Mustafa Kemal’in müstear ismi neydi?

Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir müstear ismi vardı. Bu isimle 1937’de Kurun Gazetesi’nde 5 gün baş yazı olarak kalacak bir yazı kaleme alan Atatürk, bir siyasiyi hedef almıştı. O siyasi kimdi?

Mustafa Kemal Atatürk, 1937’de, Hatay meselesi ile ilgili olarak, başında İsmet İnönü’nün bulunduğu hükümeti, bir makale yazarak eleştirir ve metni ‘Asım Us’ adıyla gazetede yayınlar. Yazı, Hatay sorununun çözülmesinde ve hükümetin üzerinde etkili olur.

‘Yaşar Kemal’ takma adıyla tanıdığımız Sadık Kemal Göğçeli, geçiminin temini için Yeşilçam’a film senaryoları yazar. Senaryoları sık sık Emniyet’in Sansür Masası’na takılınca, yazar çareyi senaryolarının altına ‘Azmi Kütüval’ imzasını atmakta bulur. Senaryolar sansüre takılmaz; çünkü bu isim Sansür Masası’nın başında bulunan amirin adıdır. İttihat ve Terakki’nin ve dönemin milliyetçi cereyanının önemli isimlerinden biri olan Naci İsmail Pelister, uydurma Alman profesör isimleri kullanarak Türk ırkının üstünlüğü ile ilgili kitaplar yazar. Almanya kitaplara itiraz eder ve bu durum iki ülke arasında diplomatik sürtüşmelere sebep olur.

Bu anekdotlar, edebiyat ve basın tarihimizde müstear isimlerle ilgili çok az kimsenin bildiği hikâyelerden sadece üçü. Çünkü edebiyat ve basın dünyasında takma ad kullanma yaygın bir gelenek… Kimileri devlet baskısı yüzünden, kimileri ismine gölge düşürmemek için takma adla yazmış. Kimileri de ‘fiyakalı’ durmadığı için adıyla değil, takma adla tanınmayı seçmiş. Söz gelimi Alparslan Türkeş’in asıl adı Hüseyin Feyzullah. Ünlü romancı Orhan Kemal’in asıl adı ise Mustafa Raşit Öğütçü. Yahya Kemal’inki İbrahim Ahmet Agah, Cemal Süreya’nınki Cemalettin Seber, Fethi Naci’ninki İsmail Naci Kalpakçıoğlu, Hekimoğlu İsmail’inki Ömer Okçu. İşte ünlü yazarların müstearları, takma ismi ile tanınan yazar, sinemacı ve oyuncuların gerçek adları…

Edebiyat, basın ve sinema dünyasında pek çok kişi, takma isim, yani müstear kullanmış. Kimileri yazdıkları eleştirileri ile düşman çekmemek, kimileri devlet memurluğuna halel getirmemek, kimileri de renkli bir isim edinmeye ihtiyaç duyduğu için yapmış bunu. Ama çoğu, devlet baskısından çekindiği ya da geçim kaygısı ile yazdığı yazılardan asıl adını korumak için başka bir isim kullanmış. Onlar farklı isim kullandıkça okurların ‘Aslında kim?’ merakı da büyümüş. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan iki kitap bunun bir kanıtı. Biri Tahsin Yıldırım’ın hazırlayıp Selis Yayınları’nın yayınladığı ‘Edebiyatımızda Müstear İsimler’ adlı sözlük, diğeri Edebiyat Otağı Yayınları’nın yayınladığı, Nurullah Çetin’in ‘Takma İsimler Sözlüğü’. Her ikisi de bu alanda kayda değer bir bilgilenme sağladıysa da işince eksik bulunuyor. Bu yüzden konuyla yakından ilgilenenlerin merakla beklediği bir çalışma var. O da İstanbul’un önde gelen sahaflarından Halil Bingöl’ün çalışması…

Edebiyat ve basın dünyasında kalem oynatanların bu tercihi, ilginç durumlara sahne olmuş. Mesela Peyami Safa, Fransızcadan roman çevirilerine ve ‘Cingöz Recai’ polisiye hikâyelerne annesinin adını, ‘Server Bedi’ imzasını atmış. Müstear kullanma, polisiye edebiyatımızın gelişimine de katkı sağlamış. Amerikan polisiye yazarı Frank Morisson’un kaleme aldığı ‘Mike Hammer’ romanları gerçekte sadece 13 iken, Türkiye’de bu sayı 250’ye kadar çıkmış. O sıra çok tutan bu maceraların büyük kısmı Kemal Tahir (ki bu isim de müsteardır) tarafından ‘F. M. İkinci’ adıyla yazılmış. Morrison’a yeni eserler kazandıran yazar, bu isimle (yani 2. Frank Morris) anlayan için ‘dürüst’ de davranmış. Fakat bu durum, o dönemde bilinmemiş.

Atatürk, müstear isimle İnönü’yü eleştirdi

Hazırladığı sözlüğü ile ilgili bilgi almak ve müstear isimlerle ilgili yeni isimler, yeni anekdotlar almak için Halil Bingöl ile konuştuk. Konu ile ilgili, bir kısmı gizli kalmış, bir kısmı da az kimse tarafından bilinen hikâyeler var Bingöl’de. Bunlardan biri, Atatürk’ün pek bilinmeyen bir müstearı… Bingöl, Atatürk’ün cumhurbaşkanı iken 25 Ocak 1937’de ‘Asım Us’ imzasıyla Kurun Gazetesi’nde bir makale yayınladığını ifade ediyor. Arşive bakarak teyit ettiğimiz yazının, beş gün boyunca baş makale olarak yayınlandığını görüyoruz. Atatürk’ün Hatay meselesi ile ilgili, başında İsmet İnönü’nün bulunduğu hükümeti kıyasıya eleştirdiği yazısı, Atatürk ile İnönü’nün derin ayrılığına da önemli bir kanıt oluşturuyor. Atatürk, yazısında İnönü’nün halka telkin ettiği ‘On beş gün bekleyiniz.’ sözüne sert bir dille cevap veriyor: “Bize bir şey telkin etmektense hiçbir şey söylememeniz evladır. Sizin sözlerinize inanmış olmak gafletinden korkuyoruz!”

Bingöl’ün aktardığı ve az kimsenin bildiği bir diğer ilginç anekdot da Yaşar Kemal ile ilgili. Asıl adı Sadık Kemal Göğçeli olan yazarın, geçim kaygısıyla film senaryosu yazdığı yıllardır. Ancak senaryoları, Emniyet’in sansür masasından sık sık geri döner ve masanın başında 9. Şube’den Azmi Kütüval vardır. Yaşar Kemal, senaryolarını Azmi Kütüval imzasıyla yazmaya başlar. Kemal’in, taktiği tutar; senaryolar hızla geçmeye başlar ve Türk sinemasının arşivi bu isimle yeni bir senarist (!) kazanır.

50’nin üzerindeki müstearıyla en çok takma ad kullananlardan Aziz Nesin’in (ki bu adı da bir müsteardır) yaşadıkları, hikâyelerine konu olacak kadar da komik. Sahaf Halil Bey birini şöyle aktarıyor: “Aziz Nesin 1948’de, uydurduğu bir Fransız adı ile, kahramanları Fransız olan, bir mizahi hikaye kaleme alır ve bunu Akbaba dergisinde yayınlatır. 1957’de ‘Milletler Gülüyor’ adıyla dünya milletlerinin mizahını ortaya koyan ve her milletten bir hikâyeyi içeren bir derleme yayınlanır. Fransız mizahından da Aziz Nesin’in Akbaba’da yayınladığı o hikâye vardır.” Bingöl’ün konu ile ilgili bir diğer ilginç örnek ise Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden ve milliyetçi cereyanın önemli kalemlerden Naci İsmail Pelister. Pelister, Dr. Bukkert, Dr. Frayliç gibi uydurma Alman profesör imzaları atarak, Türk ırkının üstünlüğünü dile getiren makaleler yayınlar. Hatta bu isimleri kullanması, ‘Bu iddiaları nasıl bir Alman’a yıkabilirsiniz?’ diye Almanya’nın devlet düzeyinde itirazlarına ve iki ülke arasında diplomatik sürtüşmelere neden olur.

Kendisi de müstear kullanıyor

Halil Bingöl’ün sözlüğünde bugünün müstear isimleri de var. Bunlardan biri halen Vatan Gazetesi’nde köşe yazan Tuğçe Baran. Daha önce çeşitli internet sitelerinde ve kimi köşe yazarlarının yazılarında Tuğçe Baran’ın sanal bir kişilik olduğu yazılmış, ancak kim olduğu açıklanamamıştı. Bingöl, Tuğçe Baran’ın Mutlu Tömbekici olduğunu söylüyor. İşin meraklıları Sahaf Halil Bey’in eserinden haberdar ve yıllardır bu hacimli ve iyi sistematize edilmiş sözlüğün yayınlanmasını bekliyor. Çünkü Bingöl, araştırma yapmaya, sözlüğü yazmaya başlayalı 23 yıl olmuş. Eğer siz de bu yıl yayınlanacak ‘Müteferrika’dan Günümüze Takma Adlar, Mahlaslar Lakaplar ve Rumuzlar’ adlı bu sözlüğü edinmek isterseniz, sakın ola ki sözlüğün yazarını ‘Halil Bingöl’ adıyla aramayın. Çünkü sözlük, ‘Kaan Mete Aradadur’ imzasıyla yayınlanacak. Bingöl, gerekçesini muzipçe gülerek, ‘Böyle bir sözlüğü adımla yayınlamak, işin ruhuna aykırı düşerdi.’ diye açıklıyor.

Zaman-Pazar – Ali Burhan

‘Atatürk’ün seçim taktiği kriz çıkarmaktı’

Çankaya için yapılan siyaset savaşlarıyla ilgili yazı dizisini hazırlayan Emre Aköz, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasındaki taktiğini anlattı.

Neşe Düzel’in röpotajı

Siz cumhurbaşkanlığı seçimleri için bir araştırma yaparak gazetenizde dizi olarak yayımladınız. Bu araştırmaya göre, Atatürk’ten bu yana yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ne?

Cumhuriyet kurulduğundan beri sadece 10 kişi cumhurbaşkanı oldu. Şimdi 11’inciyi seçeceğiz. Bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortak noktası ise en hafif kelimeyle ‘kriz’dir. Bazı dönemlerde Çankaya savaşları öyle çığırından çıkar ki, Meclis’in askerler tarafından kuşatılmasına, adayın başına silah dayanmasına kadar varır iş. Yalnız şunu söylemek gerekir… Silahlı Kuvvetler, cumhurbaşkanlığı seçimini mutlaka çok önemsiyor ve kulisler mutlaka yapılıyordur ama… Son üç cumhurbaşkanlığı seçiminde, ordunun seçimlere müdahalesi geçmişteki gibi çok doğrudan olmadı.

Peki… Atatürk’le başlayalım. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesinde neler yaşandı? Zorlanıyor mu, sorun yaşıyor mu Atatürk cumhurbaşkanı olmakta?

Biraz zorlanıyor. Ama bu, seçim sırasında yaşanan bir zorlanma değil. Çünkü cumhurbaşkanlığı hikâyesi bir sene öncesinden başlıyor. Çok büyük siyasetçidir Atatürk. Önce Meclis’e seçim kararı aldırıyor. Sonra seçime katılacak adayları tek tek kendisi belirliyor. Ardından Vatana İhanet Kanunu’nu öyle değiştiriyor ki, kendisine karşı bir siyasi oluşum artık imkânsız oluyor. Çünkü Halk Fırkası’nın fikirlerine aykırı siyaset yapmak hainlik addediliyor ve tek parti sistemi böylece getirilmiş oluyor. Mustafa Kemal cumhuriyeti ilan etme ve dolayısıyla cumhurbaşkanı seçilme tarihi olarak da 29 Ekim’i seçiyor. Kısacası, cumhurbaşkanı seçilirken kendisine muhalefet etme olasılığı bulunan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar gibi isimlerin Ankara’da bulunmadıkları bir günü tercih ediyor. Çünkü o öyle bir dönem ki… Bunlar orduda prestijli olan, İttihatçı gelenekten gelen, savaşı ve siyaseti bilen, silahlı, sert adamlar.

Atatürk niye önce Meclis’i değiştiriyor?

