Menderes: CHP her zaman takoz oldu, karayolu yaptı diye babamı astılar

Türkiye’nin en önemli ulaşım arteri D-100 karayolunu hayata geçiren merhum Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, dar ağacına giden yolda söz konusu icraatın büyük rolü olduğunu söyledi. Aydın Menderes, “D-100’ü yaptı diye babamı astılar” dedi.

CHP’nin o dönemde D-100’ü yaptıran Başbakan Menderes’e karşı çıktığını söyleyen Aydın Menderes, “CHP’nin her zaman ileriyi görememek gibi bir sorunu oldu. DP vizyonu CHP’nin kafasına hiçbir zaman sığmadı” dedi.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanan “Kocaeli Büyükşehir” dergisine konuk olan Aydın Menderes, babasının yaptığı D-100 Karayolu’ndan, Türk dış politikasına ve yeniden Türk siyasetine giren Demokrat Parti’ye kadar birçok konuda açıklamalarda bulundu.

Menderes, Temmuz ayındaki genel seçimlerde ANAP ve DP’ye şans tanımadı. Menderes, her iki partinin ayrı ayrı ya da birlikte seçime girmeleri durumunda barajın altında kalacaklarını iddia etti.

Aydın Menderes, Başbakan Adnan Menderes hükümeti döneminde yaptırılan D-100 karayolu ile ilgili ilginç açıklamalarda bulundu. Babası tarafından yapılan yola CHP’lilerin karşı çıktığını söyleyen Aydın Menderes, Yassıada görüşmeleri sırasında babasına yönelik en ağır suçlamalardan birinin D-100 karayolu olduğunu söyledi. Menderes, “CHP’liler o dönemde babamın Kocaeli’ne yaptırdığı yola karşı çıktılar. Sadece buraya değil, Kocaeli-İstanbul arasına yapılan benzeri yollara da aynı anlaşılmaz mantık ile karşı çıktılar. Kocaeli’ne yapılan yola ve 1950’den sonra yapılan asfalt yolların birçoğuna da ‘Buralara uçak mı indireceksiniz?’ diyerek engel olmaya çalıştılar. ‘Uçak mı inecek’ denilerek karşı çıkılan bu yolların birçoğu artık ihtiyaca bile cevap veremeyecek hale geldi. Ama, CHP’liler, ve 27 Mayıs’çılar, bu yolları bile babamı suçlamak için kullandılar” dedi.

CHP’NİN İLERİYİ GÖREMEMEK GİBİ BİR SORUNU VAR

CHP’nin ileriyi görememek gibi bir sorunu olduğunu söyleyen Menderes, şunları söyledi: “DP vizyonu, CHP’nin kafasına hiçbir zaman sığmadı. CHP bu ülkedeki gelişmelere her zaman fren ve takoz olmuştur. Allaha şükür ki, milletimiz CHP’ye itibar etmedi. CHP’nin ileriyi görememek gibi bir sorunu oldu her zaman. CHP, 1945 yılının ardından dünyada nelerin değiştiğini katiyen fark edememiş, gelişmeleri takip edememiştir.”

Menderes, Türk siyasetine yeniden giren DP ve 22 Temmuz seçimleri ile ilgili düşüncelerini de dile getirdi. Menderes, sağdaki iki partinin birlikte ya da ayrı ayrı seçime girmeleri durumunda barajın altında kalacağını iddia etti.

Menderes, Türk Dış Politikası hakkındaki görüşlerini de dile getirdi. Menderes Irak’ın bölünmesi durumunda Türkiye ve İran’ın da bölüneceği yönünde ciddi bir uyarıda bulundu. Irak’ın parçalanması halinde Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ten hak talep edebileceğini söyleyen Menderes ayrıca bir Kürt devletinin Türkiye’nin onayını almadan meşruiyet kazanmasının mümkün olmadığını ifade etti.

CİHAN

Mustafa Kemal’in müstear ismi neydi?

Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir müstear ismi vardı. Bu isimle 1937’de Kurun Gazetesi’nde 5 gün baş yazı olarak kalacak bir yazı kaleme alan Atatürk, bir siyasiyi hedef almıştı. O siyasi kimdi?

Mustafa Kemal Atatürk, 1937’de, Hatay meselesi ile ilgili olarak, başında İsmet İnönü’nün bulunduğu hükümeti, bir makale yazarak eleştirir ve metni ‘Asım Us’ adıyla gazetede yayınlar. Yazı, Hatay sorununun çözülmesinde ve hükümetin üzerinde etkili olur.

‘Yaşar Kemal’ takma adıyla tanıdığımız Sadık Kemal Göğçeli, geçiminin temini için Yeşilçam’a film senaryoları yazar. Senaryoları sık sık Emniyet’in Sansür Masası’na takılınca, yazar çareyi senaryolarının altına ‘Azmi Kütüval’ imzasını atmakta bulur. Senaryolar sansüre takılmaz; çünkü bu isim Sansür Masası’nın başında bulunan amirin adıdır. İttihat ve Terakki’nin ve dönemin milliyetçi cereyanının önemli isimlerinden biri olan Naci İsmail Pelister, uydurma Alman profesör isimleri kullanarak Türk ırkının üstünlüğü ile ilgili kitaplar yazar. Almanya kitaplara itiraz eder ve bu durum iki ülke arasında diplomatik sürtüşmelere sebep olur.

Bu anekdotlar, edebiyat ve basın tarihimizde müstear isimlerle ilgili çok az kimsenin bildiği hikâyelerden sadece üçü. Çünkü edebiyat ve basın dünyasında takma ad kullanma yaygın bir gelenek… Kimileri devlet baskısı yüzünden, kimileri ismine gölge düşürmemek için takma adla yazmış. Kimileri de ‘fiyakalı’ durmadığı için adıyla değil, takma adla tanınmayı seçmiş. Söz gelimi Alparslan Türkeş’in asıl adı Hüseyin Feyzullah. Ünlü romancı Orhan Kemal’in asıl adı ise Mustafa Raşit Öğütçü. Yahya Kemal’inki İbrahim Ahmet Agah, Cemal Süreya’nınki Cemalettin Seber, Fethi Naci’ninki İsmail Naci Kalpakçıoğlu, Hekimoğlu İsmail’inki Ömer Okçu. İşte ünlü yazarların müstearları, takma ismi ile tanınan yazar, sinemacı ve oyuncuların gerçek adları…

Edebiyat, basın ve sinema dünyasında pek çok kişi, takma isim, yani müstear kullanmış. Kimileri yazdıkları eleştirileri ile düşman çekmemek, kimileri devlet memurluğuna halel getirmemek, kimileri de renkli bir isim edinmeye ihtiyaç duyduğu için yapmış bunu. Ama çoğu, devlet baskısından çekindiği ya da geçim kaygısı ile yazdığı yazılardan asıl adını korumak için başka bir isim kullanmış. Onlar farklı isim kullandıkça okurların ‘Aslında kim?’ merakı da büyümüş. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan iki kitap bunun bir kanıtı. Biri Tahsin Yıldırım’ın hazırlayıp Selis Yayınları’nın yayınladığı ‘Edebiyatımızda Müstear İsimler’ adlı sözlük, diğeri Edebiyat Otağı Yayınları’nın yayınladığı, Nurullah Çetin’in ‘Takma İsimler Sözlüğü’. Her ikisi de bu alanda kayda değer bir bilgilenme sağladıysa da işince eksik bulunuyor. Bu yüzden konuyla yakından ilgilenenlerin merakla beklediği bir çalışma var. O da İstanbul’un önde gelen sahaflarından Halil Bingöl’ün çalışması…

Edebiyat ve basın dünyasında kalem oynatanların bu tercihi, ilginç durumlara sahne olmuş. Mesela Peyami Safa, Fransızcadan roman çevirilerine ve ‘Cingöz Recai’ polisiye hikâyelerne annesinin adını, ‘Server Bedi’ imzasını atmış. Müstear kullanma, polisiye edebiyatımızın gelişimine de katkı sağlamış. Amerikan polisiye yazarı Frank Morisson’un kaleme aldığı ‘Mike Hammer’ romanları gerçekte sadece 13 iken, Türkiye’de bu sayı 250’ye kadar çıkmış. O sıra çok tutan bu maceraların büyük kısmı Kemal Tahir (ki bu isim de müsteardır) tarafından ‘F. M. İkinci’ adıyla yazılmış. Morrison’a yeni eserler kazandıran yazar, bu isimle (yani 2. Frank Morris) anlayan için ‘dürüst’ de davranmış. Fakat bu durum, o dönemde bilinmemiş.

