, % 12’si Tulça’da yaşamaktadır.
Bugün Romanya’da yaşayan Türkler’in fazla bir sıkıntısı yoktur. Kendilerine her türlü özgürlük tanınmıştır ve azınlık hakları gerektiği gibi uygulanmaktadır. Türk nüfus, Romanya’da yönetimle barışık ve uyumlu bir biçimde yaşamakta bir yandan bulundukları ülkenin politik, ekonomik ve sosyal hayatına katılımda bulunmakta bir yandan da Türkiye ile Türkiye’deki akrabalarıyla olan bağlarını canlı tutmaktadırlar. Çok sayıda dergi, gazete, ve radyodan sesini duyuran, çeşitli dayanışma dernekleri ve vakıf çatısı altında toplanan Türkler, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar Türkçe eğitim görmektedirler.

Romanya-Türkiye İlişkileri
Yakın bir tarihte NATO ve AB üyesi olacak olan Romanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler son derece olumlu bir dönemden geçmektedir. Ancak gerek ekonomik gerekse de kültürel alanda, bu ilişkiler olması gereken seviyenin çok altındadır. Halbuki iki ülke, ortak bir tarihi paylaşmakta, Romanya’daki mevcut Türk nüfus, iki ülkeyi birbirine bağlamaktadır. İki ülkenin yakınlığı, Balkanlar için de bir istikrar ve barış unsuru olarak algılanmaktadır. Türkiye, Romanya’nın NATO üyeliğini parlamentosunda kabul ettiği bir yasa ile destekleyen tek ülke olarak, 2002 yılı Kasım ayında Prag’ta yapılan zirvede bu ülkenin NATO üyeliği için davet almasını memnuniyetle karşılamıştır.
Romanya’da, diğer Balkan ülkelerinde yaşanan Müslüman-Türk düşmanlığı yaşanmamıştır. Bu yüzden iki ülke arasında fazla bir gerginlik olmamıştır. İki ülke arasındaki ticaret ise özellikle son yıllarda yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Türkler’in bu ülkedeki ekonomik varlığı, 7 bin şirket ve yaklaşık 15 bin yatırımcı olarak belirtilmektedir. Romen Parlamentosu’nda da üç Türk milletvekili bulunmaktadır.
Türkiye, diğer Balkan ülkelerinde uygulaması gereken kültür ve ekonomi politikasını burada da hayata geçirmeli, Türk azınlığın ekonomik problemlerini çözecek girişimlerde bulunmalı, kültürel varlıklarını ve geleneklerini yaşatacak faaliyetleri güçlü olarak desteklemelidir.

Makedonya
8 Eylül 1991 tarihinde Makedonya’da halk oylaması yapılmış ve bağımsızlık ilan edilmiştir. Böylece Slovenya ve Hırvatistan’ın ardından Makedonya da Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılmıştır. Nisan 1993’te BM’e kabul edilen Makedonya, ilk dönemlerde çeşitli ekonomik sıkıntılar yaşamış, bu sorunlar hükümet değişiklikleriyle sonuçlanmıştır. Ekonomik sıkıntının asıl sebebi, Makedonya isminin kullanılmasından rahatsız olan Yunanistan’ın uyguladığı ekonomik engeller olmuştur. Yunanistan’ın 1995 yılında ekonomik ambargodan vazgeçmesi, Makedonya ekonomisinin iyileşme sürecine girmesini sağlamıştır. Aynı yıl, Başbakan Gligorov’un arabasına bombalı saldırı düzenlenmiş, ancak 1996 yılında Başkan iyileşerek görevine geri dönmüştür.
1998 yılının Mart ayında, Kosova’da, Sırp polis gücü Arnavutlara karşı saldırıya geçmiş , BM, bölgeye müdahale etmesi için yeni birlikler göndermiştir.
NATO’nun Yugoslavya’ya yaptığı saldırının ardından yaklaşık 245 bin sığınmacı, Makedonya’ya kabul edilmiştir. 1999 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini Türk azınlığın da desteklediği Boris Trajkovsky kazanmıştır.