Çünkü bir Meclis var ve ona müdahale edip duruyor. Mustafa Kemal birinin başbakan olmasını istiyor, Meclis ‘Hayır, biz onu istemeyiz’ diyor. Her konu, içişleri bakanının kim olacağı bile Meclis’te tartışılıp karara bağlanıyor. Mustafa Kemal’in bu meseleyi halletmesi gerekiyor. Güçler birliği ilkesiyle çalışan Meclis’i ekarte edip kendisi her şeye karar veren ‘tek adam’ olmak istiyor. Zaten bundan sonra da Mustafa Kemal’in çok sık uyguladığı bir taktik var. O da kriz çıkarmak. Nitekim hükümetle Meclis arasında bir kriz yaratıyor ve seçimlere gidiliyor. Çünkü Mustafa Kemal’in tek sorunu her şeye Meclis’in karar vermesi de değil. Ayrıca bu Meclis’te ‘ikinci grup’ diye bir muhalif grup var. Bunlar Mustafa Kemal’in diktatör olmasından çok korkuyorlar. Çünkü sonuçta bunlar Osmanlı. Bunlar, Osmanlı’nın her şeyi tartışan, yarı demokrasi tecrübesi sayılan Meclis-i Mebusanı’nı biliyorlar. Yeni kurulacak cumhuriyetin tek adam diktatörlüğü olmasını istemiyorlar ve milli hâkimiyet prensibini savunuyorlar.

Atatürk’ten sonra bir başka ulusal kahraman olan İsmet Paşa Çankaya’ya çıktı. İnönü’nün seçiminde neler yaşandı?

1937’de İnönü, Atatürk’le çatışıyor. O sırada Atatürk hasta. Halktan saklanıyor ama bütün yabancı elçiler merkezlerine ‘Mustafa Kemal hasta, ölecek’ diye bilgi notu geçiyor. İşte tam bu dönemde İnönü başbakanlıktan ayrılıyor. İngilizce öğrenmeye başlıyor ve siyasi tarih okuyor. Yani cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor. Ama bazı gruplar, İnönü’yü kendileri için tehdit olarak görüyor. Bir kere, ‘mutat zevat’ denilen, sürekli Atatürk’ün sofrasında yer alan insanlar var. Bunların bir kısmı Atatürk’ün yardımcısı, vekilharcı, ahbabı, silah arkadaşı, bir kısmı da fedaisi. Mesela Köşk’te bir gürültü oluyor. Gürültü bittikten sonra sofradaki manzara şu. Bu insanların hepsi Atatürk’ün üstüne kapanmış ve silahlar çekilmiş. Bu grup İsmet Paşa’nın Atatürk’ten çok farklı olduğunu biliyor ve ‘Bu adam bizi ekarte eder’ diyor.

Başka kimler İnönü’ye karşı?

Bu grubun başını Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la İçişleri Bakanı Şükrü Kaya çekiyor. Bunlar Meclis’in İnönü’yü seçeceğini biliyor ve İnönü’yü seçtirmemek için iyice azıtıyorlar. Öyle ki İnönü’yü İstanbul’a getirip birine vurduracaklar Atatürk’ün ölmesine çok az kalmış. 1938’in kasım ayının başları… İnönü, Ankara’dan İstanbul’a gelip Atatürk’ü son bir defa görmek istiyor. Şükrü Kaya, ‘Aman paşam ben sizi götüreyim’ diyor ve seyahati organize ediyor. İnönü tam trene binecek, Sağlık Bakanı Refik Saydam, ‘Paşam gitmeyin sizi öldürecekler. Beni ezip öyle gidebilirsiniz ancak’ diye
İnönü’yü engelliyor. Unutmayın. Bunların hepsi belinde silah olan adamlar. İtiş kakış, bin bir numara, tezgâh, oyunlarla dolu müthiş bir süreç bu.

Ordu desteklemeseydi İsmet Paşa Çankaya’ya çıkabilir miydi?

İnönü gene seçilirdi. Ama Meclis İnönü’yü seçmeseydi, ordu darbe yapıp onu gene seçtirecekti. Çünkü İstanbul’da Birinci Ordu komutanı Fahrettin Altay ve bir grup subay, İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Bunlar Ankara’ya gelip, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a ‘Biz meclis falan tanımayız. İnönü seçilecek. Yoksa gereğini yaparız’ diyorlar. Bu tehdit üzerine Çakmak da ‘Evet ya, İsmet Paşa iyi olur’ diyor.

Peki… İlk sivil cumhurbaşkanımız da Celal Bayar. Onun seçimi nasıl gerçekleşti?

Celal Bayar çok rahat cumhurbaşkanı olmuş gibi gözüküyor dışarıdan bakıldığında ama, aslında o da silahların gölgesinde seçiliyor. Bazı subaylar, Bayar cumhurbaşkanı seçildikten sonra durumu kabul edemiyorlar ve hükümeti devirmek için darbe planlıyorlar. Çünkü Bayar, ezici çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti’nin hem kurucusu ve hem de cumhurbaşkanı olmadan önceki başkanı. Yani cumhurbaşkanlığı, hükümet, başbakanlık tek bir partide toplanıyor. Ve, Ankara kaynıyor. Ordunun içinde de hükümetleri devirmeyi düşünen böyle subaylar, cuntalar 1940’lardan beri var zaten. Başbakan Adnan Menderes DP iktidarına karşı darbe yapılacağı istihbaratını alıyor, Bayar’a bildiriyor. Bayar, Menderes’le birlikte operasyon yapıp, darbe hazırlığındaki 15 general ve 150 albayı bir anda emekli ediyor.

Bayar’dan sonra 1960 darbesinin lideri Cemal Gürsel geldi Çankaya’ya. Onun Çankaya’ya çıkışında yaşanan maceralar neler?

1960 darbesinden sonra anayasa hazırlandı ve seçimler yapıldı. Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) de Meclis’e girdi. CHP, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığını destekliyordu ama, ya diğer partiler bir aday çıkarırsa ne olacaktı? Nitekim böyle bir aday Adalet Partisi’nin içinden kendiliğinden çıktı. Ordinaryüs profesör Ali Fuat Başgil aday oldu ve macera başladı. Milli Birlik Komitesi ‘Eyvah bu adamı durduralım. Ankara’ya gelmesin’ diye harekete geçti. Ama hoca, İstanbul’dan Ankara trenine bindi ve her durakta büyük bir tezahürat eşliğinde ancak rötarla Ankara’ya gelebildi. AP yönetimi değil ama ciddi bir partili grup hocayı destekliyordu. Milli Birlik Komitesi ise o sırada zor durumdaydı. Ordunun içinde ‘Silahlı Kuvvetler Birliği’ diye İstanbul ağırlıklı cunta kurulmuştu. Milli Birlik Komitesi’ne karşı olan bu cuntada tümgeneral ve subaylar vardı. AP ve Yeni Türkiye gibi partilerin toplamda CHP’den fazla oy almasına karşı çıkan bu subaylar, ‘Biz bunun için mi darbe yaptık. Demokrat Parti’nin devamı hâlâ Meclis’te. Seçimleri tanımıyoruz, partileri kapatacağız. Milli Birlik Komitesi’ni feshedeceğiz. Yönetimi biz ele alacağız’ diye bir bildiri hazırladılar.

Ordu parçalandı, öyle mi?

Evet. İnönü devreye girdi, pazarlıklar yapıldı ve şu karara varıldı: ‘Meclis açık kalacak ama Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacak.’ İşte böyle bir ortamda Prof. Başgil Ankara’ya geldiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin iki generali Fahri Özyürek ile Sıtkı Ulay onu hemen Başbakanlığa çağırdılar, ‘Hocam aday olma, çekil’ dediler. Hoca da ‘Bu dediğiniz milli hâkimiyete aykırı. Ben, Anayasa’ya göre aday olabilirim’ dedi. Ve Başgil, 15 dakika sonra Başbakanlık’tan, gözleri fal taşı gibi açılmış, alt dudağı düşmüş, yüzünde dehşet ifadesiyle, kimyası bozulmuş bir halde çıktı. Nazik anlatıma göre, general Sıtkı Ulay, ağır gelen tabancasını belinden çıkarıp masanın üstüne koymuştu. Diğer anlatıma göre ise o silah kılıfından çıkmıştı ve ağza alınmayacak laflar eşliğinde Anayasa hukukçusu Başgil’in başına dayanmıştı. Başgil hemen oteldeki eşyasını topladı ve sabaha karşı senatörlükten de istifa ederek İstanbul’a döndü.

27 Mayıs darbesinin lideri Cemal Gürsel’den sonra bir başka asker görüyoruz Çankaya’da. Genelkurmay başkanlığından o makama gelen Cevdet Sunay. Sunay’ı hangi koşullar cumhurbaşkanı yaptı?

Artık o dönemde askerlerde, ‘Cumhurbaşkanı bizden olsun’ baskısı var. Gürsel hastalanıyor, yeni cumhurbaşkanı seçilecek. Ordu, ‘Genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı olsun’ diye bastırıyor. O sırada cumhurbaşkanı seçilmek için parlamenter olmak gerekiyor. Bir senatör istifa ettiriliyor, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı’nın kontenjanından senatör yapılıyor. Tam burada iki siyasi uyarıyor. Biri, Millet Partisi’nin lideri Osman Bölükbaşı. Demokrasiye inanan sivil biri olarak Sunay’a karşı çıkıyor. Diğeri ise çok ilginç. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin asker kökenli lideri Alparslan Türkeş. Türkeş, ‘Sunay’ı seçmek yanlış. Çünkü ileride öbür genelkurmay başkanları da şimdi sıra cumhurbaşkanı olmakta diye düşünecekler’ diyor. Nitekim haklı oldukları ileriki yıllarda anlaşılıyor.

Sunay’dan sonra bu kez ’emekli’ bir askeri, Fahri Korutürk’ü görüyoruz Çankaya’da. Cumhurbaşkanlığının ‘muvazzaflardan’, emekli bir askere geçmesi demokratik bir gelişim miydi?

Birazcık demokratikti, o kadar. Çünkü siyasetçilerde cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda tam bir serbestlik, rahatlık yoktu. Bu seçimlere de müdahale edildi. Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, 1973’te seçim yaklaşırken cumhurbaşkanı olmak için kıpırdanmaya başladı. Ordudan bir grup açıkça TRT’ye Gürler’in propagandası için baskı yaptı. Radyoda Gürler için iki-üç saatte bir yayın yapıldı. Gürler Genelkurmay başkanlığından istifa etti ve Sunay onu kontenjan senatörü yaptı. CHP’den destek alan Gürler’in asıl desteği tabii Meclis dışındandı. Silahın desteğiydi bu. Askerler Meclis’i kuşattılar, parlamenterler üzerinde müthiş baskı kurdular. Onlardan imza bile topladılar. Ama Demirel bunun bir görüntü, şamata olduğunu, aslında ordunun tek vücut olmadığını anladı.

Ordu cumhurbaşkanlığı konusunda bölünmüş mü?

Evet, çok ciddi bölünmüş. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Gürler’i istemiyordu. Ayrıca 1971’de 12 Mart darbesini yapan Faik Türün gibi bazı komutanlar da Gürler’e karşıydı. Nitekim seçim günü geldiğinde, Meclis, Gürler’i isteyen kara birliklerince kuşatıldı. İçeriye siviller alınmadı. Meclis’in koridorları subaylarlarla doldu. Kimi nazikçe, kimi Ecevit dahil herkesi ‘Canınıza okuruz’ diye tehdit ederek, ‘Gürler’i seçeceksiniz’ baskısı yaptılar. Ama seçim başladığında Meclis’in localarındaki manzara ilginçti. Deniz ve kara kuvvetleri komutanları, generalleri oradaydı. Hava Kuvvetleri Komutanı Batur ve havacı generaller ise localarda değildi. Sonuçta Gürler cumhurbaşkanı olamadı. Hem orduda çalışmış, hem büyükelçilik yapmış Fahri Korutürk Çankaya’ya çıkarıldı.

Sonra yeniden bir darbe oldu ve Çankaya’ya yeniden muvazzaf bir asker çıktı… Kenan Evren… Galiba, Çankaya’ya en rahat oturan da o oldu. Pek tartışma yaşanmadı hatırladığım kadarıyla?