Atatürk, müstear isimle İnönü’yü eleştirdi

Hazırladığı sözlüğü ile ilgili bilgi almak ve müstear isimlerle ilgili yeni isimler, yeni anekdotlar almak için Halil Bingöl ile konuştuk. Konu ile ilgili, bir kısmı gizli kalmış, bir kısmı da az kimse tarafından bilinen hikâyeler var Bingöl’de. Bunlardan biri, Atatürk’ün pek bilinmeyen bir müstearı… Bingöl, Atatürk’ün cumhurbaşkanı iken 25 Ocak 1937’de ‘Asım Us’ imzasıyla Kurun Gazetesi’nde bir makale yayınladığını ifade ediyor. Arşive bakarak teyit ettiğimiz yazının, beş gün boyunca baş makale olarak yayınlandığını görüyoruz. Atatürk’ün Hatay meselesi ile ilgili, başında İsmet İnönü’nün bulunduğu hükümeti kıyasıya eleştirdiği yazısı, Atatürk ile İnönü’nün derin ayrılığına da önemli bir kanıt oluşturuyor. Atatürk, yazısında İnönü’nün halka telkin ettiği ‘On beş gün bekleyiniz.’ sözüne sert bir dille cevap veriyor: “Bize bir şey telkin etmektense hiçbir şey söylememeniz evladır. Sizin sözlerinize inanmış olmak gafletinden korkuyoruz!”

Bingöl’ün aktardığı ve az kimsenin bildiği bir diğer ilginç anekdot da Yaşar Kemal ile ilgili. Asıl adı Sadık Kemal Göğçeli olan yazarın, geçim kaygısıyla film senaryosu yazdığı yıllardır. Ancak senaryoları, Emniyet’in sansür masasından sık sık geri döner ve masanın başında 9. Şube’den Azmi Kütüval vardır. Yaşar Kemal, senaryolarını Azmi Kütüval imzasıyla yazmaya başlar. Kemal’in, taktiği tutar; senaryolar hızla geçmeye başlar ve Türk sinemasının arşivi bu isimle yeni bir senarist (!) kazanır.

50’nin üzerindeki müstearıyla en çok takma ad kullananlardan Aziz Nesin’in (ki bu adı da bir müsteardır) yaşadıkları, hikâyelerine konu olacak kadar da komik. Sahaf Halil Bey birini şöyle aktarıyor: “Aziz Nesin 1948’de, uydurduğu bir Fransız adı ile, kahramanları Fransız olan, bir mizahi hikaye kaleme alır ve bunu Akbaba dergisinde yayınlatır. 1957’de ‘Milletler Gülüyor’ adıyla dünya milletlerinin mizahını ortaya koyan ve her milletten bir hikâyeyi içeren bir derleme yayınlanır. Fransız mizahından da Aziz Nesin’in Akbaba’da yayınladığı o hikâye vardır.” Bingöl’ün konu ile ilgili bir diğer ilginç örnek ise Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden ve milliyetçi cereyanın önemli kalemlerden Naci İsmail Pelister. Pelister, Dr. Bukkert, Dr. Frayliç gibi uydurma Alman profesör imzaları atarak, Türk ırkının üstünlüğünü dile getiren makaleler yayınlar. Hatta bu isimleri kullanması, ‘Bu iddiaları nasıl bir Alman’a yıkabilirsiniz?’ diye Almanya’nın devlet düzeyinde itirazlarına ve iki ülke arasında diplomatik sürtüşmelere neden olur.

Kendisi de müstear kullanıyor

Halil Bingöl’ün sözlüğünde bugünün müstear isimleri de var. Bunlardan biri halen Vatan Gazetesi’nde köşe yazan Tuğçe Baran. Daha önce çeşitli internet sitelerinde ve kimi köşe yazarlarının yazılarında Tuğçe Baran’ın sanal bir kişilik olduğu yazılmış, ancak kim olduğu açıklanamamıştı. Bingöl, Tuğçe Baran’ın Mutlu Tömbekici olduğunu söylüyor. İşin meraklıları Sahaf Halil Bey’in eserinden haberdar ve yıllardır bu hacimli ve iyi sistematize edilmiş sözlüğün yayınlanmasını bekliyor. Çünkü Bingöl, araştırma yapmaya, sözlüğü yazmaya başlayalı 23 yıl olmuş. Eğer siz de bu yıl yayınlanacak ‘Müteferrika’dan Günümüze Takma Adlar, Mahlaslar Lakaplar ve Rumuzlar’ adlı bu sözlüğü edinmek isterseniz, sakın ola ki sözlüğün yazarını ‘Halil Bingöl’ adıyla aramayın. Çünkü sözlük, ‘Kaan Mete Aradadur’ imzasıyla yayınlanacak. Bingöl, gerekçesini muzipçe gülerek, ‘Böyle bir sözlüğü adımla yayınlamak, işin ruhuna aykırı düşerdi.’ diye açıklıyor.

Zaman-Pazar – Ali Burhan

‘Atatürk’ün seçim taktiği kriz çıkarmaktı’

Çankaya için yapılan siyaset savaşlarıyla ilgili yazı dizisini hazırlayan Emre Aköz, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasındaki taktiğini anlattı.

Neşe Düzel’in röpotajı

Siz cumhurbaşkanlığı seçimleri için bir araştırma yaparak gazetenizde dizi olarak yayımladınız. Bu araştırmaya göre, Atatürk’ten bu yana yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ne?

Cumhuriyet kurulduğundan beri sadece 10 kişi cumhurbaşkanı oldu. Şimdi 11’inciyi seçeceğiz. Bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ise en hafif kelimeyle ‘kriz’dir. Bazı dönemlerde Çankaya savaşları öyle çığırından çıkar ki, Meclis’in askerler tarafından kuşatılmasına, adayın başına silah dayanmasına kadar varır iş. Yalnız şunu söylemek gerekir… Silahlı Kuvvetler, cumhurbaşkanlığı seçimini mutlaka çok önemsiyor ve kulisler mutlaka yapılıyordur ama… Son üç cumhurbaşkanlığı seçiminde, ordunun seçimlere müdahalesi geçmişteki gibi çok doğrudan olmadı.

Peki… Atatürk’le başlayalım. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesinde neler yaşandı? Zorlanıyor mu, sorun yaşıyor mu Atatürk cumhurbaşkanı olmakta?

Biraz zorlanıyor. Ama bu, seçim sırasında yaşanan bir zorlanma değil. Çünkü cumhurbaşkanlığı hikâyesi bir sene öncesinden başlıyor. Çok büyük siyasetçidir Atatürk. Önce Meclis’e seçim kararı aldırıyor. Sonra seçime katılacak adayları tek tek kendisi belirliyor. Ardından Vatana İhanet Kanunu’nu öyle değiştiriyor ki, kendisine karşı bir siyasi oluşum artık imkânsız oluyor. Çünkü Halk Fırkası’nın fikirlerine aykırı siyaset yapmak hainlik addediliyor ve tek parti sistemi böylece getirilmiş oluyor. Mustafa Kemal cumhuriyeti ilan etme ve dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilme tarihi olarak da 29 Ekim’i seçiyor. Kısacası, cumhurbaşkanı seçilirken kendisine muhalefet etme olasılığı bulunan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar gibi isimlerin Ankara’da bulunmadıkları bir günü tercih ediyor. Çünkü o öyle bir dönem ki… Bunlar orduda prestijli olan, İttihatçı gelenekten gelen, savaşı ve siyaseti bilen, silahlı, sert adamlar.

Atatürk niye önce Meclis’i değiştiriyor?

Çünkü bir Meclis var ve ona müdahale edip duruyor. Mustafa Kemal birinin başbakan olmasını istiyor, Meclis ‘Hayır, biz onu istemeyiz’ diyor. Her konu, içişleri bakanının kim olacağı bile Meclis’te tartışılıp karara bağlanıyor. Mustafa Kemal’in bu meseleyi halletmesi gerekiyor. Güçler birliği ilkesiyle çalışan Meclis’i ekarte edip kendisi her şeye karar veren ‘tek adam’ olmak istiyor. Zaten bundan sonra da Mustafa Kemal’in çok sık uyguladığı bir taktik var. O da kriz çıkarmak. Nitekim hükümetle Meclis arasında bir kriz yaratıyor ve seçimlere gidiliyor. Çünkü Mustafa Kemal’in tek sorunu her şeye Meclis’in karar vermesi de değil. Ayrıca bu Meclis’te ‘ikinci grup’ diye bir muhalif grup var. Bunlar Mustafa Kemal’in diktatör olmasından çok korkuyorlar. Çünkü sonuçta bunlar Osmanlı. Bunlar, Osmanlı’nın her şeyi tartışan, yarı demokrasi tecrübesi sayılan Meclis-i Mebusanı’nı biliyorlar. Yeni kurulacak cumhuriyetin tek adam diktatörlüğü olmasını istemiyorlar ve milli hâkimiyet prensibini savunuyorlar.