Makedonya’da Müslüman-Türk Varlığı
Türkler’in Makedonya’daki tarihi, 1500 yıl önce göç eden Orta Asya Türk topluluklarıyla başlamıştır. Osmanlı’nın Balkanlar’daki ilk fetihleri de Makedonya civarında olmuş, 1372’de Köstendil, 1380’de İştip, 1382’de Manastır ardından da Ohri alınmış, 1389 Kosova Savaşı’nın ardından bölgenin tamamına yakını Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı’nın en uzun süre elinde kalan Balkan toprağı da Makedonya olmuştur. Başta Üsküp, Selanik, Manastır, Serez, Köprülü, Vardar Yenicesi, Kalkandelen, Gostivar olmak üzere bölgedeki yerleşim merkezleri Anadolu’dan gelen Türkler’le dolup taşmıştır.
Balkan Savaşları’na kadar olan dönemde, bölgede büyük bir Müslüman-Türk nüfus bulunmaktadır. 1904 yılında Sırbistan ve Bulgaristan’dan göçenlerle birlikte Makedonya’da 1,5 milyon Türk’ün yaşadığı söylenmektedir.42 Balkan Savaşları ve Yunanistan’la yaşanan mübadelenin ardından Arnavutluk dışında, Balkanlar’da yaşayan Müslüman nüfus sayısı yaklaşık 600 bine kadar düşmüştür. 1953 ve 1994 yıllarında yapılan nüfus sayımları kıyaslandığında, Makedonya’da yaşayan Türkler’in sayısının 203 binden 78 bine gerilediği görülmektedir.
Makedonya’da bugün ”Türk Demokratik Birliği” kurulmuştur ve birlik, bölgede yaşayan Türkler’i temsil etmektedir. Makedonya’da Türkçe gazete, dergi yayınlanmakta, aynı zamanda Türkçe radyo yayınları da yapılmaktadır. Makedonya’da Türkler arasında eğitim Türkçe’dir. Doğu Makedonya’da 4 yıllık Türkçe eğitim alma hakkı vardır. Halen mevcut ilköğretim kurumlarında 264 öğretmen görev yapmaktadır. Gostivar’da bir genel lise ve bir meslek Iisesi ile Kalkandelen’de bir meslek Iisesinde Türkçe öğretim yapılmaktadır. Üsküp’te de bir Iisede Türkçe öğretim verilmektedir. Üsküp ve Manastır Üniversitesi’nde Türkler’e çok az bir kontenjan ayrılmaktadır. Makedonya Türkleri bu okullara yoğun ilgi göstermektedir.

Türkiye – Makedonya İlişkileri
Son dönemlerde Balkan ülkeleriyle kurulan ilişkilerde yaşanan olumlu gelişmeler Makedonya için de geçerlidir. Özellikle Türkiye’nin bu ülke ve topraklarla olan tarihsel bağı, Türkiye’yi bölgeye yakınlaştırmakta, buranın sorunları hakkında daha hassas olmasına sebep olmaktadır.
Türkiye, Makedonya Cumhuriyeti’nin güvenliğine, istikrarına, refahına ve toprak bütünlüğüne büyük önem vermektedir. 13 Ağustos 2001’de imzalanan “Çerçeve Anlaşması”nı ve anlaşma uyarınca yapılan anayasal değişikliklerin kabulünü memnuniyetle karşılamıştır. Türkiye, “Çerçeve Anlaşması”nın ruhuna uygun olarak, Makedonya’daki Türk azınlığın özgürce temsil edilmesini önemli bulmaktadır. Yine aynı anlaşma uyarınca silahların toplanmasını denetlemek ve ülkede güvenlik ortamını sağlamak amaçlı NATO operasyonlarına katkıda bulunmakta, ayrıca Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı (AGİT) Makedonya Gözlem Misyonuna da personel sağlamaktadır. Türkiye, AB’nin Makedonya’daki NATO Misyonu’nu devralmasından sonra NATO destekli AB Operasyonu’na (Concordia) da katılmaktadır.
Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye bölgede aktif olarak bulunmaktadır. Ayrıca bu ülkede ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişmelere imkan tanıyacağı için, Makedonya’nın bölgesel ve uluslararası birliklere katılması da Türkiye tarafından güçlü bir şekilde desteklenmektedir.
Makedonya’da Müslüman-Türk azınlık için yapılması gereken girişimler bütün Balkanlar için geçerlidir. En başta bölgede yaşayan Müslüman-Türkler’in sorunlarını doğrudan dile getirebilecekleri elçilikler açılmalı, soydaşlarımızın kültürünü yaşatacak kültür merkezleri kurulmalı, Kültür Bakanlığı’nın öncülüğünde, bölgedeki çok sayıda tarihi eserin restorasyonu gerçekleştirilmelidir. Bu girişimler, Makedonya anayasasının 44-49. maddeleri tarafından desteklendiği için hukuki bir sorun da teşkil etmemektedir.