Evet. Ülkede anarşi, sağ-sol kavgaları var. O ortamda 1980’de 12 Eylül darbesi oluyor. Her üyesini Milli Güvenlik Konseyi’nin seçtiği 160 kişilik bir Kurucu Meclis atanıyor. O Meclis, bugünkü Anayasa’nın temelini oluşturan 1982 Anayasası’nı yapıyor. Konsey bunu onaylıyor ve bu Anayasa halkoyuna sunuluyor. Yalnız çok basit ama çok zekice hazırlanmış bir geçici madde numarası var bu Anayasa’da. Geçici maddede, ‘Anayasa’ya evet oyu çıktığı takdirde, devlet başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren de cumhurbaşkanlığına çıkacak’ deniyor. Böylece anayasaya evet demek, Evren’in cumhurbaşkanlığına da evet demek oluyor. Sonuç, yüzde 91.3 evet oyu çıkıyor. Mavi renkteki hayır oyları incecik zarflardan görülse de ve her sandığın başında asker dursa da, öyle ya da böyle Evren bir şekilde halkın oyuyla cumhurbaşkanı seçiliyor.

Evren’den sonra cumhurbaşkanlığına, o güne kadarki en büyük Çankaya tartışmasına yol açan Turgut Özal geldi. Özal, ilk gerçek sivil cumhurbaşkanı oldu. Bir sivilin Çankaya’ya çıkmasını nasıl kabul ettirdi Özal?

Özal’dan önceki dört Çankaya seçimine de asker kâh Meclis’i basarak, kâh silahla tehdit ederek doğrudan müdahale etti. 1960-82 arasında bütün seçimler namluların ucunda yapıldı. Özal’ınkine ise böyle somut bir müdahalede bulunulmadı. 31 Ekim 1989’da Özal sekizinci cumhurbaşkanı seçildi.

Özal’ın cumhurbaşkanlığını engellemeye uğraşan Demirel, Özal’ın ardından Çankaya’ya kendisi aday olduğunda neler söyledi?

Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen önce yerel seçimler yapıldı. ANAP üçüncü, SHP birinci, DYP ikinci parti çıktı. Demirel, ‘Özal yüzde 21.75 ile mi cumhurbaşkanı seçilecek. Oyların düşüyor, senin seçilmen vicdanen uygun değil’ diyerek, Özal’ın meşruiyetini zayıflatmaya, toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalıştı. Oysa Demirel’in kendisi cumhurbaşkanı seçilirken, DYP’nin oy oranı ANAP’tan daha iyi değildi. Zaten Demirel’in cebinde daima bir Anayasa kitapçığı vardır. Bir şey oldu mu, ‘Bak kardeşim, bak kardeşim’ der. Özal cumhurbaşkanı seçilirken Anayasa’ya bakmıyordu ama kendisi seçilirken, ‘Dert etmeyin. Benim durumum Anayasa’ya uygun’ diyordu.

Ahmet Necdet Sezer, parlamentoda partilerarası bir koalisyonla çıkarıldı. Bu desteği nasıl buldu?

2000’de Ecevit başbakandı ve üniversite mezunu olmadığı için Ecevit cumhurbaşkanı olamazdı. Aslında Demirel’in cumhurbaşkanlığının uzatılması Ecevit’in ve Mesut Yılmaz’ın işine geliyordu ama parlamento Demirel’i istemedi. Sezer’in adı ortaya çıktı.

Sizce Erdoğan Çankaya’ya çıkacak mı?

Erdoğan, Çankaya’ya çıkmak istiyor mu? İstiyor. Çıkar mı? Son dakikaya kadar bilemeyiz. Ama inşallah çıkar. Çünkü 1950’de Bayar’ın, 89’da Özal’ın çıkması gibi onunki de askeri vesayet sisteminin biraz daha kırılması ve Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bir tür milat olacak. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması, Türkiye açısından demokrasiyi ileriye götürecek bir aşamadır. İnşallah çıkar…

Radikal

Mustafa Kemal’e göre Peygamberimiz

“Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle MUSTAFA KEMAL ATATÜRK” Yusuf Koç ve Ali Koç’un hazırladıkları gerçek bir başucu kitabı. Çeşitli kaynaklardan alınarak, Mustafa Kemal birçok yönü ile anlatılıyor.
Mustafa Kemal’in, Hazreti Muhamed ile ilgili görüşlerini bu çalışmalardan izleyelim mi?
“Atatürk ve Din Eğitimi” adıyla Ahmet Gürbaş’ın yazdığı kitaptan:
“1930 yıllarında, İslam düşmanı bir şarkiyatçının Hz. Muhammed hakkında yazdığı bir kitabı tercüme eden bir yazar, eserini Atatürk’e takdim eder. Atatürk kitabı inceledikten sonra tarihçi Prof. Dr. Şemsettin Günaltay’ı çağırtır ve kitap hakkında fikrini sorar. Günaltay’ın cevabı:
– Ele alınacak bir şey değil, bir facia olur Paşam.
Atatürk Günaltay’ın sözünü bitirmesini beklemeden yerinden fırlar ve yanında bulunan Başvekil İsmet Paşa’ya dönerek:
– Bu paçavrayı toplatın ve tercümeyi yapanı da devlet hizmetinde kullanılmamak üzere hükümet kapısından uzaklaştırın, der.”
Şemsettin Günaltay’ın anlattıkları, Ülkü Dergisi 100. sayısında:
“Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır… Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi´nde en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askeri dehası kadar siyasi görüşü ile de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar.”
AKDTYK Yayınları, “Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik” adlı eserden:
“Hz.Muhammed, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir. Fakat sonsuza kadar O ölümsüzdür.”
Atatürk’ün SDV’den:
“Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’andaki manası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa, gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak’tır.”
Yine Atatürk’ün SDV’den:
“Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinden yapardı. Hz. Peygamber´in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize, milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevap kazanacağımı ümid ediyorum, efendiler; camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek, yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.”

Mirasımıza Sahip Çıkmak

“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım
ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!”
Yavuz Sultan Selim
(Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a dönerken)