Atatürk’ten sonra bir başka ulusal kahraman olan İsmet Paşa Çankaya’ya çıktı. İnönü’nün seçiminde neler yaşandı?

1937’de İnönü, Atatürk’le çatışıyor. O sırada Atatürk hasta. Halktan saklanıyor ama bütün yabancı elçiler merkezlerine ‘Mustafa Kemal hasta, ölecek’ diye bilgi notu geçiyor. İşte tam bu dönemde İnönü başbakanlıktan ayrılıyor. İngilizce öğrenmeye başlıyor ve siyasi tarih okuyor. Yani cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor. Ama bazı gruplar, İnönü’yü kendileri için tehdit olarak görüyor. Bir kere, ‘mutat zevat’ denilen, sürekli Atatürk’ün sofrasında yer alan insanlar var. Bunların bir kısmı Atatürk’ün yardımcısı, vekilharcı, ahbabı, silah arkadaşı, bir kısmı da fedaisi. Mesela Köşk’te bir gürültü oluyor. Gürültü bittikten sonra sofradaki manzara şu. Bu insanların hepsi Atatürk’ün üstüne kapanmış ve silahlar çekilmiş. Bu grup İsmet Paşa’nın Atatürk’ten çok farklı olduğunu biliyor ve ‘Bu adam bizi ekarte eder’ diyor.

Başka kimler İnönü’ye karşı?

Bu grubun başını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la İçişleri Bakanı Şükrü Kaya çekiyor. Bunlar Meclis’in İnönü’yü seçeceğini biliyor ve İnönü’yü seçtirmemek için iyice azıtıyorlar. Öyle ki İnönü’yü İstanbul’a getirip birine vurduracaklar Atatürk’ün ölmesine çok az kalmış. 1938’in kasım ayının başları… İnönü, Ankara’dan İstanbul’a gelip Atatürk’ü son bir defa görmek istiyor. Şükrü Kaya, ‘Aman paşam ben sizi götüreyim’ diyor ve seyahati organize ediyor. İnönü tam trene binecek, Sağlık Bakanı Refik Saydam, ‘Paşam gitmeyin sizi öldürecekler. Beni ezip öyle gidebilirsiniz ancak’ diye
İnönü’yü engelliyor. Unutmayın. Bunların hepsi belinde silah olan adamlar. İtiş kakış, bin bir numara, tezgâh, oyunlarla dolu müthiş bir süreç bu.

Ordu desteklemeseydi İsmet Paşa Çankaya’ya çıkabilir miydi?

İnönü gene seçilirdi. Ama Meclis İnönü’yü seçmeseydi, ordu darbe yapıp onu gene seçtirecekti. Çünkü İstanbul’da Birinci Ordu komutanı Fahrettin Altay ve bir grup subay, İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Bunlar Ankara’ya gelip, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a ‘Biz meclis falan tanımayız. İnönü seçilecek. Yoksa gereğini yaparız’ diyorlar. Bu tehdit üzerine Çakmak da ‘Evet ya, İsmet Paşa iyi olur’ diyor.

Peki… İlk sivil cumhurbaşkanımız da Celal Bayar. Onun seçimi nasıl gerçekleşti?

Celal Bayar çok rahat cumhurbaşkanı olmuş gibi gözüküyor dışarıdan bakıldığında ama, aslında o da silahların gölgesinde seçiliyor. Bazı subaylar, Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra durumu kabul edemiyorlar ve hükümeti devirmek için darbe planlıyorlar. Çünkü Bayar, ezici çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti’nin hem kurucusu ve hem de cumhurbaşkanı olmadan önceki başkanı. Yani cumhurbaşkanlığı, hükümet, başbakanlık tek bir partide toplanıyor. Ve, Ankara kaynıyor. Ordunun içinde de hükümetleri devirmeyi düşünen böyle subaylar, cuntalar 1940’lardan beri var zaten. Başbakan Adnan Menderes DP iktidarına karşı darbe yapılacağı istihbaratını alıyor, Bayar’a bildiriyor. Bayar, Menderes’le birlikte operasyon yapıp, darbe hazırlığındaki 15 general ve 150 albayı bir anda emekli ediyor.

Bayar’dan sonra 1960 darbesinin lideri Cemal Gürsel geldi Çankaya’ya. Onun Çankaya’ya çıkışında yaşanan maceralar neler?

1960 darbesinden sonra anayasa hazırlandı ve seçimler yapıldı. Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) de Meclis’e girdi. CHP, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığını destekliyordu ama, ya diğer partiler bir aday çıkarırsa ne olacaktı? Nitekim böyle bir aday Adalet Partisi’nin içinden kendiliğinden çıktı. Ordinaryüs profesör Ali Fuat Başgil aday oldu ve macera başladı. Milli Birlik Komitesi ‘Eyvah bu adamı durduralım. Ankara’ya gelmesin’ diye harekete geçti. Ama hoca, İstanbul’dan Ankara trenine bindi ve her durakta büyük bir tezahürat eşliğinde ancak rötarla Ankara’ya gelebildi. AP yönetimi değil ama ciddi bir partili grup hocayı destekliyordu. Milli Birlik Komitesi ise o sırada zor durumdaydı. Ordunun içinde ‘Silahlı Kuvvetler Birliği’ diye İstanbul ağırlıklı cunta kurulmuştu. Milli Birlik Komitesi’ne karşı olan bu cuntada tümgeneral ve subaylar vardı. AP ve Yeni Türkiye gibi partilerin toplamda CHP’den fazla oy almasına karşı çıkan bu subaylar, ‘Biz bunun için mi darbe yaptık. Demokrat Parti’nin devamı hâlâ Meclis’te. Seçimleri tanımıyoruz, partileri kapatacağız. Milli Birlik Komitesi’ni feshedeceğiz. Yönetimi biz ele alacağız’ diye bir bildiri hazırladılar.

Ordu parçalandı, öyle mi?

Evet. İnönü devreye girdi, pazarlıklar yapıldı ve şu karara varıldı: ‘Meclis açık kalacak ama Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacak.’ İşte böyle bir ortamda Prof. Başgil Ankara’ya geldiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin iki generali Fahri Özyürek ile Sıtkı Ulay onu hemen Başbakanlığa çağırdılar, ‘Hocam aday olma, çekil’ dediler. Hoca da ‘Bu dediğiniz milli hâkimiyete aykırı. Ben, Anayasa’ya göre aday olabilirim’ dedi. Ve Başgil, 15 dakika sonra Başbakanlık’tan, gözleri fal taşı gibi açılmış, alt dudağı düşmüş, yüzünde dehşet ifadesiyle, kimyası bozulmuş bir halde çıktı. Nazik anlatıma göre, general Sıtkı Ulay, ağır gelen tabancasını belinden çıkarıp masanın üstüne koymuştu. Diğer anlatıma göre ise o silah kılıfından çıkmıştı ve ağza alınmayacak laflar eşliğinde Anayasa hukukçusu Başgil’in başına dayanmıştı. Başgil hemen oteldeki eşyasını topladı ve sabaha karşı senatörlükten de istifa ederek İstanbul’a döndü.

27 Mayıs darbesinin lideri Cemal Gürsel’den sonra bir başka asker görüyoruz Çankaya’da. Genelkurmay başkanlığından o makama gelen Cevdet Sunay. Sunay’ı hangi koşullar cumhurbaşkanı yaptı?

Artık o dönemde askerlerde, ‘Cumhurbaşkanı bizden olsun’ baskısı var. Gürsel hastalanıyor, yeni cumhurbaşkanı seçilecek. Ordu, ‘Genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı olsun’ diye bastırıyor. O sırada cumhurbaşkanı seçilmek için parlamenter olmak gerekiyor. Bir senatör istifa ettiriliyor, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı’nın kontenjanından senatör yapılıyor. Tam burada iki siyasi uyarıyor. Biri, Millet Partisi’nin lideri Osman Bölükbaşı. Demokrasiye inanan sivil biri olarak Sunay’a karşı çıkıyor. Diğeri ise çok ilginç. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin asker kökenli lideri Alparslan Türkeş. Türkeş, ‘Sunay’ı seçmek yanlış. Çünkü ileride öbür genelkurmay başkanları da şimdi sıra cumhurbaşkanı olmakta diye düşünecekler’ diyor. Nitekim haklı oldukları ileriki yıllarda anlaşılıyor.