Arnavutluk, Slovenya, Hırvatistan ve Türkiye

Arnavutluk, Balkanlar’da Türkiye’nin en yakın ilişkiler kurduğu ülkelerin başında gelmektedir. 1430 yılından itibaren Osmanlı yönetimine geçen Arnavutluk, 1912 yılına kadar, neredeyse 5 asır boyunca Türkler’le ortak bir tarihi ve kültürü paylaşmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komünist Enver Hoca diktatörlüğü altına giren Arnavutluk, bu dönem boyunca büyük baskılara maruz kalmış, Enver Hoca Arnavut halkını ateistleştirmek için zalim bir baskı politikası izlemiş, topluma büyük acılar çektirmiştir. Komünist iktidarın ardından kurulan yeni cumhuriyetle birlikte ise bu kötü günler geride kalmıştır. Türkiye ile olan ilişkilere büyük önem verilmiş, Türkiye de bu ilgiye aynı derecede karşılık vermiştir.
Avrupa’nın ortasında, nüfusunun neredeyse %80’i Müslüman olan Arnavutluk, Türkiye’yle yoğun akrabalık bağları olan dost ve kardeş bir ülkedir. İki ülke arasında hiçbir sorun yoktur. Bilakis ilişkiler gün geçtikçe gelişmektedir. İkili ilişkilerin en önemli unsurlarından birini askeri ilişkiler oluşturmaktadır. Türkiye ile Arnavutluk arasında yüksek düzeyde askeri iş birliği mevcuttur. Türkiye, Arnavutluk’un NATO’ya kabul edilmesi için büyük destek vermektedir.
Türkiye ile Hırvatistan arasındaki ikili siyasi ilişkiler uzun bir dönem boyunca gelişme göstermemiştir. Yugoslavya iç savaşında da Türkiye tarafsız kalmak için büyük bir çaba göstermiştir. Ancak son dönemlerde, özellikle üst düzeyde gerçekleşen ziyaretler sonucunda iki ülke arasında önemli gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Türkiye, Balkanlar’da barış ve huzurun yaşanmasına katkı sağlaması açısından, Hırvatistan’ın demokratikleşme sürecini, ekonomisinin yeniden yapılandırılması alanlarındaki ve Avrupa-Atlantik kurumları ile bütünleşme yönündeki çabalarını desteklemektedir.
Türkiye’nin Balkanlar’da en zayıf ilişkiler kurduğu ülke Slovenya’dır. Bir Balkan devletinden çok, bir Orta Avrupa devleti özelliği taşıyan ve 2004 yılında AB üyesi olacak olan Slovenya, ilişkilerin geliştirilmesine müsait bir yapıdadır. Türkiye ve Slovenya dış politikalarında; barış, istikrar, iyi komşuluk ile ikili ve çok-taraflı iş birliğine dayanan ekonomik gelişme gibi, ortak hedefleri paylaşmaktadırlar.


Alevi-Sünni kardeşliği üzerine korkunç tuzaklar

Amerika’nın yeni hesabı, özelde Irak, genelde Ortadoğu’da Şii-Sünni gerginliği üzerine… Peki bunun Türkiye’ye olası etkisi ne? iyibilgi’ye konuşan Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun, ülkemizde son birkaç yıldır kurulan tezgahları anlatıyor… iyibilgi özel

Ortadoğu’da ABD’nin Şii İran’a karşı bir Sünni cephe oluşturma çabasında olduğu son günlerin üzerinde en çok durulan savlarından. Bu doğru… Hatta Türkiye’yi de “işin içine katma” çalışmalarının sürdüğü ifade ediliyor. Peki, şunu hiç düşündük mü: Türkiye’nin dış politikada yüzyüze kaldığı gerilimler iç siyasi ve sosyal dengesini doğrudan etkiler. Örnek verelim… Soğuk Savaş döneminde sosyalistler hain olarak görülmüştür bu ülkede… Komünizm ise dinsizlik… Başka bir örnek: Rusya’ya karşı yeşil kuşak oluşturma çabaları ile Türkiye’nin İslamcıları desteklenmiştir. Ancak ne zaman ki İsrail-Türkiye ilişkileri dönüm noktası yaşamış ve bu süreç iç dinamiklerle örtüşmüştür, işte o zaman 28 Şubat yaşanmıştır.

Şimdi tekrar Ortadoğu’ya dönelim. Irak özelinden, Ortadoğu geneline Şii-Sünni gerelimi yaratılmak isteniyor. Daha kötüsü, iyibilgi bu gerilimin Türkiye’ye de yansıtılacağı endişesinde. En azından son zamanlarda yaşanan gelişmeler bunu ima ediyor. İŞte bu yüzden “çieriden” bir isimle konuşuyoruz. Konuğumuz Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun.

Bizde radikal Şiilik hiç bir zaman olmadı

Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun, “İslam’daki mezhep ayrılıkları, İslam’ın doğuşundan 200 yıl sonra Müslümanları bölmek için kurgulanmıştır. 16. yüzyıla kadar Anadolu’da herkes bütündü. 16. yy.’da Bizans’ın etkisiyle Anadolu Müslümanları bölündü” dedi. Bugün Ortadoğu’da da bu komplonun tezahürü çatışmalar görüldüğünü anlatan Altun, bu çatışmaların Türkiye’de de kurgulanmak istendiğini anlattı: ” Türkiye’deki Aleviler ve Sünniler arasındaki ortak değerlerin oranı yüzde 95. Yine ülkemizde Arapların radikal Şiilik inancına sahip olan kesim Alevilerin sadece yüzde 1’ini teşkil ediyor. Türkiye’de halkın arasında mezhep çatışmaları yok.