Türk Milleti, son derece sağlam ve köklü bir mirasa sahiptir. Bu noktada önemli olan, bu mirasın önemini gereği gibi kavrayabilmek ve geçmişimize sahip çıkarak yüzümüzü geleceğe dönebilmektir. Bu yaklaşımın en güzel örneğini, Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün yürüttüğü politikada görürüz.
Atatürk, Millî Mücadeleyi izleyen yıllarda, Türk Milleti’nin geleceği için çok önemli bir rota belirlemişti. Hem bir Osmanlı Paşası, hem de genç Cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk’ün politikası, “kültür ve medeniyet birikimimize sahip çıkmak, Osmanlı geleneğini modernleştirerek 20. yüzyıla aktarmak” oldu. Atatürk, dönemin şartlarının izin verdiği ölçüde, Osmanlı mirasına sahip çıktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin (hala osmanlı olduğumuzu bilmemiz gerekiyor ) , Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi kabul etmesi ve tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu borçların ödemelerine sadık kalması, Osmanlı mirasına sahip çıkma isteğinin bir göstergesiydi. Atatürk, ayrıca Osmanlı geleneğini sürdürerek, Türkiye topraklarına sığınmak isteyen Türk olmayan Müslümanlara (örneğin Arnavutlara, Çerkezlere, Boşnaklara) olumlu yanıt vermiş, bu farklı etnik kökenden gelen Müslümanları, tek bir dini kimlik içinde görmüş ve kabullenmişti.
Atatürk, öte yandan, Balkan Antantı ve Sadabad Paktı gibi oluşumlarla, eski Osmanlı coğrafyalarında Türkiye’nin nüfuzunu korumaya çalışmıştı. Balkan Antantı, bazı Balkan ülkelerini, Sadabad Paktı ise bazı Ortadoğu ülkelerini Türkiye’nin liderliği altında stratejik işbirliğine taşıma amacını güdüyordu.
Bu, son derece doğru ve yerinde bir strateji idi. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi “devlet geleneğini” oluşturan en önemli unsurlardan biri toplumların tarihidir. Tarih toplumların hafızasıdır ve her toplum dostlarını, düşmanlarını onların tarihleriyle değerlendirir. Tarih devletlere itibar ve otorite sağladığı gibi, özellikle eski imparatorlukların varisleri olan milletlerin, geçmişte kendilerine bağlı olan topraklarda söz sahibi olmalarının da önemli bir aracıdır. Bir zamanlar bir İmparatorluk olan İngiltere, yüzyılın başından bu yana kademeli biçimde azalan siyasi ve ekonomik gücüne rağmen, hala eski kolonileri üzerinde belirli bir nüfuz sahibidir. Benzer bir nüfuz ilişkisi Fransa ile eski sömürgeleri arasında da vardır. Fransa’nın Cezayir’e ya da Suriye ve Lübnan’a olan ilgisinin meşruiyet zemini bu tarihsel bağdır. Kuşkusuz eğer İngiltere kendi tarihine küsseydi ve imparatorluk olduğu zamanları reddetseydi, bu tür bir nüfuz elde edemezdi. Aynı şekilde Fransa da geçmişine yüz çevirseydi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu siyasetinde bugün sahip olduğu etkiyi sürdüremezdi.
İşte tarihin bu denli etkili bir stratejik zemin oluşu, kuşkusuz Türkiye açısından büyük bir avantajdır. Çünkü Türkiye, bugün komşuları olan devletlerin çoğunu ve daha pek çok devleti beş yüzyıl boyunca yönetmiş bir imparatorluğun varisidir.
Bugün büyük devletlerin Osmanlı tarihi konusunda araştırmalar yaptırmaları ve bu konuya özel bütçeler ayırıyor olmaları aslında bizlere çok önemli bir şeyi göstermektedir. Osmanlı Devleti, büyük devlet olmanın sırrını bulmuş ve bu sırrı 600 yıllık ömrünün son anına kadar muhafaza etmişti. Batı’nın Osmanlı ile ilgili bir türlü kavrayamadığı gerçek ise, bugünün siyasi literatürüyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun “moralpolitik” (ahlaki) bir stratejik vizyona sahip olması idi. Sömürgeci güçler ise hep “reelpolitik” (katı gerçekçi) bir vizyonla hareket ettiler. Bu nedenle, eğer kısa vadede kendilerine menfaat sağlıyorsa, bir ülkeyi uzun vadede karmaşa ve istikrarsızlığa sürükleyecek politikalar izlemekten çekinmediler. Osmanlı ise, sahip olduğu topraklarda her nedenle olursa olsun karmaşaya ve düzensizliğe asla izin vermedi. Daima barış ve huzur ortamını, adaleti ve hoşgörüyü yaşatmaya çalıştı.
Örneğin İngiliz ve Fransız sömürgeciliği, sahip olduğu bu reelpolitik mantık neticesinde ele geçirdiği topraklarda çok kısa süreli hakimiyetler kurabildi. Osmanlı, fethettiği yerlerde sadece toprağı değil, gönülleri de fethetmeyi başarırken, bu güçler gittikleri her yerde yaptıkları uygulamalar neticesinde, yerli halkın nefretini kazandılar. Aynı şekilde üzerinde etkinliği olduğu topraklarda “nizam” sağlamak gibi bir gayesi olmayan Amerika Birleşik Devletleri de, gittiği her yere barış ve huzur yerine karmaşa ve anarşi getirdi. Bugün de Batı’nın ve ABD’nin stratejisi eski Osmanlı coğrafyasına istikrar ve huzur getirecek nitelikte değildir. (1)
Ayrıca Osmanlılar, diğer milletler gibi sömürgecilik zihniyetiyle bu toprakları işgal etmemiş, hiçbir zorlama ve baskıya başvurmadan dinlerini yaymayı ve Müslüman dünyasını güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Avrupalı güçler, ele geçirdikleri topraklarda yaşayan halkları kendilerinden aşağı, bir nevi ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirip gaddar ve zalim bir politika izlerken, Osmanlılar, her milletten insana karşı adaletli, hoşgörülü ve merhametli bir tutum sergilemişlerdir.
Avrupalı devletler, bu ülkelerin tüm yeraltı zenginliklerini ele geçirip, halklarını fakirleştirirlerken, Osmanlı’yı veya Selçuklu’yu yöneten Türkler gittikleri ülkelere zenginlik, refah ve medeniyet götürmüşlerdir. Fethedilen ülkelere camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, çeşmeler yaptırılmış, yıkmayı ve yok etmeyi değil, yeniden inşa etmeyi hedeflemişlerdir. M. Baudier’nin Historie de la Religion des Turcs (Türklerin Din Tarihi) adlı eserinde “Türkler, merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hatta Hıristiyanlara da üstündürler” (2) sözleriyle de belirttiği gibi, Türk Milleti, fethettiği topraklarda yaşayan insanlara güzel ahlakıyla da örnek olmuştur.
Müslüman Türkler, başta da belirttiğimiz gibi, fethettikleri ülkelerin halklarına, yaşam biçimlerine, inançlarına ve dünya görüşlerine de saygı gösterdiler. Fethettikleri yerlerde yaşayan insanların, kendilerine Allah’ın bir emaneti olduğunu düşünen, esir aldıkları kişilere karşı bile insaniyetle yaklaşan Türk Sultanları’nın görevleri arasında bu halkları himaye etmek, kimsenin onlara zulüm yapmamasını sağlamak da vardı. Allah, İnsan Suresi 8. ayetinde müminlerin kendileri ihtiyaç içindeyken dahi yemeği önce esirlere yedirdiklerini bildirmektedir. Bu, İslam ahlakını yaşayan Müslüman yöneticilerin, fethedilen topraklarda yaşayanlara karşı tüm uygulamalarını şekillendiren çok önemli bir ahlâk özelliği olmuştur. Nitekim düşmanlarından kaçarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan İsveç Kralı XII. Charles (Demirbaş Şarl)’ın bir yakınına yazdığı mektuptaki sözleri de, Müslüman Türk Milleti’nin insani ve güzel ahlaklı tutumunun dile getirilişidir:
Şefkatin, cömertliğin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler, beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar nazik bir milletin arasında, hür bir esir olarak yaşamak bilsen ne kadar tatlı… (3)
Girdikleri her yere mutlak bir huzur ve asayiş götüren Müslüman Türkler, çoğunlukla kendilerinden önceki Hıristiyan yönetimlerin baskıcı ve zulmedici uygulamalarından sıkıntı duyan halk tarafından, coşkun bir sevgi ve saygıyla karşılanmışlardır. Osmanlı Devleti, kuruluş döneminden itibaren, fethettiği topraklardaki Hıristiyan tebaa ile her zaman iyi ilişkiler kurmuş, onların sempatisini kazanmıştır. Örneğin Bursa’nın fethinden sonra, şehri niye teslim ettiklerini soran Orhan Gazi’nin Rumlardan aldığı cevap oldukça çarpıcıdır:
Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini ve bizim devletimizi geçtiğini anladık. Babanızın id****ine geçen köylülerin, memnun kalıp bir daha bizi aramadıklarını gördük ve biz de bu rahatlığa heves ettik.(4)
Osmanlıların, Anadolu’da olduğu gibi Rumeli’de ve diğer fethettikleri topraklarda da Hıristiyan halkın varlıklarına ve idare tarzlarına karışmamaları, ağır vergiler altında ezilmiş olan halkın yükünü hafifletmeleri, mevcut kanunlar kapsamında hiçbir yerel yöneticinin, keyfî uygulamalar yapmasına müsaade etmemeleri, yerli halkın kendilerinden razı olmalarını sağladı. Osmanlı Devleti, kendi himayesine girmiş olan herkesin hak ve hukukunu garanti altına alıyordu.
Nitekim Batılı tarihçi ve siyaset adamlarının kaleme aldığı eserlerde de, Türk-İslam ahlâkının getirdiği adalet ve hukuk anlayışı övülmüş, diğer çağdaş sistemlerle mukayese edilerek Türk-İslam ahlâkının üstünlüğü dile getirilmiştir. Bunlardan İngiliz tarihçisi F. Downey “The Grand Turc, Suleyman the Magnificent” (Büyük Türk, Muhteşem Süleyman) adlı eserinde Türklerin adaletine ve merhametine sığınan insanlardan şu şekilde bahseder:
Birçok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine gelip sığınıyorlardı.(5)
Fransız tarihçi Fernard Grenart ise Türk devlet anlayışına duyduğu hayranlığı şu sözleri ile dile getiriyordu:
Osmanlı id****inin, fethedilen memleketler için, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçmemelidir. Bu memleketler ahalisini Türkler, dillerinde, dinlerinde hatta bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamamen serbest bırakıyorlardı.(6)
Ünlü tarihçi Oskar Kolling ise I. Dünya Savaşı sonrasında Balkan halklarının karşı karşıya kaldığı durum karşısında Osmanlı id****indeki üstün adalet ve hukuk anlayışını şu şekilde tarif eder:
Bu eski hakikati -Osmanlı-Türk adalet sistemini- Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler bize yeniden hatırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hududunda aynı hadise tekerrür etti. Fakat böyle bir mukayese yapıldığı zaman 16. asır Türk idarecilerinin, zavallı halkın hukukunu korumak hususundaki gayretleri önünde eğilmek arzusunu duyarız.(7)
Kolling bu satırların devamında dönemin Avrupa devletleri ile Türk Devleti arasındaki anlayış farkını da şu şekilde dile getirmekteydi:
… Avrupa’da sulh zamanında bile engizisyon mahkemeleri ve idam sehpaları faaliyette bulunuyordu. Bilhassa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca halk bütün malı ile beraber zulüm aleti haline geldi. Bunlar hiçbir vicdan azabına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Oysa Türk hükümdarları gerçekten halkın hayatı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesika suretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.(8)
Bu nedenle bugün söz konusu coğrafyada yaşayan milletlerin hepsi, Türklerin adaletine, hoşgörüsüne ve kendilerine sağladıkları barış ortamına şahitlik etmişlerdir. Bu durum her dinden ve her ırktan insanın, Türklerin yönetiminden razı olmalarıyla neticelenmiştir. Günümüzde ise, yıllardır bu topraklarda süregelen savaş, karmaşa ve düzensizlik yüzünden huzura, güvenliğe ve barışa hasret kalmış olan kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yeni bir “Osmanlı”nın özlemi içindedirler.
Mirasımızın bize yüklediği tarihî sorumluluk
Buraya kadar ele aldığımız gerçeklerin bize gösterdiği gibi, Türkiye, hem coğrafi ve stratejik konumu, hem de devralmış olduğu tarihi mirası itibariyle Balkanlar’ın, Kafkaslar’ın, Ortadoğu ve Orta Asya’nın geleceğinde liderliği üstlenebilecek bir ülkedir. Milyonlarca insanın özlemini duyduğu barış ve huzur ortamını sağlayabilecek zengin bir tarihsel deneyime sahiptir. Coğrafi konumu itibariyle hem Asyalı, hem Avrupalı, hem Ortadoğulu’dur. Devraldığı tarihi miras itibariyle de, tüm bu alanlarda tahminlerin ötesinde bir etkinliğe ve güce sahiptir. Yüzlerce farklı kültürün ve etnik grubun barındığı bu topraklarda, sahip olduğu Osmanlı mirası gereği söz sahibidir. Nitekim Soğuk Savaş’ın ardından tesis edilen yeni dünya sisteminde, başta Amerika olmak üzere, pek çok ülkenin de talebiyle Türkiye söz konusu topraklarda aktif rol almak durumunda kalmıştır.
Türkiye’nin sahip olduğu tarihi miras -ve siyasi, askeri, ekonomik potansiyel- nedeniyle, pek çok Batı ülkesi bu bölge üzerinde geliştirdikleri stratejilerin Türkiye eksenli ve hatta Türkiye merkezli olması gereğinin farkındadır. Nitekim ABD eski Başkanı Bill Clinton’ın 1999 yılının son aylarında Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma da bu görüşü destekler niteliktedir. Bir anda tüm dünya ülkelerinin dikkatini tekrar Türkiye üzerine çevirmelerine neden olan bu ünlü konuşmada Clinton’ın özellikle, “20. yüzyılı nasıl Osmanlı’nın yıkılışı belirlediyse, 21. yüzyılda da Türkiye’nin etkin rol oynayacağı” anlamına gelen sözleri son derece önemli bir tespiti içermektedir. Clinton’ın bu sözlerini “Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika’yı içine alan milyonlarca km2’lik bir alanda, dünya siyasetinin merkezi olan bir bölgede söz sahibi bir ülke olduğu için 21. yüzyılın şekillenmesinde kilit rol oynayacaktır” şeklinde açabiliriz. (Bill Clinton benzeri mesajları Kasım 1999 tarihinde Türkiye gezisi esnasında TBMM’de yaptığı konuşmasında da vermiştir). ABD gibi süper bir gücün liderinin, Türkiye için 21. yüzyılda böyle bir teşhiste bulunması kuşkusuz çok dikkat çekicidir.
Bugün söz konusu bölgelere huzurun ve sükunetin yerleşebilmesinin tek yolu, Türkiye’nin varisi olduğu Türk-İslam ahlakı ile yoğrulmuş olan “Osmanlı Millet Sistemi”nin hakim olduğu bir anlayışın oluşturulabilmesidir. Önceki bölümlerde de detaylı olarak anlattığımız gibi, Osmanlı Millet Sistemi’nde, devletin koruyucu şemsiyesi altına giren her millet ya da topluluğa, kendi inanç ve örfüne göre yaşama hakkı tanınır ve temel hakları koruma altına alınırdı. Türkler ister Balkanlar’da, ister Kafkaslar’da, ister Ortadoğu’da olsun gittikleri hiçbir ülkede kimseyi dinini ve töresini değiştirmeye zorlamamışlar ve hiç kimseye dininden dolayı zulmetmemiş, kimseyi hor görmemişlerdir. Her dinden, her mezhepten vatandaş ibadetini dilediği gibi yerine getirmiş, kendi örf ve adetlerini uygulamalarında kimse bir diğerine karışmamıştır. Bunun karşılığında dış güçler tarafından herhangi bir saldırı söz konusu olduğunda ise bu topraklarda yaşayanlar da severek ve isteyerek yönetiminden memnun kaldıkları Osmanlı Devleti’nin yanında yer almışlardır. Böylece dış güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere pek çok alanda doğal bir ittifak oluşmuş, hem Osmanlı Devleti’nin hem de tebası altında yaşayanların fayda sağladığı sağlam bir yapı oluşturulmuştur.
Avusturyalı Türkolog Anton Cornelers Schaendinger de Türklerin devlet anlayışını ve bu anlayışın dünyanın pek çok yöresine getirdiği refah ve huzurun, başka hiçbir hükümdarlık döneminde sağlanamadığını şöyle dile getirmiştir:
İskender Doğu’ya ve Hint’e kadar yayıldı. Daraz Doğu’dan Batı’ya uzandı. Cengiz Han, Avrupa ortalarına kadar at koşturdu. Lakin hiçbirisi Osmanlı Türkleri gibi diğer insanların kültür ve din hürriyetine saygı göstermediler. Osmanlılar harikulade bir nizam ve düzende asırlarca kendilerinden olmayan insanlarla barış içerisinde yaşadılar. Onun içindir ki, Avrupa’da dört asır boyunca kalabildiler.(9)
Anton Schaendinger gibi, Türklere hayran kalan bir başka tarihçi, Yunanlı Michel de Greece’in sözleri ise çok dikkat çekicidir. Osmanlı’nın Balkan topraklarından çekilmesiyle başlayan zor ve sıkıntılı günlere, belki de atalarının bizzat şahit olduğu Greece, bu topraklarda tek çözümün Osmanlı benzeri bir idari sistem olduğunu, bugün yaşanan karmaşaları da örnek vererek anlatmaktadır:
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü Osmanlı Devleti, dünya dengesini ayakta tutan bir güç olmuştu ve sevilsin ya da sevilmesin, Osmanlı’nın çöküşünden itibaren Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılar durmak bilmedi.(10)
Balkanlar’da yaşayan, bu toprakların doğasını ve geçmişini iyi bilen bir tarihçinin böyle bir teşhiste bulunması son derece önemlidir.
Türkiye, tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi, Balkanlar ve Ortadoğu’daki farklı etnik kimlik ve dinleri kucaklayan bir strateji geliştirmelidir. Geliştirilecek bu stratejinin dayanak noktası ise Türk-İslam kültürünün ve köklü medeniyetimizin yeniden keşfedilmesi olmalıdır. Nitekim bu topraklarda siyaseten olmasa bile, kültür olarak Türk hakimiyeti halen devam etmekte, özellikle Balkanlar’da ve Kafkasya’da farklı ırklardan olmalarına rağmen pek çok Müslüman kendini Türk ve Osmanlı addetmektedir.
Pek çok tarih bilimci ve siyasetçi de bu gerçeği kabul etmekte ve yazdıkları makalelerde bu noktaya dikkat çekmektedirler. Bu kişilerden birisi de dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Prof. Dr. Edward Said’dir. Kendisi de Kudüslü Hıristiyan bir aileye mensup olan Edward Said, İsrail’de çıkan Ha’aretz Gazetesi’nde yayınlanan röportajında Ortadoğu’da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için “Osmanlı Millet Sistemi”ni önermiştir.(11) Ari Shavit’in gerçekleştirdiği bu röportajda Osmanlı Millet Sistemi’ni bir nevi zorunluluk olarak gören Edward Said, bu konuda son derece haklıdır. Çünkü bütün bir tarih boyunca Ortadoğu ve Balkanlar’da en uzun ömürlü yönetimler Osmanlılar döneminde kurulmuş, Romalıların bile sağlayamadığı süreklilik ve bütünlük Müslüman Türkler tarafından yüzyıllarca korunmuştur.
Prof. Dr. Edward Said’in Ortadoğu barışı için dile getirdiği önerinin bir benzerini ünlü tarihçi Jason Goodwin de New York Times’daki “Osmanlı’dan Öğreneceklerimiz” başlıklı yazısında Balkanlar için önermektedir. Osmanlı’nın Balkanlar’da, din, dil ve etnik farklılıkların çok fazla olmasına rağmen, hüküm sürdüğü 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar hiçbir zaman kısıtlama yapmadığını ve bu şekilde istikrarı ve düzeni sağladığını söyleyen Goodwin, bugün huzuru sağlamayı, bölgeye askeri güç yığmaktan ibaret gören Batılı güçlerin, Osmanlı’dan öğrenecekleri çok fazla şey olduğunu dile getirmektedir. (12)
Bilindiği üzere, yaklaşık son 50 yıldır, dünyanın kalbi “Osmanlı hinterlandı” olarak da adlandırılan Ortadoğu’da atmaktadır. Eğer bu bölgede yer alan ülkeler, bugün dünyanın geleceğinde bu kadar hayati bir öneme sahiplerse, bu durumda Osmanlı’nın varisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu süreçte kilit rol oynaması kaçınılmazdır.
Şunu da belirtmeliyiz ki, elbette bu kitapta anlatılan strateji, Osmanlı Devleti’nin yeniden kurulması değildir. Önemli olan Osmanlı millet ve devlet anlayışının hakim olduğu, insanların dost ve kardeşçe yaşayabildiği, barış ve güven dolu bir ortamın yeniden oluşturulabilmesi, güçlü bir ekonomik ve siyasi birliğin tesis edilmesidir. Çünkü Osmanlı yönetimi ve tecrübesi, istenildiğinde çatışmaların merkezi haline gelmiş olan bu bölgeye huzurun ve barışın getirilmesinin mümkün olduğunu bizlere göstermiştir. Bugün bir birlik oluşturma yönünde atılacak somut adımlar, bölge devletleri tarafından da kabul görecektir. Üstelik bu birlik dünyanın en gelişmiş medeniyetini, en zengin topraklarını ve üstün kültürünü de içinde barındıran, 21. yüzyıla damgasını vuracak bir birlik olacaktır. Bu birliğin öncülüğünü yapabilecek tek millet ise hiç şüphesiz Osmanlı’nın mirasçısı olan Türk Milleti’dir.