Sunay’dan sonra bu kez ’emekli’ bir askeri, Fahri Korutürk’ü görüyoruz Çankaya’da. Cumhurbaşkanlığının ‘muvazzaflardan’, emekli bir askere geçmesi demokratik bir gelişim miydi?

Birazcık demokratikti, o kadar. Çünkü siyasetçilerde cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda tam bir serbestlik, rahatlık yoktu. Bu seçimlere de müdahale edildi. Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, 1973’te seçim yaklaşırken cumhurbaşkanı olmak için kıpırdanmaya başladı. Ordudan bir grup açıkça TRT’ye Gürler’in propagandası için baskı yaptı. Radyoda Gürler için iki-üç saatte bir yayın yapıldı. Gürler Genelkurmay başkanlığından istifa etti ve Sunay onu kontenjan senatörü yaptı. CHP’den destek alan Gürler’in asıl desteği tabii Meclis dışındandı. Silahın desteğiydi bu. Askerler Meclis’i kuşattılar, parlamenterler üzerinde müthiş baskı kurdular. Onlardan imza bile topladılar. Ama Demirel bunun bir görüntü, şamata olduğunu, aslında ordunun tek vücut olmadığını anladı.

Ordu cumhurbaşkanlığı konusunda bölünmüş mü?

Evet, çok ciddi bölünmüş. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Gürler’i istemiyordu. Ayrıca 1971’de 12 Mart darbesini yapan Faik Türün gibi bazı komutanlar da Gürler’e karşıydı. Nitekim seçim günü geldiğinde, Meclis, Gürler’i isteyen kara birliklerince kuşatıldı. İçeriye siviller alınmadı. Meclis’in koridorları subaylarlarla doldu. Kimi nazikçe, kimi Ecevit dahil herkesi ‘Canınıza okuruz’ diye tehdit ederek, ‘Gürler’i seçeceksiniz’ baskısı yaptılar. Ama seçim başladığında Meclis’in localarındaki manzara ilginçti. Deniz ve kara kuvvetleri komutanları, generalleri oradaydı. Hava Kuvvetleri Komutanı Batur ve havacı generaller ise localarda değildi. Sonuçta Gürler cumhurbaşkanı olamadı. Hem orduda çalışmış, hem büyükelçilik yapmış Fahri Korutürk Çankaya’ya çıkarıldı.

Sonra yeniden bir darbe oldu ve Çankaya’ya yeniden muvazzaf bir asker çıktı… Kenan Evren… Galiba, Çankaya’ya en rahat oturan da o oldu. Pek tartışma yaşanmadı hatırladığım kadarıyla?

Evet. Ülkede anarşi, sağ-sol kavgaları var. O ortamda 1980’de 12 Eylül darbesi oluyor. Her üyesini Milli Güvenlik Konseyi’nin seçtiği 160 kişilik bir Kurucu Meclis atanıyor. O Meclis, bugünkü Anayasa’nın temelini oluşturan 1982 Anayasası’nı yapıyor. Konsey bunu onaylıyor ve bu Anayasa halkoyuna sunuluyor. Yalnız çok basit ama çok zekice hazırlanmış bir geçici madde numarası var bu Anayasa’da. Geçici maddede, ‘Anayasa’ya evet oyu çıktığı takdirde, devlet başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren de cumhurbaşkanlığına çıkacak’ deniyor. Böylece anayasaya evet demek, Evren’in cumhurbaşkanlığına da evet demek oluyor. Sonuç, yüzde 91.3 evet oyu çıkıyor. Mavi renkteki hayır oyları incecik zarflardan görülse de ve her sandığın başında asker dursa da, öyle ya da böyle Evren bir şekilde halkın oyuyla cumhurbaşkanı seçiliyor.

Evren’den sonra cumhurbaşkanlığına, o güne kadarki en büyük Çankaya tartışmasına yol açan Turgut Özal geldi. Özal, ilk gerçek sivil cumhurbaşkanı oldu. Bir sivilin Çankaya’ya çıkmasını nasıl kabul ettirdi Özal?

Özal’dan önceki dört Çankaya seçimine de asker kâh Meclis’i basarak, kâh silahla tehdit ederek doğrudan müdahale etti. 1960-82 arasında bütün seçimler namluların ucunda yapıldı. Özal’ınkine ise böyle somut bir müdahalede bulunulmadı. 31 Ekim 1989’da Özal sekizinci cumhurbaşkanı seçildi.

Özal’ın cumhurbaşkanlığını engellemeye uğraşan Demirel, Özal’ın ardından Çankaya’ya kendisi aday olduğunda neler söyledi?

Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen önce yerel seçimler yapıldı. ANAP üçüncü, SHP birinci, DYP ikinci parti çıktı. Demirel, ‘Özal yüzde 21.75 ile mi cumhurbaşkanı seçilecek. Oyların düşüyor, senin seçilmen vicdanen uygun değil’ diyerek, Özal’ın meşruiyetini zayıflatmaya, toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalıştı. Oysa Demirel’in kendisi cumhurbaşkanı seçilirken, DYP’nin oy oranı ANAP’tan daha iyi değildi. Zaten Demirel’in cebinde daima bir Anayasa kitapçığı vardır. Bir şey oldu mu, ‘Bak kardeşim, bak kardeşim’ der. Özal cumhurbaşkanı seçilirken Anayasa’ya bakmıyordu ama kendisi seçilirken, ‘Dert etmeyin. Benim durumum Anayasa’ya uygun’ diyordu.

Ahmet Necdet Sezer, parlamentoda partilerarası bir koalisyonla çıkarıldı. Bu desteği nasıl buldu?

2000’de Ecevit başbakandı ve üniversite mezunu olmadığı için Ecevit cumhurbaşkanı olamazdı. Aslında Demirel’in cumhurbaşkanlığının uzatılması Ecevit’in ve Mesut Yılmaz’ın işine geliyordu ama parlamento Demirel’i istemedi. Sezer’in adı ortaya çıktı.

Sizce Erdoğan Çankaya’ya çıkacak mı?

Erdoğan, Çankaya’ya çıkmak istiyor mu? İstiyor. Çıkar mı? Son dakikaya kadar bilemeyiz. Ama inşallah çıkar. Çünkü 1950’de Bayar’ın, 89’da Özal’ın çıkması gibi onunki de askeri vesayet sisteminin biraz daha kırılması ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bir tür milat olacak. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması, Türkiye açısından demokrasiyi ileriye götürecek bir aşamadır. İnşallah çıkar…

Radikal

Yabancı alımlar durdurulamıyor! Gizli tapu savaşları -1

Topraklarımız İsrailliler başta olmak üzere yabancılara nasıl satılıyor? Araziler kara para aklama aracı olarak nasıl kullanılıyor? Banka hortumcuları arazileri nasıl hortumluyor? Kim ne kadar arazi aldı? Alamayanlar hangi yöntemleri kullandı… İşte yanıtları… iyibilgi özel

3 Temmuz 2003 tarihinde Tapu Kanunu’nda yapılan değişiklikle, yabancı uyruklu gerçek kişilerin yanında, yine yabancı uyruklu tüzel kişiliğe sahip ticari şirketlerin de ülkemizde taşınmaz edinmelerinin önü açıldı.

Daha önce başkaları üzerinden mülk edinen yabancılara ait kurumlar artık rahatlıkla gayr-ı menkul alabilecekti. Önemli miktarda satışın ardından, 2005 yılı sonlarında çıkarılan yasayla arazi satışlarına bazı kısıtlamalar getirildi ama yüksek miktarda kıymetli arazi zaten elden çıkmıştı. Yine de-bu kısıtlamalara rağmen- gayr-ı resmi satışlar devam etti.

Parselizasyon!..

“Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası”nın yayınladığı rapora göre Türkiye’den toprak alan yabancı uyruklular arasında ilk 5 sırada; Yunanistan, Almanya, İngiltere, Suriye ve Avusturyalılar bulunuyor. Gerçekleştirilen bir başka araştırmaya göre, ülkemizdeki turizm merkezleri Antalya, Aydın, İzmir ve Muğla’da şu ana kadar 41 bin 362 yabancı, 32 bin 635 adet mülk satın aldı.
En fazla mülk satışı 14 bin 124 ile Antalya’da olurken, bu ilimizi 8 bin 218 ile Muğla, 5 bin 744 ile Aydın, 4 bin 549 ile de İzmir izledi. Kapladığı alan bakımından ise yabancılar en fazla Muğla’ya rağbet etti.