Çok korkunç ve sinsi tuzaklar var

Fakat bir kaç yıldır Ortadoğu’daki Müslümanları bölme faaliyetlerine paralel olarak, ülkemizdeki Alevi ve Sünni Müslümanlar bölünmeye çalışıyor. Çok korkunç tuzaklar var. Sinsice çalışıyorlar. Aleviliği İslam dışı olarak lanse etmek için araştırmacıları finanse ediyorlar. Toplumu Alevilik konusunda gerçek bilgi kaynaklarından uzaklaştırıyorlar. Aynı zamanda Sünniler üzerinde de Alevileri düşman olarak göstermeye çalışıyorlar.”

Mezhep taassubu günahtır

Anadolu’nun birkaç haftadır Alevi Sünni ayrımını hareketlendirecek küçük çaplı eylemlere sahne olduğunu bu eylemlerin çatışma ortamına varmaması belirten Fermani Altun, tüm vatandaşları, STK’ları ve siyasileri uyanık ve bütünleştirici olmaları konusunda uyardı. Bu oyunlara prim vermeyin diyen Fermani Altun, Abdüllatif Şener’in ” Hepimiz Aleviyiz” açıklamasını doğru ve zamanlama olarak anlamlı buldu. “Tüm Müslümanlar olarak Ortak değerlerimize sarılıp, Ehl-i Beyt sevgisiyle bütünleşerek sorunlarımızı aşmamız gerekiyor” şeklinde konuşan Altun, “Mezhep taassubunun İslam’ın temel değerlerine aykırı ve günah olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız” ikazını yaptı.

iyibilgi.com

Türkiye, MSN’de bir dünya devi!



Türkiye, Microsoft’un mesajlaşma programı MSN Messenger kullanımında, 11.7 milyon kullanıcı rakamıyla dünyada 5’inci oldu.Microsoft’un anlık mesajlaşma programı MSN Messenger, Türkiye’de 11.7 milyon kullanıcı sayısına ulaştı. Microsoft MSN’in Ortadoğu ve Afrika bölgesinden sorumlu yöneticisi Ebru Çapa, ulaşılan bu rakamla Türkiye’nin dünya MSN Messenger liginde 5’inci sıraya yerleştiğini açıkladı. Türkiye de Çapa’nın sorumluluğundaki bölgede yer alıyor.Çapa’ya göre bu rakamın artışında, Türk Telekom’un son bir yılda hızlı internet erişimi ADSL’de 1.5 milyon abone sayısına ulaşması ve bilgisayar kampanyalarının cazibesi rol oynadı. Microsoft’un hazırladığı, dünya MSN Messenger kullanım tablosunda birinciliği 27.7 milyon kişi ile ABD aldı.

Tabloda ikinci 17.3 milyon kişiyle Brezilya, üçüncü ise 12.9 milyon aboneyle İspanya. Çapa, bu rakamların mart sonu itibariyle güncellenen veriler olduğunu belirtti. Buna göre Türkiye, 11.7 milyon aboneyle dünya 5’incisi, Avrupa’da ise 3’üncü sırada bulunuyor.Türkiye’de toplam internet kullanıcı sayısınının 12 – 13 milyon kişi olduğu düşünüldüğünde, hesaplanan MSN Messenger kullanıcısı rakamında aynı kişinin ikinci ve üçüncü aboneliklerinin de yüksek olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Bu rakam ayrıca, diğer ülkelerde MSN’e rakip farklı mesajlaşma programlarının da yüksek oranda kullanıldığını gösterir nitelikte. Çapa, tüm ülkelerde ikinci, üçüncü kullanımın bulunduğuna dikkat çekerek, ulaşılan rakamın Microsoft için oldukça önemli bir başarı olduğunu vurguluyor.

Messenger ‘cep’te

MSN Messenger’la şu anda kullanıcılar, metin, ses ve görüntülü olarak bilgisayar başından haberleşme imkânı buluyor. Ebru Çapa, yakın zamanda MSN Messenger kullanıcılarının cep telefonlarından da birbirleriyle haberleşeceklerini açıkladı.Skype’ın şu anda uyguladığı sistemin bir benzeri olacak yeni çalışma kapsamında, Philips firması ile işbirliğine gidildi. MSN Messenger yüklü Philips markalı cep telefonunu kullananlar, birbirleriyle GPRS (cep’ten internet erişimi) üzerinden anlık mesajlaşabilecek.