Mustafa Kemal’in vecizeleri

Saygıdeğer okurlarımız,Bu hafta istişare odasına koymak istediğimiz konu Atatürke mal edilen ancak asında onun söylemediği vecizelerin neler olduğudur.

Bu konunun önemi şuradadır;

Atatürkü referans alanların onun sözlerini iyice araştırmaları gerekir. Çünkü herkes kendi ideolojisine göre Atatürke bir kısım sözler izafe etmekte ve karşısındakini susturmaktadır.

Bir nevi nass görevi gören bu sözler tartışmalarda karşı tarafı susturmak için biçilmiş kaftandır.

Eminim ki Atatürkle ilgili araştırma yapanlar yada bu konunun mütehassısları bunları pek iyi biliyordur.

Ancak “bunu Atatürk söylemedi” dersek bizi Atatürk düşmanı zannederler diye bunları söylemeye cesaret edemediklerini düşünüyorum.

Bizimde naçizane bu bilime bir katkımız bulunsun.

Böylelikle hem bu bilim adamlarının işini kolaylaştırmış oluruz, hemde nasıl derler:

“barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar”

yani gerçekler fikirlerin çatışmasıyla ortaya çıkar.

Zannederim bu konuda Atatürke bu kadar fazla söz izafe edilmesinin nedeni bu vecizelerden istifade ederken bunları yeni cumhuriyetin benimsediğinin işareti olmasıdır.

Bazı kişiler ise kendi sözlerini ebedileştirmek amacıyla Atatürke izafe etmiş olabilirler.

Pek çok sözde var ki onların aslında kime ait olduğu biliniyor.

Ben bildiklerimden bir kaçını yazacağım.

Bu konuda bilgisi olanlar varsa onlarda ilave yapabilirler:

“Adalet mülkün temelidir.”

Adliyelerde gördüğümüz bu söz aslında Hazreti Ömere aittir.

“Vatan çalışkan insanların omuzlarında yükselir”

Bu sözün Tevfik Fikrete ait olduğunda ittifak vardır.

“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur”

Bu sözün bir Latin atasözüdür.

“İstikbal göklerdedir”

Bu sözünde Musollini’ye ait olduğu söylenir.

“Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir”

Bu söz maximillien robespierre e aittir.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”

Bu söz pozitivizmin sloganıdır. Pozitivizmin Türkçe bir kelimeyle izahı bu şekilde olsa gerektir.Yani yeni ve özgün bir söz değil ancak pozitivist felsefeyi yansıtan bir sözdür.

Kaynak : http://irtica.wordpress.com

Mustafa Kemal’i MASONLAR ZEHİRLEDİ


28 AĞUSTOS 2002
ZAMAN

Bu yazının tamaını okuduktan sonra Bunun ne kadar gerçekçi olduğunu anlıyacaksınız..Atatürk’ü masonlar zehirledi Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başına gelenlerle kahrolurken; ANAYURT Gazetesi olarak, bu ibretlik gerçekleri yayımlarken üzerimize düşen büyük görevi yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz. Katİl(ler) işbirlikçiler KİMLERDİ? Yunanistan’da yayımlanan –Laiki Metopo(halk Cephesi) Gazetesinde yayımlanan dizi yazıda “Dr. Abrevaya ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar” denilmektedir. Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır. Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet tarfaında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Fissenger ayrı teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin yeriyle de ilgisi vardı. ‘Sarı Lider’i öldürme kararı alınıyor Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatür’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı. Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” Atatürk’ün hastalığı, konan teşhis ve uygulanan tedavi Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir.Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Zehirlendiğini anlamıştı Atatürk, Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.” Kimler masondu? Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır. Mustafa Kemal’in sağlığı Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı.20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü.2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı. Tedavi eden doktorlar Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır. Ölüm sebebi alkol değil Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir. Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL! Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir. Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir. Atatürk’ün hastalığı, konan teşhis ve uygulanan tedavi Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.Doktor ve diğer sıhhı personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kati olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu. Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği”nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunu üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu. 31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. ‘Sarı Lider’i öldürme kararı alınıyor Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…” Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı. Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonları ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk. Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatür’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı. Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık.Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap etdiyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavizinde vazife vermemekle bize pek ala ispat ettiler.” MASON CEMİYETLERİ KAPATILIYOR Türkiye’deki masonlar 25. yıl kuruluş etkinlikleri düzenleyerek, yayılmalarını hızla sürdürüyorlardı. O sırada Atatürk Adalet eski bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’a masonlarla ilgili bir dosya vererek kendisine şunları söyledi: “Bunu güzelce mütalaa et, bir fakrirle, Halk Partisi Grup Başkanı’na ver, grupta bunlara şiddetle bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet, senin de bu işte şeref payın olacaktır.” Mahmut Esat Bozkurt, aldığı emrin gereğini yaparak verdiği “takrir”de şunları söyledi. “Masonluk kökü dışarıda olan bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır? Bunu da grup kararı ile kapatalım.” Paçaları tutuşan masonlar hemen Atatürk’ün doktoru Mim Kemal Öke öncülüğünde Atatürk’e giderek, O’na Türkiye’deki en üst masonluk makamı olan “Meşrik-i Azam”lık ünvanını teklif ederek yalvardılar. Atatürk, onlara Avurpa’da hangi locaya bağlı olduklarını ve liderlerinin adını sordu. Onlar Cenova Locası’na bağlı olduklarını ve Reisleri’nin Barca Mişon olduğunu söylediler. Atatürk, öfkelenerek, “Haydi defolun buradan, cehemmen olun gidin. Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahramanlık sıfatı verdi, ben sizin gibi bir çiff Yahudiye uşak mı olacağım? Bu gece bütün Türkiye’deki locaları sabaha kadar kapatmadığınız takdirde, yarın teşkil edeceğim Divan’ı Harbi Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan” dedi. Mason İçişleri Bakanı Şükür Kaya, Atatürk’e direnmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapanma kararını verdi. Anadolu Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde, mason cemiyetlerinin kapandığını ve mallarının Halkevleri’ne bağışlandığını duyurdu. Katil(ler) işbirlikçiler kimlerdi? Yunanistan’da yayımlanan –Laiki Metopo(halk Cephesi) Gazetesinde yayımlanan dizi yazıda “Dr. Abrevaya ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar” denilmektedir. Bahsi geçen Abrevaya, Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı’dır. Abrevaya, İzmir doğumlu olup, Paris’te tahsil görmüştür. Atatürk’ün ölümünden sonra Niğde Milletvekilliği yapmıştır. Prof. Dr. N.Fissenger, hükümet tarfaında Paris’ten getirilmiştir. 8 Eylül 1938 tarihinde bir gün önce yaptığı muayeneye göre Prof.Dr. Ömer Neşet İrdelp ile birlikte düzenledikleri rapor uzun yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Fissenger ayrı teşhiste bulunmasına rağmen Atatürk’ün ölüm raporunda, diğer doktorlarla aynı görüşteymişcesine yazılmıştır. Muhtemelen Paris’ten getirilen ilaçların temin yeriyle de ilgisi vardı. KİMLER MASONDU? Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır. TEDAVİ EDEN DOKTORLAR Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke(adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır. MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIĞI Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı.20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılması yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü. 2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı. 19 soru? *Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır? *Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır? Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir? *Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur? *1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir? *Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi? *Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi? *Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır? *Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir? *Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır?Bu eczacı Mustafa HAKKI nalçacı mıydı? *Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı? *Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir?(Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938’deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum.Çok tuhaf” diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor) *Paris’te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir? *Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’e Köşk’ü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir? *Atatürk’ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir? *Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır? *Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir? *Atatürk’ün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre “tüm aramalara karşın bulunamamıştır” cevabını vermişti) *1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır? kaynak http://www.ulusgazetesi.com

Mustafa Kemal’in Ölümü Sirozdan Değil!

Hafta sonu Ceyhan Mumcu’yu dinledim. Konu AB’nin Kemalizm’e bakışıydı. Konuşmasına Attila İlhan’ı anarak başladı. Onun aydınlanma etkinliklerine editörlük yaptığından söz etti. “Parola vatan, işareti namus” sözünü yeniden gündeme getirişini anlattı. Bu söz İzmir’de şehitlik anıtının taşında Arapça harflerle yazılmış biz sözdü. Attila İlhan o yazının tozlarını parmaklarıyla silmiş, yeniden gündeme taşımıştı.

Konuşmasının sonunda sorular-yanıtlar bölümüne geçildi. Ceyhan Mumcu’ya Attila İlhan’ın bir dergide yayınlanan kendisiyle yapılan röportajda “Atatürk’ün nasıl öldüğü araştırılmalıdır” dediğini anımsattım. “Bu sözünü onun vasiyeti kabul etmek gerekir. Sizin bu konuda bir bilginiz var mı?” diye sordum. Aldığım yanıtı okurlarımla paylaşmak istiyorum.

Bir deniz tabip albayın bu konuda yaptığı doktora tezi vardır. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal’dir.

Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar’ın ısrarı ile dışarıdan bir doktor getirilir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur.

İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştü.

Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi?

Büyük Millet Meclisinde ölüm raporu gündeme getirildi. Mason locaları 1935’de kapatılmasına rağmen Mecliste hala mason milletvekilleri vardı. “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir. Arkasından Yeşilay icad edilir, tarih kitaplarına da böyle girer…

Ceyhan Mumcu’dan bunları duyduktan sonra ne yapmam gerekir diye düşündüm. İlk işim bu bilgiyi okurlarımla paylaşmak.