Turistik yörelere yatırımda İngilizler başı çekerken, 16 bin 436 İngiliz’in 4 ilde edindikleri taşınmaz sayısı 11 bin 807’yi buluyor. Bu arada gayr-ı menkule yatırımda İngilizler Muğla’yı, Almanlar, Hollandalılar, İrlandalılar ve Norveçliler Antalya’yı, Yunanlıların ise İzmir’i (!) tercih ediyor.

Atatürk’ün köşkünü sahipleneceklermiş!

Türkiye’de arazi ve mülk satışlarının “gayr-ı resmi” olarak en çok olduğu bölge ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi(!) Dikkat çekmek istemeyen Suriyeliler ve Lübnanlılar, Suriye kökenli başka ülke vatandaşları üzerinden araziler alıyor.
Ermeniler Van, Kars yöresinde topraklanıyor. Tarsus ilçesinde de Atatürk’ün 1926 yılında kurduğu çiftlikte Ermeniler keşif çalışmaları yapıyor. Bu çalışmaları ortaya çıkaran tarihçi Cezmi Yurtsever; “Ermeniler, her zamanki gibi toprak ve tazminat talep etmeyi amaçlıyor” şeklinde görüş bildiriyor.

GAP ile İsrail aşkı

İsrail GAP’ta ipotek yolu ile arazileri kiralıyor. Tarımsal işbirliğinin üzerinde ısrarla duran İsrailli uzmanlar, 90’lı yılların başında Türk Tarım Bakanlığı’nda “İsrail masası” talebinde bile bulunmuşlardı.

İsrail daha sonra kendi Tarım Bakanlığı’nda GAP’ın fizibilite çalışmaları için 300 bin dolar tahsis ettiğini bildirdi. Ayrıca Türkiye’deki devlet çiftliklerinin özelleştirmesi çalışmalarında, İsrail Tarım Bakanlığı yine işbirliği önerdi. Milliyet, 13 Haziran 1995 tarihli “GAP’a Uluslararası İlgi Artıyor” başlıklı haberinde İsrail’in GAP’a yaptığı yatırımları konu edinmişti; “Bu dönemde İsrailli finans şirketleri GAP’a kredi sağlama yarışına girerken, zirai firmaları bölgede incelemelerde bulunmaya başladılar.”

Bu dönemden sonra görüşmelerin sayısı hızla arttı. Ağustos 96’da İsrail Tarım Bakanlığı GAP bölgesinde arazi alımı için başvuruda bulundu. İsrail’in projeye ortak olabilme çabaları, Türkiye-İsrail ikili görüşmelerinin halen önemli bir gündem maddesini oluşturuyor.

Amberin Zaman, “Kaçınılmaz Ortaklık” isimli çalışmasında İsrail’in eski Ankara Büyükelçisi David Granit’in, “İsrail’in tarımsal işbirliğine hazırız” cümlesini aktarıyor.. Granit, “İsrail’in sulama ve deniz suyunu kullanılır hale getirme teknolojisindeki üstünlüğü sayesinde “GAP için ideal bir ortak” olabileceğini söylediğini ve “GAP gibi bilinçli bir bölgesel planlamayı öngören, yöre halkına refah getirecek bir projeye tam destek veriyoruz” diyor.

Ağustos 2000 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki haberde de İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın 1 milyon dolar tutarındaki 6 sulama ve tarım projesinin İsrail’e verileceği yönünde güvence aldığı bildiriliyor.

Yabancılar Şanlıurfa’da doğum yapıyor

Devam eden zamanda Güneydoğu Ekspres Gazetesi’nde, Şanlıurfa İtalyan Hastanesi’nde yabancıların doğum yaptığı iddialarına yer veriliyor, iş bununla kalmıyor, Rahşan Ecevit, “GAP’ta ikinci bir Filistin olayı yaşanabilir. İsrail’in, GAP bölgesinde hiç toprak satın almadığı söylenir ama biraz kurcalanınca Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü web sitesi karartılmıştır.İsrailliler bu toprakların çoğunu Yahudi kökenli Türkler yoluyla ele geçirmişlerdir. İsrail, GAP bölgesinde 450 bin dönüm arazi almıştır” diyordu.

Arazi satışlarının stratejik bölgelere sıçradığı, İsraillilerin Konya Askeri Hava Üssü yakınında 40 bin dekar arazi satın aldıklarını ileri süren Rahşan Ecevit, hükümetin mayınlı arazilerin temizlenmesi işinin yabancılara verilmesi konusunda da ısrarlı olduğunu savunuyor ve ekliyordu: “15 Nisan 2005 tarihi itibariyle, 52 bin 818 yabancı uyruklu şahıs tarafından 272 milyon 511 bin 493 metrekare arazi ve gayrimenkul satın alındı. Açıklananların dışında yabancılar adına Türk vatandaşları ve bazı şirketler aracılığıyla gizlice arazi ve maden yatakları alınıyor. Yabancı ülke şirketlerinin ve vatandaşlarının Türkiye’de toprak satın almalarının ardında çok ciddi Yunanistan ve Ermenistan lobileri bulunmaktadır”

“Orda bir köy var” ama bizim değil!..

24 Nisan referandumundan sonra Türk arazilerine özellikle Rum kökenli İngilizlerin satın almaya başladığı biliniyordu. Girne’deki Beşparmak Köyü’nün neredeyse tamamının yabancılar tarafından satın alındığı, köylülerin elinde sadece 100 dönümlük bir arazi kaldığı Milliyet Gazetesi tarafından duyurulduğunda durumun vahameti ortaya çıktı.

Haberde Beşparmak köyü sakinleri, Rum kökenli İngilizlerin Türk arazilerine ilgisinin çok olduğunu, ancak buna hiçbir yetkilinin müdahale etmediğini vurguluyordu. Beşparmak Köyü sakinlerinden Vahit Yürer, gazeteye oldukça ilginç açıklamalarda bulundu. Yürer, “Şimdiye kadar 1025 dönüm Türk arazisi yabancılara satıldı. Köyde Türk mallarını satan “terek”ler (eski toprak sahibinin ölmesinden sonra mirasla ilgilenmesi için ailenin seçtiği kişi) Celal Bayar ve Salahi Gabit adındaki memurlar köylülere sormadan toprakları satmaya başladı. Ne yapmak istiyorlar bilemiyoruz. Bu gidişle bütün köyü satacaklar” diyordu.

İşte korkunç tuzaklar

Türkiye’deki gayrimenkul ve arazi satışı konusunda iyibilgi’ye özel açıklamalarda bulunan Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası yöneticilerinden Hüseyin Ülkü, Türkiye’de herhangi bir yabancı yatırımcının küçük bir şirketle dilediği kadar toprak alabilmesini serbest kılan yasaların mevcut olduğunu söylüyor. “Şirketi olan yabancı yatırımcıdan ‘karşılıklılık’ ilkesi bile aranmıyor. Kütüğe kayıt yaptırmak isterlerse aracı Türk şirketlerini kullanıyorlar. Burada çok ciddi oyunlar oynanıyor” diyen Ülkü bu oyunları şu sözlerle anlatıyor:
“Önce Türk şirketi sahibi araziyi alarak şirketi üzerine araziyi kayıt altına alıyor. Sonrasında şirket anonim şirketi ve hisseleri nama yazılı ise, hisse senedini düğün davetiyesi gibi bastırıp, yabancılara devrediyor. Bu devirde hisseler el değiştirirken şirket hukukuna bağlı olarak, şirketin bünyesindeki araziler ve mülkler de yabancıların eline geçirilmiş oluyor. Arsalar ya da binalar yabancıya geçerken, tapu idaresinin bu geçişten haberi bile olmuyor. Bu nedenle istatistiklere yansımıyor.”

Büyük şirketlerimiz bizi sırtımızdan mı vuruyor?

“Büyük şirketlerin arazileri ise borsada satılıyor. Borsada yabancılara alışveriş kısıtlaması olmadığından peynir ekmek gibi araziler ve mülkler gidiyor” diyen Hüseyin Ülke, arazi geliştirme şirketlerinin de sicilinin bozuk olduğunu anlatıyor: “Koç gibi büyük holdinglerin Oğuz Satıcı gibi yabancı şirketlerle arası iyi olan kişilerin de aralarında bulunduğu arazi geliştirme şirketi sahipleri yabancı sermayeye arazi pazarlıyor. Bütün bu büyük şirketler, ülkeden büyük arazilerin imar haklarını alıp, yabancı sermayeye satmak için kurulmuş şirketlerdir. Kimi zaman bu satış işini yabancı sermaye ile ortak olup yapıyorlar.”