Kullanıcılar ayrıca, yine GPRS üzerinden birbirleriyle sesli görüşme de yapabilecekler. Bu görüşmelerde cep operatörünün sesli görüşmeler için uyguladığı tarifeler değil, data (veri) bir başka ifadeyle GPRS tarifeleri geçerli olacak.Böylelikle, MSN kullanıcıları çok daha ucuza telefon görüşmesi yapabilecekler. Ücretlendirme, toplam görüşme süresinde kullanılan veri baz alınarak yapılacak. Şu anki tarifelere bakıldığında, Türkiye’deki operatörlerin uyguladığı GPRS ücretleri, telefon görüşme ücretlerine göre oldukça düşük seviyede bulunuyor.
12.04.2006

Kaynak : Milliyet

Türkiyenin ihracat pörtföyü ( Biz Osmanlı Olmamız Lazım )

İhracatta rekor üstüne rekor kıran Türkiye’ye, çok değişik ürünler için talep yağarken, genişleyen ürün yelpazesi içinde, köpek kılından kedi bağırsağına kadar mal ithal etmek isteyenler bulunuyor.
Ekonominin lokomotifi olarak gösterilen ihracat 2005 yılında 73,4 milyar dolar ile cumhuriyet tarihinin rekorunu kırarken, kuzeyden güneye, doğudan batıya kadar birçok ülkeden, Türk ürünlerine talep yağıyor.
Nargileden seccadeye, Kuranıkerim’den kadın saçına,dansöz kıyafetine, tabuttan nazar boncuğuna, pırasa yağından, semazen terliğine, kadayıftan prezervatif makinasına kadar çok sayıda ilginç mal isteniyor.
Toplam 228 ülkeye dönük, yaklaşık 20 bin çeşit ürün ve 40 bin 304 ihracatçı firma ile dünya ticaret sahnesinde yer alan Türkiye, sanayi, tekstil, konfeksiyon, demir-çelik ve tarımsal ürünleri gibi klasik ürünlerin dışında, akla gelmeyecek kadar ilginç ürün talepleriyle karşılaşıyor.
İhracatı Geliştirme Merkezi (İGEME) bültenleri ile çeşitli ihracat kuruluşlarından derlenen verilere göre, gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra, gelişmiş ülkeler de artık teknoloji ağırlıklı otomobil, buzdolabı, televizyon, müzik seti, çamaşır ve dikiş makinesi gibi Türk mallarını talep ediyorlar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) raporlarına göre, dünyanın en büyük pazarlarından biri olarak Almanya ve ABD pazarının miktar ve kalem olarak Türk ürünlerine talebi daha fazla olurken, bunu İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya, İsrail ile Arap ülkeleri başı çekiyor.
Belize, Virgin Adaları, Ceuta ve Mellilla, Lesotto, Mayotte, Tuvalu, Virjin Adaları, Sao Tome ve Principe, Pitcairn, Kape Verde, Cayman Adaları gibi, haritada yeri bile zor bulunabilecek ülkeler de, Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkelerden bir kaçı.

NARGİLEDEN, KADIN SAÇINA…
Uzun yıllar boyunca, Türkiye’den alışılagelmiş ürünleri talep eden uluslararası piyasalar, son yıllarda nargileden kilime ve oyalara, yufkadan nazar boncuğuna, dansöz kıyafetinden yöresel giysilere, namaz takkesinden tabuta, ikinci el giysilere, kadın saçından kına, çömlek, kuş tüyü yorgana hatta köpek kılı, kedi ve koyun bağırsağı ile kayısı ve kiraz çekirdeğine kadar çok sayıda ilginç mal istiyorlar. Türkiye’de basılan Kuran’a da Avrupa ülkelerinden yoğun talep geliyor.
Türk ihracatçıları, gelişen dünya pazarlarında ve çetin rekabet ortamlarında mallarını satma çabası verirken, Çin’e rağmen, Türkiye’ye özgü malların ihracında ise ülkenin rakipsizliği tartışılmıyor. Dünyanın birçok ülkesinden, geleneksel Türk yemekleri ve Türk yemek kitapları, milli içecek sayılan rakı ve boza, Türk lokumu, döner bıçağı, çemeni, sucuğu ve baharatları talebi de geliyor.
Sektör temsilcileri, Türkiye’de özgün malların kar marjının yüksek olduğunu fakat ihraç edecek ihtisaslaşmış ve organize olmuş şirketlerin az bulunduğunu belirttiler.