Şimdi bu bilgiler elimizde ve biz çocuklarımızı terbiye edeceğiz diye, yüce önderimizin hakkındaki bu yalanla O’nu halkımızın gözünde küçültmeye devam edecek miyiz?

Okul kitaplarından Atatürk’ü çıkartmak için elinden geleni yapan AB, bu düzeltmeyi yapmamıza izin verir mi? Demek ki kendi kitaplarımızı kendimiz yazmak zorundayız.

En çok satılmakta olan “Şu Çılgın Türkler” kitabı belli ki bir boşluğu dolduruyor. Demek ki; halkımız şiddetle kendi tarihiyle ilgili doğru bilgilere ulaşma ihtiyacı duyuyor.

Neyse ki Türk ulusu ATATÜRK’ünü hala çok seviyor, hiçbir yalan O’nu gözden düşüremiyor!

Bu yazıya Sayın Yılmaz Dikbaş’ın bir eklemesi oldu onu da aşağıya aktarıyorum;

Başka bir gerçek daha var: Atatürk’ün en yakınlarının anılarını okuduğunuzda, Atatürk’e siroz hastası olduğunun söylenmemiş olduğunu görürsünüz! Hastalığının adı, tanımı, Atatürk’ten saklanmıştır!

Asker, siyasetçi ve devrimci olarak her zaman gerçeklerle yüzleşerek her zaman gerçek olan olguları hesaba katarak yürümüş olan Atatürk’ten, hastalığının adinin gizlenmiş olmasının mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

Daha su yüzüne çıkarılacak çok şey var!

(Mahiye Morgül – Antiemperyalizm.org)

Mustafa Kemal’in sansürlenen görüşleri!

Atatürk’ün sansürlenen görüşleri!

Can Dündar, Türk Tarih Kurumu’nun sansürüne takılan Atatürk’ün görüşlerini yazdı..

Milliyet Gazetesi yazarı
Can Dündar’ın yazısı…

Atatürk’e ilişkin olarak 2 önemli çarpıtma yapılıyor.
Biri Batılılaşma konusunda…
Diğeri din konusunda…
İlki, Atatürk’ün hedef olarak Avrupa’yı göstermediği iddiasına dayanıyor.
İkincisi, -dünkü Vakit gazetesinde bir örneğini gördüğümüz gibi- ısrarla Atatürk’ü dua ederken, sarıklı mebuslarla ya da peçe içindeki Latife Hanım’la gösterip cumhuriyetin temelinde bir din motifi arıyor.
Bu 2 konuda 2 belge hatırlatacağım.
***
İlk belge, 29 Ekim günü Mustafa Kemal Paşa’nın Fransız yazarı Maurice Pernot’ya verdiği demeç… Paşa, o gün Revue Des Deux Mondes için Meclis Başkanı sıfatıyla verdiği son demecinde şöyle diyor:
Osmanlı İmparatorluğu, Batı’ya karşı elde ettiğimiz başarılardan çok gururlanarak kendisini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün düşüşe başlamıştır. Bu bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Bizim vücutlarımız Doğu’da ise de düşüncelerimiz Batı’ya dönüktür. Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmalarımız Türkiye’de çağdaş, bu sebeple Batılı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?
***
Din meselesine gelince…
İlk Meclis’in dualarla açıldığı ve cumhuriyete oy veren milletvekilleri arasında 100 kadar din adamı olduğu doğru… Ancak böyledir diye cumhuriyetin kökeninde ve Atatürk’ün düşünce evreninde din motifleri aramak nafile uğraş.
Afet İnan cumhuriyetin ilanından 6 yıl sonra Yurt Bilgisi dersleri vermeye başlamıştı. Okutacağı kitabı Kemal Paşa’ya gösterdi. Gazi beğenmedi. Yeni bir Medeni Bilgiler kitabı yazdırdı.
Kitap, 1931’de Afet İnan imzasıyla çıktı; ortaokul ve liselerde okutuldu. İşte Kemal Paşa’nın el yazısıyla kaleme aldığı o notların Millet bölümünden satırlar:
***
Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. (..)
Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..)
Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. (..)
… din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. (..) Artık Türk, cenneti değil, (..) son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra…
***
Yeterince açık değil mi?
Nasıl oluyor da din konusundaki görüşleri bu kadar net olan bir lider hâlâ yanlış yorumlanıyor?
Yukarıdaki satırların çoğu, Türk Tarih Kurumu tarafından 1969 ve 1988’de basılan Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları kitabında yer almıyor da ondan…
İnanması zor; ama kendi kurduğu kurum, Atatürk’ün notlarını sansür ederek yayımladı.
Medeni Bilgileri geçenlerde yeniden basan Örgün Yayınevi, Türk Tarih Kurumu’ndan bir özürle yeni baskı beklediklerini yazmış.
Atatürk’ün okullarda okutulsun diye kaleme aldığı kitabının bile sansür edildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünce özgürlüğü mü dediniz?

mustafa kemal ‘E KİMLER KÖTÜLÜK EDİYOR

Mustafa Kemal’E KİMLER KÖTÜLÜK EDİYOR

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: “Günümüzün Kemalistleri, Atatürkçüğü 1930’larda tutuklayarak Atatürk’e de en büyük kötülüğü ediyorlar.” dedi.

Yargının zirvesinde görev yapanlar listesinde felsefi derinliği, edebi zevki ve özgürlükçü yaklaşımıyla son dönemin en dikkat çeken isimlerinden biridir Prof. Dr. Sami Selçuk. Hukukçu kimliğinin verdiği ciddiyet de onun ‘âkil adamlığının’ ayrı bir veçhesidir. Hem uygulamanın hem de teorinin hakkını vermeye çalıştığı içindir ki, pek çok tartışma konusu soru olarak bir de ona yöneltilir. Herkes gibi bizim de sorularımız vardı; ama en çok onun ‘fikrî’ serüvenini merak ediyorduk doğrusu. Sami Selçuk’la yargının meselelerinden, kısa siyasi serüvenine, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den, düşünce ve fikir ilişkisine kadar pek çok konuyu konuştuk. 82 Anayasası’yla ilgili açtığımız bahsi kısa kesti. 82 Anayasası küresel anlamda bir anayasa değildir; dolayısıyla yeni bir anayasa yazmak zorunludur ona göre.

“Halka sevdirecek yerde halktan soyutlanarak Cumhuriyet’e sahip çıkılmasını yadırgadım. Halktan gelen demokrasi isteğinin Cumhuriyet’le buluşması gerektiğini düşündüm hep.” diyen Sami Selçuk’un özgürlükçü fikirlerle tanışmasında darbelerin önemli rolü oldu. “Düşünceler ve inançlar kınanamaz” felsefesine önem veren bir hukuk adamıdır o; biraz siyaset, biraz riyaset; ama fazlasıyla fikir ve hukuk var hayatında. En çok da bilmiyorum deme erdeminden yoksun olmamızdan yakınıyor: “Bilim; bilimsel merak ve sağlıklı kuşkuya dayanır. Meraklı değiliz. Bu yüzden ne Einstein çıkarıyoruz ne de Edison. ‘Bilmiyorum’ sözcüğünü bile söylemekte zorlanan bir toplumuz. Çünkü, bilgimizi sorgulamıyoruz. Sokrates, Descartes, Spencer, Bachelard açığı yaşıyoruz.”

Kendisinin hiçbir parti veya akımın içinde olmadığını; ancak AK Parti’yi AB yolunda başarılı bulduğunu, Atatürk yaşasaydı onun da AB’den vazgeçmeyeceğini dile getiriyor Sami Selçuk. Eski Yargıtay Başkanı ile görüştüğümüz Bilkent Üniversitesi’nde sert bir hukuk adamından ziyade, güler yüzlü bir hoca ile karşılaştık.

-AİHM’nin Türk yargıcı Rıza Türmen bir gazeteye yaptığı açıklamada, 301’inci maddenin tek başına sorun olmadığını belirterek, hâkim ve savcıları “Türkiye’deki hâkimlerde daha çok devleti koruma içgüdüsü var.” diyor. Ona göre ‘301 değil hâkimler değişmeli. ‘Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Yargıçların özgürlüklerle ilgili direnişinden söz edilebilir mi?

Bütünüyle katılmıyorum. Kuşkusuz, yargıçların ve savcıların hak ve özgürlük temelli bir anlayışa sahip olmaları, küresel düzeyde hukuktaki gelişmeleri çok yakından izlemeleri zorunlu. Ancak bu yetmez. Yasa hükümlerinin suçların yasallığının alt ilkesi olan kesinlik/belirginlik ilkesi doğrultusunda birden çok anlama gelmeyecek anlatımlar ve sözcüklerle kaleme alınmaları da zorunlu. Bu yapılmaz ise söz konusu ilke dolanılmış olur. 301. madde bu açıdan sakat. Bir de Türk uygulamasında kavramların yerleşiklik kazanmamış olmasını buna eklerseniz, durumu kolaylıkla değerlendirebilirsiniz. Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde en çok ve bu arada bir gün içinde on bir kez hüküm giymiş bir ülke. Asıl bunlar bizim saygınlığımızı örseliyor. Ulusçuluk, ülkeyi bu durumdan kurtarmakla olur.

-Yaşanılan yerleşik ve evrensel kavram sorunu Türkiye’yi AB önünde mahcup eder hâle getirdi diyorsunuz?

Evet. Demokrasimizin ve hukukumuzun en önemli sorunu, terim/kavram sorunudur. Demokrasinin, hukukun küresel terimleri/kavramları üzerinde mülkiyet hakkımız yok ki özlerini değiştirelim. Yalnızca yararlanma/intifa hakkımız var. O kadar.

SEZER BAŞKASININ METNİNİ OKUDU; OLACAKLARI SEZMİŞTİM

-Yüksek yargı organlarının, özellikle Yargıtay’ın kararları kamuoyunda tartışılıyor. Bu durumu, yüksek yargı kararları vasıtasıyla politik bir tavır sergileniyor şeklinde algılayanlar var. Yanılıyorlar mı?

Yanılıyorlar. Unutulmamalıdır ki, kamuoyunun ilgilendiği, özellikle siyasal niteliği ağır basan davalarda yargı son sözü söylediğinde bundan rahatsız olanlar, bu tür yorumlara sık sık başvuracaklardır. Bu her ülkede yaşanan ve çözülememiş bir olaydır.

-Adli yıl açılışlarında zat-ı alinizin de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de yaptığı konuşmalar tarihe geçti. Fakat Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi, o konuşmayı ‘devrim’ gibi görenler için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Dolayısıyla ‘yeni cumhurbaşkanı kim olmalı?’ tartışmalarında ‘saygın bir hukukçu olsun’ cümlesi geçmiyor artık. “Asker cumhurbaşkanı, sivil siyasi cumhurbaşkanından sonra sivil hukukçu cumhurbaşkanı tek bir denemeden sonra rafa kaldırılmıştır.” denilebilir mi?

Cumhurbaşkanının o konuşmasını bir başkası yazmıştı. Yazanı biliyorum. Kaynaklara yollama yoktu. Bunu yadırgamıştım. Yazan arkadaşımıza söylemiştim. Bu tür konuşmaları elbette yetkili kendi yazmak zorunda değil. Ancak kendi yazdığınız bir konuşma ile başkasının yazdığı bir konuşma farklı sonuçlar ve etkiler doğurur. İnsan kendi yazdığı konuşmayı inanarak okur. Başkasının yazdığı son çözümlemede sadece bir emanettir.

-Zaman zaman Sezer’i eleştiriyorsunuz. Sezer’in cumhurbaşkanlığı adaylığı söz konusu olduğunda olabilecekleri öngörmüş müydünüz, yoksa sizde mi, bizler gibi Cumhurbaşkanı Sezer’i zamanla müşahede ettiniz?

Eleştirmekten çok saptamalar yapıyor, gerçekleri dile getiriyorum. Evet, sezgi düzeyinde öngörmüştüm. Küresel değerleri ve gelişmeyi salt Türkçe yapıtlardan izlemek olanaksızdır.

-Cumhurbaşkanı Sezer’in devlet başkanlığının meşruiyet sorunu içerdiğini söylüyorsunuz?

Anayasa Mahkemesi üyeliğinden ayrılmadan aday olup seçilmesi Anayasa’ya kesinkes aykırı idi.