Yabancı kentleri kuruluyor

Ülkemiz topraklarının adeta bir ihraç malzemesi haline geldiğinden yakınan Hüseyin Ülke, “Ülkemizde yabancı emeklilerin yerleştirileceği projeler üretiliyor ve böylece yabancı kentleri kuruluyor. Şehirlerimizde yabancılara satılan arazi oranı yasalara göre şehir arazisinin binde 3’ü kadar olmak zorunda. Sınır duvarı ile karşılaşanlar hisse devri oyunu ile rahatlıkla gemisini yüzdürüyor. Bu yüzden Türkiye’deki kısıtlama sanal.”

Araziler nasıl kara para aklama alanı oldu?

Türkiye’de arazilerin kara para aklama alanına dönüştüğünü açıklayan Ülke, kumarhane sahiplerinin, kumarhane yakınlarında başkasının ismi ile açtıkları emlakçilerde, kumarda yenilenlerden imza alarak mülklerine el koyduklarını belirtiyor. Arazilerin silah kaçakçılarının, rüşvetçilerin, fuhuş sektörünün en önemli kara para aklama alanı olduğunu örneklemek için ise şu örnekleri veriyor: “Eski bürokratların, kaçakçıların mal varlıkları incelendiğinde üzerlerinde bir sürü mülkün olduğu görülüyor. Lütfi Topal’ın 1 tane olan dükkânı, 5 yılda 1000 gayrimenkule çıktı.”

Banka hortumcularının hortumlu arazileri…

“Bankadan kredi çeken üçkâğıtçıların, banka yetkilileriyle anlaşıp, arazi ve gayrimenkullerini değerlerinin çok üstünde göstererek böylece fazla kredi alıyorlar” diyen Hüseyin Ülkü, bankalarda dönen dolapları anlatıyor: “Aldıkları krediyi geri ödemeyen bu sahtekârlar, ipotekli arazilerin satışa çıkarılmasını istiyorlar. Arazinin gerçek değeri 100 bin YTL, fakat 500 bin YTL gösterildiği için satılan arazide banka 400 bin YTL zarar ediyor.”

Belediye başkanlarıyla derin bağlantıları var

“Biz dişimizden tırnağımızdan artırdıklarımızla ev aldığımız için bu piyasayı çok masum biliriz ama gerçekler çok çirkin” diyen Hüseyin Ülke, konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Türk şirketleriyle evlilik yaparak, Türküye arazilerinin ele geçiren yabancılar, belediyelerin imar planlarını düzenleyebilir mi? Bu soruya “hakları yok” diye cevap verebilirsiniz ama düzenliyorlar. Çok derin bağlantıları var. Bir belediyede hangi partinin önde gittiğini saptayıp, seçimlerde o partiden kendilerine yakın adayları destekliyorlar. Seçim kampanyalarını finanse ediyorlar. Başkan seçilince de önüne projeleri koyuyorlar. Fakat biz iplerin dışarıda olduğunu çoğu kez göremiyoruz.”

İsrail GAP’ta arazilere nasıl oturdu?

GAP arazilerini en son çıkan Tapu Kanunu ile karşılıklık ilkesi olmadan kiralayan İsraillilerin, kira sözleşmesini de süre koymadan yaptıklarını anlatan Hüseyin Ülke, “Mal sahibine para ipoteği veriyorlar. Para ipoteği verdikleri için bunun karşılığında oraya kuruluyorlar. “Çık” denildiği zaman o parayı geri isteyip, karşı tarafı caydırıyorlar. Kiralamadılarsa, şirket kurup alıyorlar. Bugün turizm bölgelerinde de 75 yıllığına yabancı sermayeye kiralandı kıyılar. GAP’ta sözleşmeli çiftçiliklerde ya da Ege kıyılarında bir yabancıyı yüz sene bırakırsanız, bu yıllar içinde yasaların yeni haklar verip vermeyeceğini garanti edemezsiniz. Çok yakında askeri yasak bölgeler de dâhil olmak üzere ülkenin bütün toprakları Avrupa Uyum Yasaları çerçevesinde satılabilir hale gelecek. Adım adım gidildiği için bu düzenlemeler 3-5 yıl içinde olacak.”

Hangi iktidar ne kadar sattı?

CHP Hükümetleri: 2.208 gayrımenkul- 70.971 bin metrekare alan
DP Hükümetleri: 1.406 gayrımenkul- 33.651 bin metrekare alan
Askeri Darbe Hükümetleri: 2.770 gayrımenkul- 14.486 bin metrekare alan
AP- DYP Hükümetleri: 4.921 gayrımenkul- 15.036 bin metrekare alan
ANAP Hükümeti: 8.590 gayrımenkul- 13.462 bin metrekare alan
MHP- DSP- ANAP Koalisyonu: 9.248 gayrımenkul- 9.725 bin metrekare alan
AKP: 29.517 gayrımenkul- 15.178 bin metrekare alan

iyibilgi.com

10 soruda Türk masonluk tarihi

Üstad-ı Azam Celil Layiktez’in açıklamaları masonları bir kere daha kamuoyunun gündemine oturttu. Oysa bu konuda bilinmeyen öyle çok şey var ki… Mesela Atatürk’ün mason olup olmadığı…

Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar ( Amc.. Ağızlılar koydukları ve sık sık yazdıkları isme bak.. Sorunları var tabi ib..lerin ) Locası Üstad-ı Azamı Celil Layiktez’in gazetelere yansıyan beyanatı, dikkatleri yakın tarihin karanlık sayfalarına yöneltti. Layiktez’e göre Masonların, Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun harekátında önemli bir payı bulunuyor. Hatta Abdülhamid’i tahttan indirme kararını tebliğe gönderilen 5 kişinin tamamı Masondu (biz 4 kişi diye biliyorduk).

Masonluk kapalı bir kutu. Belgeler neredeyse yok gibi. Masonluğun Türkiye serüvenini inşa etmek için pek çok parçayı itinayla toplamanız gerekiyor.

Bu yazıda Masonlukla ilgili bazı soruları kısaca cevaplandırmaya çalışacağım. (Kuşkusuz bilgilerimizin hemen tamamen Mason kaynaklarına dayandığı unutulmamalıdır, zaten başka türlüsü de mümkün değildir.)

1. Türkiye’de ilk Mason teşkilatı ne zaman, nasıl kuruldu ve kapatıldı?

Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Mason locası, Lale Devri’nin zevk çılgınlığı içerisinde kurulmuştur. 1721 yılında Galata’da, Arap Camii civarında açılan loca, 1748’de I. Mahmud tarafından kapattırılmış ve Masonluk yasaklanmıştır.

2. Bilinen ilk Türk Masonu kimdir?

Paris’e giden ilk Osmanlı Büyükelçisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin oğlu Said Çelebi, kayıtlarda adı geçen ilk Türk Masonudur. Sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlginç olan nokta, ilk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika’nın adının da Mason olarak geçmesidir.

3. Osmanlı Devleti’nde Masonlukla ilgili bulunan ilk belge hangisidir?

Andrea Rizopoulos’un Fener Rum Patrikhanesi Arşivi’nde bulduğu bir belge, Fransız Masonlarına ait bir ayin metni olup Rumcaya yapılan bir çeviridir ve 1747 tarihini taşımaktadır.

4. Yeniçerilikle Masonluk arasında herhangi bir bağlantı var mıydı?

Yeniçeri Ocağı mensupları, Hacı Bektaş Veli’yi pir sayar ve Bektaşi olduklarını iddia ederlerdi. (Gerçi Mevlevi Yeniçerilere rastlamak da mümkündü.) Bektaşilerin, dini konuları biraz geniş yorumladıkları malum. İşte 1826’da II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken, onun dışarıdaki uzantısı ve üssü olarak bilinen Bektaşi tekkelerini kapattırıp Nakşilere devrederken, bir süredir yeniden palazlanan Mason localarının faaliyetleri göze batmış, bu yüzden bir tür Bektaşi kabul edilerek kapatılmışlar, mensupları ise sürgüne gönderilmiştir. Böylece Mason localarını kapatan ikinci padişahın adı da garip bir tesadüfle Mahmud olmuştur.

5.Tanzimat bir Mason darbesi miydi?