GELEN TALEPLER
Türkiye’ye gelen ilginç mal taleplerinden bazıları şöyle:
ABD: Kuluçka makinası, pipo, meyan kökü, mendil, gümüş eşya ve mücevherat, salça, dansöz kıyafeti ve otantik giysiler, çömlek, baharat.
Almanya: Silah, tavuk bacağı, fındık, çörek otu yağı, şal, lens, gözlük.
Fransa: Doğada çıkan bitkiler, yabani mantar, geleneksel Türk yemekleri konserveleri, örme giyim, antika, sakız hammaddesi, jilet, kemik yağı, tıbbi malzemeler, Türk yemekleri kitabı, saksı, ütü masası, defolu mallar, kayısı, kiraz çekirdeği, dondurulmuş balık.
İtalya: Şifalı bitkiler, mantar, gazyağı, ampul, yılan balığı, keçi kılı, şamdan, çelenk.
İngiltere: Tahin, helva, namaz takkesi, seccade, muhtelif Türk sosları, Kuranıkerim, tütsü, termometre.
Hollanda: Hasta sedyesi, döner makinaları ve bıçağı, Türk motifli ev dekorasyonu eşyaları, kilim, gübre, mayo, kuş üzümü, cevizli sucuk, Türk işi geleneksel kumaş ve halı.
Hindistan: Zirai ilaç, oto yedek parçaları, çiçek, gıda maddeleri, manuel daktilo, nargile çubuğu, küllük, şamdan, koyun yünü.
Güney Kore: Tuvalet ve banyo aksesuarı, hayvan yemi, silikonlu demir, nargile, hoparlör, kedi bağırsağı, pırasa yağı, tavuk bacağı, balık yemi.
Rusya: Çanta, ev gereçleri, ressam gereçleri, hurda, gübre, prezervatif ve prezervatif makineleri, deniz tuzu.
Yunanistan: Tabut, düğün ve vaftiz davetiyesi, kadın saçı, gelinlik, tespih boncuğu, çamaşır lastiği, nargile, antika, dalgıç ve dalış aletleri, Türk hamamı malzemeleri, çiklet, çocuk maması, plastik çöp torbası, diş fırçası, bulaşık teli, kadayıf.
İspanya: Kuş, lahana turşusu, bayrak, ayna, çerçeve, yufka ve hamur işi, çakmak, mum, balon, dantel, dondurma külahı, yabani mantar, tuvalet kağıdı.
İsviçre: Canlı kurbağa, sıhhi banyo ve mutfak malzemeleri, traverten taş, şırınga, plaj malzemeleri, silah aksesuarı, her türlü sürüngen hayvan, avcı kıyafetleri, bulaşık bezi, idrar torbası.
Portekiz: Şapka, anahtarlık, çakmak, plastik hortum, çocuk bezi.
Danimarka: Pipo, dantel, mutfak eşyaları, kadın saçı, kan torbası, çiçek yetiştirmek için toprak, haşhaş tohumu.
Macaristan: Deniz tuzu, kuru soğan ve sarımsak, plaj çantası, trafik işaretleri, ilan panosu.
Birleşik Arap Emirlikleri: Veteriner ilaçları, teneke kutu, hediyelik eşyalar, şekerli gıdalar, lokum, çikolata ve gofret, saksı, kullanılmış oto lastiği, yoğurt, mum, çöp kutusu, kan ve idrar torbası, sanat ürünleri, çatal-bıçak takımları, sucuk.
Japonya: Nazar boncuğu, bujiteri ürünleri, namaz takkesi.
İran: Başörtüsü, alkolsüz meşrubat, binicilik malzemesi, at nalı ve çivisi, gül yağı, boya, kağıt, kadayıf, mobilya.
Doğu Afrika: Tıbbi malzemeler, elektronik malzemeler, hayvan kapanları, ikinci el giysiler, donmuş et, kümes hayvanları.
Pakistan: Jogging giysisi.
İsrail: Oryantal dans kıyafetleri, göğüs pedi, gece elbisesi, tekerlekli sandalye, baston, kıble yönünü gösteren pusula, kadın saçı.
Endonezya: Seccade, meze, semazen terliği.
İsveç: Zar ve zar kutusu.
Suudi Arabistan: Yaprak sarması, emniyet kemeri.
Kuveyt: Buzağı maması, süt sağma makinası, abiye kıyafet, başörtüsü.
Mısır: Güneşte kurutulmuş maydonoz tozu.
Azerbaycan: Oltu taşı

milliyet

ECHELON-II

Echelon Sistemiyle ilgili olarak, yayımladığımız ilk makaleden sonra Avrupa’ da yeni gelişmeler yaşandı. Aşağıda
basından aldığımız bir haberi aynen aktarıyoruz:

Avrupa Parlamentosu üyesi Alman Parlâmenter Ilka Schroder,
“ABD’nin kulakları” olarak bilinen Echelon casusluk şebekesinden
resmen davacı oldu. Schroder, Echelon sistemiyle “bireysel
haklarının ve Alman kanunlarının çiğnendiği” gerekçesiyle federal
mahkemeye başvurdu.