ANAP ADAYLIĞIM VEFA GEREĞİYDİ; TARAFSIZIM

-ANAP’tan milletvekili adayı olarak siyasete adım attınız. İsminiz Turkuaz hareketi içinde geçiyor. Siyasete girme kararınızı hiç kendi içinizde tartıştığınız oldu mu? Sözgelimi 3 Kasım öncesi AK Parti’den hiç teklif almış mıydınız?

Ben o dönemde Avrupa Birliği’ni en iyi izleyen ve bilen parti üzerinde durdum, o kadar. ANAP’ın sayın genel başkanına da yansızlık ve nesnelliğin benim yaşam biçimim olduğunu, partici olmayacağımı söylemiştim. AKP de bana başvurdu. Sayın Erdoğan’la görüştük. Ancak, benim kıramayacağım kişiler ve kurumların, bu arada beni başkan seçenlerin görüşlerinin dışına çıkmamaya özen gösterdim. Bu, dürüstlük ve vefa ilkelerinin gereğiydi. Onlar beni seçmeselerdi siz de beni tanıyamayacaktınız, benimle görüşen siyasetçiler de. AKP’yi AB yolunda başarılı buluyorum. Şu anda hiçbir partinin ve akımın içinde değilim. Yansızım ve yansız kalmaya, nesnel olmaya özen gösteriyorum. Turkuazcılar da, herkes gibi, benimle görüştüler. Ama, yalanladığım hâlde, bu akımın içinde olduğum algısını yadırgıyorum.

DARBELERLE GELEN ‘ÖZGÜRLÜK’

-Efendim biz de birçokları gibi sizin özgürlükçü söyleminizi takdir ediyoruz. Elbette sizin de özgürlükçü fikirlerle tanışma ve benimseme serüveniniz vardır sanıyorum. Bizimle paylaşırsanız sevinirim.

Teşekkür ederim. Uygar dünyanın izlediği yolu gözetiyorum. Birbirinden çok farklı, en uçtaki görüşlerin sahipleriyle bile diyalog içindeyim. Diyalojik ilkeden hiçbir zaman vazgeçmedim. Kimseye kapımı kapatmadım, kapatmıyorum. Katıldığı TV’ye, görüştüğü insanlara, okuduğu gazeteye göre insanlar hakkında yargılar oluşturan sığ bir ortamda, bu ilkemden hiç ödün vermedim, vermiyorum. Bu sığlığı yenmek, kırmak isterdim. Demokrat olmak, görüşleri ve duruşlarıyla sizinle yüzde yüz ters birinin hak ve özgürlükleri tehlikeye düştüğünde kendi hak ve özgürlükleriniz tehlikeye düşmüşçesine içtenlikle karşı çıkmaktır. Karşı çıkarsanız, o zaman demokrat olursunuz. Karşı çıkmaz sevinirseniz, faşist olursunuz.

-Özgürlükçü düşüncelerle tanışmanız 12 Eylül’de mi oldu?

Daha önceleri. 27 Mayıs 1960’ta yedek subay öğrencisi idim. Harp Okulu’nun kapısında nöbet tuttum. O günkü basının durumunu gördüm. Bastille’in işgalindeki ruh hâlini yaşıyorlardı insanlar. Darbecilerin bile üstesinden gelemedikleri çirkinlikleri, saldırganlıkları, yıkımları gözlemledim. Hukukun, meşruluğun önemini o gün anladım. Cumhuriyet seçkinlerinin halka çok uzak olmalarını, halkı değerlendirme yeteneğinden yoksun diye küçümsemelerini hiç onaylamadım. Halka sevdirecek yerde halktan soyutlayarak cumhuriyete sahip çıkılmasını yadırgadım. Halktan gelen demokrasi isteğinin cumhuriyetle buluşması gerektiğini düşündüm, hep.

-Demokratik taleplerin cumhuriyetle buluşmadığını mı düşünüyorsunuz?

Hala sıkıntılarımız var. Ama çözülecek. Kolay değil. Fransa’da bile 1789’dan bu yana beş cumhuriyet yaşandı. Demokrasi bir ülküdür. Yakalanamaz. Ama yakalanmaması, sürgit ardından koşulması daha iyi. Dinamizmi sağlar. Yapıcı bir işlevdir bu.

-Daha öncesi için kendi fikir dünyanızı nasıl tanımlarsınız?

Ben bir Atatürkçüyüm. 1981 yılında sunduğum bildiride de belirttiğim gibi Atatürkçülüğü hiçbir zaman ideoloji olarak algılamadım. Son çözümlemede, bilimin yaşama geçirilmesi olarak algıladım. Atatürkçülük, esnekliğini ve çağa uygulanırlığını bu yapısından ve gücünden alıyordu. Oysa günümüzün Kemalistleri, Atatürkçüğü 1930’larda tutuklayarak anakronizme (tarih yanılgısına) düşüyorlar ve Atatürk’e de en büyük kötülüğü ediyorlar. İnanıyorum ki, Atatürk yaşasaydı, bilimin dediğini yapardı. Bu da elbette şöyle sonuçlanırdı: Çağcıl demokrasinin gereklerine uymak, AB’ye de girmek.

‘ZARAR’DAN VAZGEÇMEDİM

-Türkiye’de zamanını okuyarak geçirenler ve yazanlar hep zarardadır derken neyi kastediyorsunuz?

Bilimsel yapıtların en az okunduğu ülkelerden biriyiz. Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Ceza hukukunun babası İtalyan düşünürü Beccaria’nın ünlü yapıtı (Suçlar ve Cezalar), 1764’te yayımlandı. 1765’te Papaz Morellet, Fransızca’ya çevirdi. İki ülkede de baskı üstüne baskı yaptı. Kırk yıl içinde birçok dile çevrildi. Osmanlı’nın bir eyaleti olan Yunanistan’da 1802’de basıldı. Türkçe’ye 184 yıl sonra Fransızca’dan çevrildi. İki baskı yaptı. İki yüz kırk yıl sonra İtalyanca’dan çevrildi. En az 120 bin hukukçunun yaşadığı ülkede ancak bin tane alıcı bulabildi. Başka söze gerek var mı?

-Peki okuyan, yazan bir kişi olarak kendinizi ‘zararda’ gördüğünüz oldu mu hiç?

Evet, gördüm. Ama hiç vazgeçmedim. Halkıma borçluyum. Gücümün yettiğince yazarak, konuşarak bu işi sürdüreceğim. Biraz önce bir meslektaşım telefon etti. Bir olaya kızmış. Boş vermesini söyleyince bana çok hoşgörülü olduğumu söyledi. Tartışmalarda kişiliğime yıllarca saldırdınız; ama beni kızdırmayı başaramadınız diye cevap verdim. Bunun üzerine güzel bir itirafta bulundu: “Gerçekten haklısın. Seni kızdırmayı başaramadık.” Zira bana en çok saldıranlardan biri de o idi. Bu açıdan içim rahat. Düşünceyi açıklama özgürlüğünü uygulamaya geçirdiğime inanıyorum.

-“Bu nasıl kafa?” denemez diyorsunuz…

Denemez. Çünkü görüşler, düşünceler, inançlar kınanamaz. Kınamak, ilkelliktir.

-Düşünceden arındırılmış bir hukuktan söz edilebilir mi?

Hukuk bütün disiplinlerden yararlanır. Özellikle de felsefeden. Eğer matematik kafanız yoksa, iyi savunma yapamazsınız. Yorumda bocalarsınız.

SAMİ SELÇUK’UN ÇANKAYA KRİTERLERİ

-Nasıl bir cumhurbaşkanı görmek istersiniz?

Ulusal ve küresel değerlere, demokrasinin vazgeçilmez temel ilkelerine sahip çıkan, ve mümkünse en az bir yabancı dil bilen, dünyayı ve halkının titreşimlerini yakından izleyen, bunlara göre görüşler üreten, güvenilir kimliği ile ülkenin her köşesinde yaşayan bütün insanları kucaklayan, kutuplaştırmaları önleyen, kurumları ve insanları ortak noktalarda ve değerlerde buluşturabilen, kendisinin görüşlerine ters düşen insanların haklarını ve özgürlüklerini bile, hoşgörünün de ötesinde bir içtenlikle savunan bilge bir cumhurbaşkanını bulacağımıza inanıyorum.

“Hukukun, meşruluğun önemini darbeyle anladım. Cumhuriyet seçkinlerinin halka çok uzak olmalarını, halkı, değerlendirme yeteneğinden yoksun diye küçümsemelerini hiç onaylamadım. Halka sevdirecek yerde halktan soyutlayarak Cumhuriyete sahip çıkılmasını yadırgadım.”

Atatürk İsrail’e nasıl bakıyordu?/ Filistin’i Kim Sattı?