Özellikle sağ kesimde Tanzimat’ın bir Mason hareketi olduğu tezi, yaygındır. Buna en güçlü kanıt olarak Tanzimat’ı ilan ettiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın Masonluğunu gösterirler. Elimizde bunu kanıtlayacak somut bir belge bulunmamaktadır. Ancak onun döneminde Mason teşkilatlarına göz kırpıldığını ve 1839’dan sonra verdiği gayri resmi izinle Masonluğun Türkiye’de gelişmeye başladığı inkár olunamaz. Bu süreç, 1854-56 Kırım Harbi yıllarında doruğuna ulaşacaktır. Sonuç olarak Tanzimat’ın bir Mason darbesi olduğu söylenemese de, Masonluğun Türkiye’deki modern tarihinin başlangıcı olduğu gerçektir.

6. V. Murad Mason muydu?

Masonlara göre, evet. Masonluğa girdiği yer: Kadıköy. Tarih: 20 Ekim 1872. Abdülmecid’in Murad dışında iki oğlu, Nureddin ve Kemaleddin de aynı törenle Masonluğa girmişlerdi. Kaldı ki, Abdülhamid’in Çırağan Sarayı’na kapattırdığı V. Murad’ı kaçırmak için Masonlar tarafından iki teşebbüs yapılmıştır. Birincisi Ali Suavi tarafından (20 Mayıs 1878’de başarısızlıkla sonuçlanmış), ikincisi Skalyeri-Aziz Bey Komitesi tarafından (24 Haziran 1878’de ortaya çıkarılmıştır).

7. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi bir Mason operasyonu muydu?

Abdülaziz döneminde Masonlar, Abdülmecid dönemindeki rahat çalışma ortamını bulamamışlardı. Onları sıkı bir takibe aldıran Abdülaziz, göz açtırmıyordu. Bu yüzden Mithat Paşa, Ziya Paşa gibi Masonlar tarafından kurulan ve yönetilen bir cunta eliyle 1876 Mayıs’ında tahttan indirilmiş ve birkaç gün sonra Feriye Sarayı’nda ölü bulunmuştu. Bileklerini keserek intihar ettiği söylendi ama Masonlar dahil kimse bu yalana inanmadı, isteyen Celil Layiktez’in makalesinde suicide, ‘intihar’ kelimesinin yanındaki soru işaretine (?) bakabilir. Amaç, Mason yapılan V. Murad’ı yeniden tahta çıkarmaktı.

8. II. Abdülhamid Masonlarla nasıl mücadele etti?

II. Abdülhamid işe Mithat Paşa’yı sürgüne göndermekle başladı ve iktidarı Mason hakimiyetinden kurtarmayı başardı. Hatta bu yüzden Proodos Locası Üstad-ı Muhteremi Kleanti Skalyeri tarafından öldürülmek istendi. Masonları, sıkı kontrol altına alan Abdülhamid, Masonluğun ne olduğunu, amaçlarını ve güçlerini gayet iyi biliyordu ve bu yüzden körü körüne üzerlerine gitmedi. Daha incelikli bir siyaset takip ederek kontrolü altında aldı. Zaman zaman gizli localara baskınlar düzenletip belgelerini ele geçirtmekle birlikte İstanbul’daki İngiliz locasına cömert bağışlarda bulunduğu da biliniyor. Amacı, Avrupa’da kralları ve parlamentoları nüfuzu altına almış bulunan Masonluğu kışkırtmadan kendi istediği yönde kullanmaktı. Hatta yerli bir Mason locası kurup başına geçmek istediği yolunda bir rivayet Mason çevrelerinde yaygındır. Aslında yapmak istediği, Masonları kullanmaktı. Tabii bu, Masonluk için affedilmez bir suç demekti. Cezası da aynı şekilde ağır olacaktı.

9. Hareket Ordusu bir Mason organizasyonu muydu?

Masonluğun Jön Türk devrimine hizmeti gizli saklı bir konu değil. 1901-1908 arasında Makedonya locasında Masonluğa kabul edilen 188 kişiden 23’ünün 2. ve 3. orduya mensup Osmanlı subayları olduğunu biliyoruz. Hareket Ordusu’nun bir kısım subaylarının ve Talat, Manyasizade Refik ve Cavid Beyler gibi İttihatçı önderlerin Masonlukları gerçek olmakla birlikte, mesele Masonlar tarafından kast-ı mahsusla abartılıyor. Sebebi ise basit: Modern Türkiye’nin doğuşu sayılan Jön Türk iktidarını sahiplenmekle bu ülkenin gerçek kurucularının kendileri olduğu mesajını vermiş oluyorlar. Masonlar, İttihatçıların 1910’dan sonra dizginleri ellerine alma çabaları karşısında bu defa onların da aleyhine dönecek ve Osmanlı’nın parçalanmasına yöneleceklerdir.

10. Atatürk Mason muydu?

Bu soruyu sorduk ama görüyorsunuz yerimiz tükendi. Üstelik kısaca cevaplanamayacak kadar önemli bir soru bu. Bu yüzden cevabını gelecek hafta vereceğiz.

Salih Mercan – Star

Mustafa Kemal’in vecizeleri

Saygıdeğer okurlarımız,Bu hafta istişare odasına koymak istediğimiz konu Atatürke mal edilen ancak asında onun söylemediği vecizelerin neler olduğudur.

Bu konunun önemi şuradadır;

Atatürkü referans alanların onun sözlerini iyice araştırmaları gerekir. Çünkü herkes kendi ideolojisine göre Atatürke bir kısım sözler izafe etmekte ve karşısındakini susturmaktadır.

Bir nevi nass görevi gören bu sözler tartışmalarda karşı tarafı susturmak için biçilmiş kaftandır.

Eminim ki Atatürkle ilgili araştırma yapanlar yada bu konunun mütehassısları bunları pek iyi biliyordur.

Ancak “bunu Atatürk söylemedi” dersek bizi Atatürk düşmanı zannederler diye bunları söylemeye cesaret edemediklerini düşünüyorum.

Bizimde naçizane bu bilime bir katkımız bulunsun.

Böylelikle hem bu bilim adamlarının işini kolaylaştırmış oluruz, hemde nasıl derler:

“barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar”

yani gerçekler fikirlerin çatışmasıyla ortaya çıkar.

Zannederim bu konuda Atatürke bu kadar fazla söz izafe edilmesinin nedeni bu vecizelerden istifade ederken bunları yeni cumhuriyetin benimsediğinin işareti olmasıdır.

Bazı kişiler ise kendi sözlerini ebedileştirmek amacıyla Atatürke izafe etmiş olabilirler.

Pek çok sözde var ki onların aslında kime ait olduğu biliniyor.

Ben bildiklerimden bir kaçını yazacağım.

Bu konuda bilgisi olanlar varsa onlarda ilave yapabilirler:

“Adalet mülkün temelidir.”

Adliyelerde gördüğümüz bu söz aslında Hazreti Ömere aittir.

“Vatan çalışkan insanların omuzlarında yükselir”

Bu sözün Tevfik Fikrete ait olduğunda ittifak vardır.

“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”

Bu sözün bir Latin atasözüdür.

“İstikbal göklerdedir”

Bu sözünde Musollini’ye ait olduğu söylenir.

“Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir”

Bu söz maximillien robespierre e aittir.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”

Bu söz pozitivizmin sloganıdır. Pozitivizmin Türkçe bir kelimeyle izahı bu şekilde olsa gerektir.Yani yeni ve özgün bir söz değil ancak pozitivist felsefeyi yansıtan bir sözdür.