Schroder, Alman federal mahkemesine başvurarak, “kamu ve bireysel
haklarının Echelon şebekesi tarafından ihlal edildiği” gerekçesiyle dava
açtı. Alman Parlâmenter, dava dilekçesinde, ABD, İngiltere ve Almanya’yı
Echelon sisteminin doğrudan sorumluları olarak gösterdi. Schroder,
Echelon sisteminin sanayi casusluğunda kullanıldığı ve ticari marka ve
brövelerle ilgili yasaları çiğnediği görüsünü de savundu.
Schroder’in bu girişimi, Echelon sistemine karşı hukuki planda
ilk adim olması bakımından önem taşıyor.
Avrupa Parlamentosu ve Fransız Ulusal Meclisi tarafından
Echelon’u araştırmak için kurulan komisyonların “yetersiz” kaldığı
görüsünü savunan Schroder, “zor da olsa” hukuki yolların kullanılması
gerektiğini söyledi. Gözlemciler ise, Schroder’in başvurusunda belirli
bir ülkeye karşı dava açmadığını ve Alman mahkemelerinin davayı
incelerken federal makamların “devlet ve savunma sırrı” cevabıyla
karsılaşacakları görüşündeler.
Resmi olmamakla birlikte, ABD ve anglofon müttefiklerinin çok
sayıda ülkede kurulu casusu istasyonlar aracılığıyla tüm dünyayı
dinledikleri ve kriptolu mesajları dahi çözdükleri söyleniyor.
Fransa’nın basını çektiği bazı AB ülkeleri ise, soğuk savaş öncesinde
NATO müttefiklerince Doğu Bloku’nu dinlemekte kullanılan sistemin, ABD
tarafından son 10 yıldır kendi şirketlerine çıkar sağlamakta ve dev
ihaleleri elde etmekte kullanıldığı iddiasındalar.
İddialara göre, 50 ülkede 175’ten fazla merkez Echelon sistemine
dahil. Yine başka bir iddiaya göre, Türkiye’de de bu casus
istasyonlardan toplam 9 adet bulunuyor. Türkiye’deki dinleme
istasyonlarının Ağrı, Antalya, Diyarbakır, Edirne, İstanbul, İzmir, Kars
ve Sinop’ta bulunduğu söyleniyor.

TÜRKİYE NÜKLEER SİLAHLARA SAHİP OLMALIDIR

Amerika’ nın Irak’ ı işgali ve tüm dünyada artan terör dalgasının ardından; gelecek yirmi yıla çatışmaların hakim olacağı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta ve hatta yaşlı dünyamızın bir anda Hıristiyan – Müslüman çatışmasının ortasında kalmasından korkulmaktadır. Zira İslam’ ın kutsal şehirlerinin teröre misilleme olarak bombalanması önerisi dahi yabancı medyada yer bulmaktadır.

Dünyada güçlü ve etkin bir müslüman devletin olmayışı, küresel anlamda İslamiyeti sahipsiz bırakmakta ve Müslümanları kimi zaman içine düştükleri umutsuzluk kıskacı içinde intihar saldırılarına dahi sürüklemektedir. Maalesef İslam Dünyası tam bir bölünmüşlük içine düşmüştür.

Dünyadaki tek Yahudi Devleti İsrail, varlığını son kırk yıldır Kitle İmha Silahları ile garantiye almıştır. Geçmişte Arap – İsrail çatışmalarında ortada kesin bir gerçek vardı; belki İsrail Devleti topyekun Arap saldırıları karşısında ebediyen dünya üzerinden yok olabilirdi. Ama kendisiyle birlikte en az bir düzine Arap ülkesini de beraberinde götürürdü. Bu saptama şimdi de bir gerçektir. Bu gerçek İsrail’ in büyük güçlerin politik arenada kendisine karşı oynayabilecekleri oyunlara karşı da alınmış en iyi önlemdir.

Ülkemize dönecek olursak; Ordumuz, özellikle son yirmi yıla damgasını vuran gayrinizami harp koşulları da dikkate alındığında, olağanüstü güçlü bir eğitime ve etkinliğe sahiptir. Ancak bu bahsedilen etkinliğin siyasetçilerimizce dış politika alanında yeterince iyi kullanıldığını söyleyemeyiz. Türkiye halen kendi gücünün farkında olmayan bir dev gibidir.