Atatürk İsrail’e nasıl bakıyordu?
Şimdi her konuda Atatürk adına konuştuğunu ve hareket ettiğini söyleyen her kesim Atatürk”ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeci ibretle okumalıdırlar”.
Siyasal şuur altı fundamentalist Yahudilik anlayışından beslenen İsrail ordusu ve işbirlikçileri Lübnan ve Filistin”de katliamlarına devam ederken maalesef Türkiye “İçimizdeki İsrail” marifetiyle kış uykusuna erkenden teslim olmuş gözükmektedir. Öyle ki, milletimizin haykırışının aksine iktidarın basiretsizlik ve korkudan dolayı kılı bile kıpırdamıyor. Devletimizin siyasal yönelişine ve çizgisine yön veren güç odakları, Evangelist ABD ve Siyonist İsrail”in belirlediği ve sınırlarını yine kendilerinin tayin ettiği “Real Politik” koşullar safsatası ile vakit geçirmektedirler.
İsrail muharref Tevrat-Tora”ya göre Tanrıyla uğraşan, güreşen, işte ayrı oturan, milletler arasında sayılmayan, tüm insanların kendileri için köle olarak yaratıldığı, Tanrı Yehova”nın seçkin kavmi, Onun öz çocukları konumunda olan bir millet. Bundan dolayı Yahudi inancına göre; “Orduların rabbi olan Yehova” İsrail halkının koyunları ve dahi Arz-ı Mev”ud (vaat edilmiş topraklar) için gentile (kafir) sınıfında sayılan, Yahudi ırkından ve inancından olmayan tüm milletleri kundaktaki bebeğe, çocuklara, kadınlara tavuklara, evcil hayvanlara, hatta nefes alan her canlıya kadar katletme, kanını içme yetkisi vermiştir. Öyle ki, bu bağlamda muharref Tevrat-Tora”nın Tensiye, Yeşu, Amos ve Hezekiel bölümlerinde kanı ve katliamı kutsayan çok sayıda sözde ayetler vardır. Evet İsrail böylesi bir dinsel inanca sahip. Humanist ve reformist kesimler hariç, en azından İsrail devlet aygıtını elinde tutan Ferisi kökenli Hahamlar ve azgın Siyonistler böyle düşünüyor. Bu zevata göre bir Yahudi asker için bir buçuk milyar Müslüman bile öldürülebilir. Zira bir Yahudi”nin kanı her türlü mukaddesatın ve İnsan haklarının üzerindedir. Bu yargımızı doğrulamak için Tevrat-Tora ve Talmud”a şöyle bir göz atmak bile yeter. Ancak iş burada bitmiyor. İçimizde köşe başını tutmuş Yahudi hizmetkarı çok güçlü hainler var. Bunlar bizi zayıf düşürmektedir. Yoksa İsrail bu kadar pervasız olabilir mi? Yukarıda tablosunu çizdiğimiz dinsel zemin üzerine oturan İsrail siyasal aklı ve muhayyilesinin içimizdeki temsilcileri, kripto Yahudiler, Sabatayistler ve bunların kulu ve kölesi durumunda olan bir takım köşe yazarları, sözde sanatçı müsveddeleri, bir kısım siyasetçiler, devletimizin en kritik makamlarına yerleşmiş bazı bürokratlar İsrail”in kendisinden daha tehlikeli bir işlev görmektedir.
Zira Türk milletinin ve devletinin yönetim kadrolarına sızan bu içimizdeki Müslüman ismi kullanan İsrailliler bugün bile laiklik, çağdaşlık, Atatürkçülük, özgürlük ve demokrasi maskesi altında gençliğimizi ve devletimizi kendi geleneğinden kopararak parçalamak istemekte ve bunun için medyadaki temsilcileri Filistin ve Lübnan, İsrail bombaları altında yanarken televizyonlarda en rezil programları ekranlara koymaktadırlar. Maalesef her yere sızmış bulunuyorlar. Şüphesiz bu sızma harekatında Roma İmparatorluğu dönemimde de bir Yahudi yerleşim merkezi olan Selanik ve hakeza Sabatay Sevi”nin doğum yeri olan İzmir, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti”ne sızmanın en önemli üssü olmuşlardır.
Fatih Sultan Mehmet”in doktoru Yakup Paşa”dan, Yasef Nasi ailesinden, Sabatay Sevi”den, Menderes”in MİT müsteşarı Behçet Türkmen”e, hatta Başbakanlık müsteşarı mason Üstad”ı Azam”ı Ahmet Salih Korur”a kadar ismini sayamayacağımız birçok dönme ve mason devletimizin en üst kurumlarında içimizdeki İsrail”in şaşmaz temsilciliğini yapmışlardır ve torunları vasıtası ile de halen yapmaya devam etmektedirler. Bu içimizdeki kripto İsrailliler, onların tavsiyelerini ve yaptıklarını hakikatin ve ilericiliğin kendisi sanan yerli işbirlikçiler sanatımızı, mimarimizi, edebiyatımızı, müziğimizi, ekonomimizi, siyasal aklımızı öyle bir tahrip ettiler ki, midemizden, makamımızdan, malımızdan ve köşeyi dönmeyi düşünmekten başka hiçbir şeyi düşünemez olduk.
Cemil Meriç”in ifadesi ile idraklerimiz hadım edildi. Sadece madden değil düşünsel, zihinsel ve siyasal anlamda da köleleştirildik. Bundan dolayıdır ki, Türkiye”de hangi iktidar iş başına gelse İsrail ve Amerikan ekseninden dışarı çıkamamakta, Mehmetçikleri vuran PKK”yı takip etmek için bile ABD”li ve İsrailli ağabeylerinden en azından telefonla izin almak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Sanki İsrail, Lübnan ve tapusunun elimizde olmakla övündüğümüz Filistin”de katliam yaparken kendilerine soruyormuş gibi.
Atatürk İsrail için ne düşünüyordu? Şimdi her konuda Atatürk adına konuştuğunu ve hareket ettiğini söyleyen her kesim Atatürk”ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği demeci ibretle okumalıdırlar. Ortadoğu”da bütün bir bölgede çıban başı olacak bir Yahudi Devleti”nin kurulma aşamasında olduğunu sezinledikten sonra “Filistin”e el sürülemez. Türkler bölgedeki yabancı işgali kabul edemez. Hz. Muhammed”in ve kutsal değerlerin hürmetine İslam”ın mukaddes topraklarının Yahudilerin ve Hıristiyanların nüfuzuna girmesine engel olacağız. Ordumuzun buna gücü yeter. Birinci Dünya Savaşı”ndan sonra Arap kardeşlerimizden uzak kaldık ancak onların aralarındaki karışıklıkları kimse bizden iyi bilemez.” demiştir Atatürk.
Evet, Mason localarını kapatan Mustafa Kemal Atatürk”ün kurulacak muhtemel İsrail devleti hakkındaki düşündükleri. Yani gerekirse mukaddes topraklar için savaşmayı ön görmektedir. Fakat ne yazık ki, İsrail devleti kuruldu ve bölge tam 58 yıldır kan, barut, gözyaşı ve katliam altında. Hemen belirtelim ki, Mustafa Kemal”in bu kararlı tutumunu benimsemeyen ve halen ABD ve İsrail ekseninden bir türlü çıkamayan Türkiye; eğer böyle giderse yakın bir gelecekte Siyonist İsrail ordusunu ve evangelist sömürgecileri fiilen güney sınırlarında bulacaktır. Zaten şimdiden güney sınırımızda kukla Kürdo/ Judea devleti kurulmadı mı? İlla İsrail ve ABD füzelerinin şehirlerimizde patlamasını mı bekleyeceğiz.
Milli Gazete -Lütfü ÖZŞAHİN31 Temmuz 2006 10:51
*******************************************************************************************************************
Filistin’i Kim Sattı?
Yahudilerin, Filistin’e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882’lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin’den para ile Yahudiler için Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, siyonizmin lideri Theodor Herzl’in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul’u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştır.(1) II. Abdülhamid Theodor Herzl’in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newslinski aracılığı ile Theodor Herzl’e şu ültimatomu göndermişti:“Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarının askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Musevîler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.(2)
“Filistin’i satmayız”
Fakat buna rağmen bugün olduğu gibi dün de Yahudiler Avrupa’da “Ermeni Meselesi”nde Türkiye’yi destekleyecek, Osmanlı’nın Avrupa’daki borçlarını ödeme girişiminde bulunacak, hatta 30 milyon sterlini bulan tüm Osmanlı borçlarını Filistin’e karşılık tasfiye etme ve ödeme girişiminde bulunacaklardı. Hiç olmazsa Hayfa dahil Akkâ sancağı kendilerine verilmeliydi. Fakat Osmanlı yetkilileri, buna karşılık, Yahudi girişimcilere ekonomik bazı imtiyazlar verebileceklerini, ama asla Filistin’i vermeyeceklerini söylüyorlardı. Washington’daki Osmanlı Büyükelçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899’da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte “Ceplerimize milyonlarca altın doldursalar, hükümetimiz Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir” diyordu. Ali Ferruh Bey aynı beyanatında, Filistin meselesinin ekonomik değil, siyasî bir mesele olduğunu, bu nedenle de Maliye Nezareti’ni ilgilendirmediğini söylemişti.(3)
Siyonistlere tedbir
II. Abdülhamid, sadece Siyonistlerin teklifini reddetmekle kalmamış, onlara karşı Filistin’e yerleşmemeleri için etkin önlemler de almıştı. Bu nedenle de büyük güçler nezdinde diplomatik girişimlerde bulunulmuş, Musevîlerin Siyonistleşmesini engellemeye çalışmış. Duhûliye Nizamları hazırlatmış, Siyonistlerin yabancı himaye elde etmelerini önlemek için çaba harcamış ve Filistin’den Yahudîlerin arazi satın almalarını yasaklamıştı. (…) 1867 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi Mûsevîlerin Kutsal Topraklar’da arazi almalarını engellemiyordu. 5 Mart 1883’de çıkarılan yeni kanun yabancı Siyonistlerin Osmanlı ülkesinde taşınmaz mal satın almalarını yasakladığı halde, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilere herhangi bir yasak getirmiyor, bu nedenle de yerli Yahudilere Siyonist örgütlerce para verilerek, bölgede önemli bir toprak parçasının Siyonistlerce satın alınması sağlanıyordu.
Filistin’i satanlar
15 Ağustos 1893’de üç Filistinli yöneticinin gönderdiği bir rapor, Filistin’de yaşananları, ihanet ve gafletleri bir bir ortaya koyuyordu. Raporu, Akkâ’nın eski Umumî Müdürü Nabluslu Muhammed Tevfik, Bihke’nin eski Reji Müdürü Muhammed Said ve Bihke’ye bağlı Bihar Nahiye Müdürü Beyrutlu Suphi Efendiler hazırlamışlardı. Bu iki sayfalık önemli raporu sadeleştirerek ve kısaltarak Filistin’i kimlerin sattığını merak edenlerin dikkatlerine sunmak istiyoruz.(4)“Romanya ve Rusya göçmeni Yahudilerin Osmanlı ülkesinde, özellikle Filistin’de iskânları, Filistin’e girmeleri ve burada arazi satın almalarının padişahın yüce emri ile yasaklandığı herkesçe bilindiği halde, bazıları özel çıkar ve menfaatleri, bazıları da bozguncu, zararlı fikir ve düşüncelerinin etkisiyle bu emre uymamışlardır. 1890 senesinde Yafa ve Hayfa kasabalarında Baron Hirscb’in adamları Mösyö Henger ve Mayer Zelyan aracılığı ile Yahudiler için toprak satın alınmış, Rus tebaası 140 aile Hayfa havalisine yerleştirilmişti. Bu işte onlara Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa, eski Hayfa Kaymakamı Mustafa Efendi Kanevetti, yeni Hayfa Kaymakamı Ahmed Şükrü, Akkâ Müftüsü Ali, Hayfa Belediye Reisi Mustafa ve Hayfa İdare Meclisi Azâsından Necip Efendi aracılık yapmışlardı. Bu ekip, düzenledikleri sahte mukavele ve belgelerle eski Adana Mutasarrıfı Şakir Paşa ve Cebel’i Lübnan ahalisinden Selim ve Nasrullahi’l-Havarî’nin vaktiyle 800 liraya aldıkları Hayfa yakınlarındaki mülkleri; Hazire, Dordore ve Nefbâte çiftliklerini 18.000 liraya satmış, ayrıca kendileri de 2.000 lira aracılık parası almışlardı. Bu satış sonrası bir gece içinde Hayfa Polis Memuru Aziz ve Zabıta Memuru Yüzbaşı Ali Ağaların marifetiyle Rus göçmeni 140 aile Hayfa sahillerindeki bu araziye yerleştirilmişlerdi. Padişahın iradesi (emri) nedeniyle arazi satışının yasak olduğunu çok iyi bilen Hayfa Belediye Başkanı Mustafa Efendi, selâhiyetini kullanarak sahte ve kadim (çok eski) tarihli bir ruhsatname ile burada 140 haneli yeni bir Yahudi köyü kurmuş, onlardan bir de vergi alarak yıllardır Osmanlı vatandaşı olduklarını belgelemeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen Mustafa Efendi güya bunların yıllarca Safed ve Taberiyye kazaları arasında bulunan “Mizrate’l-Hafize” köyünde asırlardır yaşadıklarını, ama nüfuslarının unutularak kaydedilmediklerini ileri sürerek onları Osmanlı nüfusuna kaydetmiş, 140 fakir Yahudi ailesinin altısından, birer mecidiye, toplam altı mecidiye, “nüfusa geç kaydolma” cezası almıştı. Böylece bir gecede 140 Yahudi aile Osmanlı vatandaşı olarak Osmanlı fakirlik ve ilmuhaberi verilerek birçok devlet hizmetinden bedava yararlanmaları sağlanmıştı.”Şikâyetçilere göre Hayfa ve Akkâ’da bu yolla Yahudilerin iskânı sürekli hâle ettirilmiştir. Bundan başka Baron Bilavaroş’un vefatıyla sahipsiz kalan Zemarin köyüne Yahudi koloniciler el koymuş, Baron Roşeyle yönetimindeki 700 hane Yahudi bu köye yerleştirilmişti. Daha sonra da her ne yapılmışsa yapılmış bu arazi Yahudilere Padişahın emrine aykırı olarak satılmıştı. Bu köyün çevresindeki Eşfiya, Emma’l-Altun ve Emma’l-Cemal adlı üç köy de bu arazinin içinde gösterilmiştir. 2-3 bin kuruş kıymetinde harap bir arazi, Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa tarafından 2.000 liraya Yahudilere satılmıştır. Hayfa ve Yafa arasında bulunan Hazine-i Hassa ile bitişik, dönümü bir kuruştan alınan Haşmezrezzake adlı 30 dönüm arazi, 30 bin liraya Yahudilere satılmıştı. Yine dönümü 3 kuruşa alınan beşbin dönümlük arazi de 15.000 liraya Yahudilere satılmıştı. Bu, şebekenin faaliyetlerini bütün bütün ortaya çıkarmıştı. (…) Yahudîlerin maddî fedâkârlıkları sonucu onlarla iyi geçinen yerel yöneticiler genelde onlara itibar etmiş, Müslümanlara fazla yakınlık göstermemişlerdir. Bunlardan biri olan Maykerî Nahiyesi Müdürü Çerkes Ali Ağa, Yahudilerin kalp akça bastıkları ihbarı üzerine Yahudî köylerine gidip soruşturma yapmak isteyince tahkir ve saldırıya uğramış, daha sonra da onların girişimleriyle azledilmişti. Onun gönderilmesinden cesaret alan Yahudîler bir takım silah ve mühimmat depolamaya, gizli eğitim kurumları açmaya ve kendilerini engelleyebilecek kişileri haps ve işkence ile yıldırmaya başlamışlardı.(5)
(1) Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar,İstanbul 1991, 3. Baskı, Çağ Yayınları, 55-63
(2) Yaşar Kutluay, Türkiye ve Siyonizm, İstanbul, 1973, s. 108-109
(3) Mim Kemal Öke, A.g.e., s. 91
(4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.AZJ. 27/39
(5) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.AZJ. 27/39 Bu yazı Tarih ve Düşünce dergisinden alınmıştır.
Kasım 27, 2006

Kaynak : http://kendihalinde.wordpress.com/