Kaynak : http://irtica.wordpress.com

Mustafa Kemal’i MASONLAR ZEHİRLEDİ


28 AĞUSTOS 2002
ZAMAN

Bu yazının tamaını okuduktan sonra Bunun ne kadar gerçekçi olduğunu anlıyacaksınız..Atatürk’ü masonlar zehirledi Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başına gelenlerle kahrolurken; ANAYURT Gazetesi olarak, bu ibretlik gerçekleri yayımlarken üzerimize düşen büyük görevi yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz. Katİl(ler) işbirlikçiler KİMLERDİ? Yunanistan’da yayımlanan –Laiki Metopo(halk Cephesi) Gazetesinde yayımlanan dizi yazıda “Dr. Abrevaya ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar” denilmektedir. Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır. Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet tarfaında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Fissenger ayrı teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin yeriyle de ilgisi vardı. ‘Sarı Lider’i öldürme kararı alınıyor Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatür’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı. Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” Atatürk’ün hastalığı, konan teşhis ve uygulanan tedavi Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir.Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Zehirlendiğini anlamıştı Atatürk, Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.” Kimler masondu? Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır. Mustafa Kemal’in sağlığı Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı.20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü.2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı. Tedavi eden doktorlar Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır. Ölüm sebebi alkol değil Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir. Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL! Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir. Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. Atatürk’ün hastalığı, konan teşhis ve uygulanan tedavi Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. ‘Sarı Lider’i öldürme kararı alınıyor Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatür’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı. Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” MASON CEMİYETLERİ KAPATILIYOR Türkiye’deki masonlar 25. yıl kuruluş etkinlikleri düzenleyerek, yayılmalarını hızla sürdürüyorlardı. O sırada Atatürk Adalet eski bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’a masonlarla ilgili bir dosya vererek kendisine şunları söyledi: “Bunu güzelce mütalaa et, bir fakrirle, Halk Partisi Grup Başkanı’na ver, grupta bunlara şiddetle bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet, senin de bu işte şeref payın olacaktır.” Mahmut Esat Bozkurt, aldığı emrin gereğini yaparak verdiği “takrir”de şunları söyledi. “Masonluk kökü dışarıda olan bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır? Bunu da grup kararı ile kapatalım.” Paçaları tutuşan masonlar hemen Atatürk’ün doktoru Mim Kemal Öke öncülüğünde Atatürk’e giderek, O’na Türkiye’deki en üst masonluk makamı olan “Meşrik-i Azam”lık ünvanını teklif ederek yalvardılar. Atatürk, onlara Avurpa’da hangi locaya bağlı olduklarını ve liderlerinin adını sordu. Onlar Cenova Locası’na bağlı olduklarını ve Reisleri’nin Barca Mişon olduğunu söylediler. Atatürk, öfkelenerek, “Haydi defolun buradan, cehemmen olun gidin. Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahramanlık sıfatı verdi, ben sizin gibi bir çiff Yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece bütün Türkiye’deki locaları sabaha kadar kapatmadığınız takdirde, yarın teşkil edeceğim Divan’ı Harbi Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan” dedi. Mason İçişleri Bakanı Şükür Kaya, Atatürk’e direnmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapanma kararını verdi. Anadolu Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde, mason cemiyetlerinin kapandığını ve mallarının Halkevleri’ne bağışlandığını duyurdu. Katil(ler) işbirlikçiler kimlerdi? Yunanistan’da yayımlanan –Laiki Metopo(halk Cephesi) Gazetesinde yayımlanan dizi yazıda “Dr. Abrevaya ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar” denilmektedir. Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır. Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet tarfaında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Fissenger ayrı teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin yeriyle de ilgisi vardı. KİMLER MASONDU? Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır. TEDAVİ EDEN DOKTORLAR Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır. MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIĞI Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı.20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü. 2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı. 19 soru? *Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır? *Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır? Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir? *Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur? *1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir? *Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi? *Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi? *Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır? *Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir? *Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır?Bu eczacı Mustafa HAKKI nalçacı mıydı? *Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı? *Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir?(Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938’deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum.Çok tuhaf” diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor) *Paris’te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir? *Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’e Köşk’ü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir? *Atatürk’ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir? *Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır? *Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir? *Atatürk’ün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre “tüm aramalara karşın bulunamamıştır” cevabını vermişti) *1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır? kaynak http://www.ulusgazetesi.com

Mustafa Kemal’in Ölümü Sirozdan Değil!

Hafta sonu Ceyhan Mumcu’yu dinledim. Konu AB’nin Kemalizm’e bakışıydı. Konuşmasına Attila İlhan’ı anarak başladı. Onun aydınlanma etkinliklerine editörlük yaptığından söz etti. “Parola vatan, işareti namus” sözünü yeniden gündeme getirişini anlattı. Bu söz İzmir’de şehitlik anıtının taşında Arapça harflerle yazılmış biz sözdü. Attila İlhan o yazının tozlarını parmaklarıyla silmiş, yeniden gündeme taşımıştı.

Konuşmasının sonunda sorular-yanıtlar bölümüne geçildi. Ceyhan Mumcu’ya Attila İlhan’ın bir dergide yayınlanan kendisiyle yapılan röportajda “Atatürk’ün nasıl öldüğü araştırılmalıdır” dediğini anımsattım. “Bu sözünü onun vasiyeti kabul etmek gerekir. Sizin bu konuda bir bilginiz var mı?” diye sordum. Aldığım yanıtı okurlarımla paylaşmak istiyorum.

Bir deniz tabip albayın bu konuda yaptığı doktora tezi vardır. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal’dir.

Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar’ın ısrarı ile dışarıdan bir doktor getirilir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur.

İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştü.

Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi?

Büyük Millet Meclisinde ölüm raporu gündeme getirildi. Mason locaları 1935’de kapatılmasına rağmen Mecliste hala mason milletvekilleri vardı. “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir. Arkasından Yeşilay icad edilir, tarih kitaplarına da böyle girer…

Ceyhan Mumcu’dan bunları duyduktan sonra ne yapmam gerekir diye düşündüm. İlk işim bu bilgiyi okurlarımla paylaşmak.

Şimdi bu bilgiler elimizde ve biz çocuklarımızı terbiye edeceğiz diye, yüce önderimizin hakkındaki bu yalanla O’nu halkımızın gözünde küçültmeye devam edecek miyiz?

Okul kitaplarından Atatürk’ü çıkartmak için elinden geleni yapan AB, bu düzeltmeyi yapmamıza izin verir mi? Demek ki kendi kitaplarımızı kendimiz yazmak zorundayız.

En çok satılmakta olan “Şu Çılgın Türkler” kitabı belli ki bir boşluğu dolduruyor. Demek ki; halkımız şiddetle kendi tarihiyle ilgili doğru bilgilere ulaşma ihtiyacı duyuyor.

Neyse ki Türk ulusu ATATÜRK’ünü hala çok seviyor, hiçbir yalan O’nu gözden düşüremiyor!

Bu yazıya Sayın Yılmaz Dikbaş’ın bir eklemesi oldu onu da aşağıya aktarıyorum;

Başka bir gerçek daha var: Atatürk’ün en yakınlarının anılarını okuduğunuzda, Atatürk’e siroz hastası olduğunun söylenmemiş olduğunu görürsünüz! Hastalığının adı, tanımı, Atatürk’ten saklanmıştır!

Asker, siyasetçi ve devrimci olarak her zaman gerçeklerle yüzleşerek her zaman gerçek olan olguları hesaba katarak yürümüş olan Atatürk’ten, hastalığının adinin gizlenmiş olmasının mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

Daha su yüzüne çıkarılacak çok şey var!

(Mahiye Morgül – Antiemperyalizm.org)

Kemal Atatürk ne kadar masondu?

Her ne kadar 5 Nisan 1998 tarihli New York Times’ta yayınlanan Masonlar listesinde Atatürk’e yer verilmişse de, bugüne kadar ikna edici resmi bir bilgi ve belgeye ulaşılamamıştır. Kaldı ki, Atatürk’ün, kendisine defalarca yapılan Mason localarının başına geçme tekliflerini geri çevirdiğini de biliyoruz.

Bazılarının zannettiği gibi, Atatürk’ün Masonluğa özel olarak alerjisi yoktu. Nitekim daha çok gençken Masonluğa girdiğini bir tanıktan öğrenebiliyoruz. ‘Atatürk’ün Uşağı İdim’ adlı hatıratında Cemal Granda’ya göre Atatürk, bir İzmir gezisinde söz Masonluktan açılınca herkesi şaşkına çeviren bir hatırasını anlatmıştır. Aktarıyorum:

“Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…”

(Salih Mercan, http://www.haber7.com)

Dünyada Türkçe Konuşan Milletler


Atatürk‚ Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Dili İçin adlı eserini okuduktan sonra‚ 1930 yılında şunları söylemişti: – Ülkesini‚ yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti‚ dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. ( Atatürk ismini kullanarak her türlü işleri becerenler neden güzel işler icraatlar yap(a)mazlar )
Türkçe konuşan kaç ülke var dünyada hiç merak ettiniz mi? Eğer merak ettiniz ise işte size bir kaynak. Bu kaynağıda Frankfurt Üniversitesi bizim için araştırmış. Nedense bu tür bilgileri İngiliz,Fransız,Alman enstitülerinde ve STK’larında görüyoruz. ( Atatürkçüler bu tür işlerle pek uğraşmıyorlar ! )

http://titus.uni-frankfurt.de/didact/karten/turk/turklm.htm

tıklayın ve Türk cografyasını görün