Milli olmayan çözümler her alanda bizi geriye götürmektedir. Dünyada paraya egemen olan büyük sermayedarlar için Türkiye’ ye borç vermekten daha ballı bir yatırım yoktur. Sıcak para tartışmaları ile kamuoyu bilgisine de sunulan rakamlar incelendiğinde, milletin sırtından yurtdışındaki zenginliklere zenginlik akıttığımız kolayca görülecektir. Az önce bahsedilen güçlerle yabancı istihbarat servislerinin işbirliği sonucunda ülke sürekli olarak hemen her on yılda bir krize sürüklenmekte; sonra da IMF anlaşmaları ile borç verilmesi sağlanmaktadır. Tabii bunda tüm suçu yabancılara atmakta doğru değildir; içimizdeki işbirlikçi hainler ile ülkeyi doğru düzgün yönetemeyen siyasetçilerimizi de atlamamak gerekir. Sonuçta ekonomik krizlerle uğraşan ülke; dış politikada etkin rol alamamakta, askeri caydırıcılığını da gerektiği şekilde kullanamamaktadır.

Ayrıca ABD, Rusya vb büyük güçler karşısında Ordumuzun caydırıcılığının etkili olabilmesi için, olmazsa olmaz tek şart vardır. O da Kitle İmha Silahları’ na ve onları çok uzun menzillere taşıyabilecek füze sistemlerine sahip olmaktır. Örneğin Irak, ABD’ yi vurabilecek uzun menzilli füzelere ve nükleer başlıklara sahip olsaydı, işgali bu kadar kolay olmazdı. Veyahut Türkiye’ nin elinde benzeri sistemler Apo Krizi sırasında olsaydı, bölücübaşına hiçbir ülke ev sahipliği yapmaya kolay kolay cesaret edemezdi.

Kitle İmha Silahları’ nın caydırıcılığı sayesinde Soğuk Savaş Dönemi’ nde dünya bir dengeye oturmuştu ve sıcak çatışmaların yayılması zoraki olarak engellenmişti. Bu getirilerin sağladığı imkanlardan yararlanmak isteyen Saddam rejimi, tarihin tozlu sayfaları arasına karıştı. Ancak komşusu İran, bu yolda emin adımlarla ilerliyor. ABD ve İsrail’ in sürekli tehdidi altındaki ülkenin bir çıkış yolu araması haklı görülebilir. Fakat bölgedeki denge ve İran’ ın devrim ihracı politikası da düşünüldüğünde, Kitle İmha Silahları’ na sahip olması ülkemiz menfaatleri açısından da sakıncalıdır.

Türkiye’ nin sahip olduğu teknolojik seviye ile kolayca kimyasal ve biyolojik silahlar üretebileceği açıktır. Ancak nükleer silahlar söz konusu olunca, daha kat edilmesi gereken çok yol olduğu görülmektedir. Uranyum zenginleştirme teknolojisi konusunda zaman geçirilmeden evrenkentlerimizde ar-ge çalışmalarında başlanmalıdır.

Ülkemizin geçmiş yıllarda bazı ortak çalışmalar ile, orta menzilli füze teknolojisine sahip olduğu bilinen bir olgudur. Ama bu yetmez, uzun menzilli füze teknolojisine kendi uydularımızı yörüngeye oturtabilmek için de ihtiyacımız var.

Metal Fırtına tartışmalarının gündemde yoğun yer kapladığı bir dönemde; ABD’ ye silah teknolojisi anlamında da boynumuzdan bağlı olduğumuzu belirtmiştik. Bu görüşümüz üzerine, pek çok tepki aldık. Halbuki en azından mühimmatlarımızı kendimiz üretmeden süper güçle çatışmamız, kayıplarımızın bir hayli olmasına neden olacaktır.

Ancak nükleer güce sahip bir Türkiye, ABD karşısında da ayakları daha sağlam yere basacaktır. Uzun menzilli stratejik nükleer silaha sahip olunmasa bile, kısa menzilli silahlara monteli taktik nükleer silahlar dahi Türk Ordusu’ nun gücüne çok şey katacaktır. O zaman askerinizin başına, bir grup kanıbozuk işbirlikçi ile birlikte, kolay kolay çuval geçiremezler. Veyahut tatbikat esnasında yanlışlıkla (!) geminizi vuramazlar.

Yunanistan da ikide birde dünya kamuoyunda vaveyla çıkarıp yapay krizlerle başınızı ağrıtamaz. Çünkü bilir ki büyük güçlerin araya girmesi ile, geri adım atacak bir Türkiye yoktur karşısında.

En önemlisi ise, ülkedeki bölücü terörü destekleyen sözde Avrupalı dostlarımıza karşı gösterebileceğimiz keskin dişlerimiz olur. Şimdi adamlar Hıristiyan Haçlı mantığı ile Türkiye bölünsün de ne olursa olsun anlayışı içindeler. O zaman nükleer gücün korkusu ile kendi dertlerine de düşeceklerdir. Tarih bize tek bir şeyi göstermiştir; Doğuluların aksine Batılılar, korkmadıkları hiçbir şeye saygı göstermemektedirler.