"Ordunun içinde ordu hatta ordular var!"

Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’den şok açıklamalar! “Ordunun içinde ordu var… Hatta ordular var.” diyen Türköne, yeni ulusalcıların ciddi operasyon gücü olduğunu anlatıyor. İşte Türköne’nin sarsıcı tespitleri…

İşte Türköne’nin Neşe Düzel’in sorulaına verdiği yanıtlar….

1980 darbesiyle ve onun anayasasıyla kurulan bu sistem kimin sistemi?

1980 öncesi de var bu sistemin. Kastettiğim o. Aslında Soğuk Savaş yıllarındaki sistem Türkiye’de hâlâ devam ediyor. Soğuk Savaş dünyada devletleri ve orduları çok ön plana çıkardı. ‘İllegal örgütlenmeler ve ideolojik savaş dahil, ordulara daha önce sahip olmadıkları kadar geniş bir hareket alanı açtı. Ve bizde ordu, Türk siyasi kültüründeki çatlaklardan da yararlanarak burada bir sistem kurdu ve bu sistemin ilk ürünü 27 Mayıs darbesi oldu. Bu sistem 27 Mayıs’la iyice yerleşti. İşte Türkiye hâlâ 27 Mayıs darbesiyle açılan o kulvarda ilerliyor. Ama biz, bir hata da yapıyoruz. Orduyla ilgili çok kolay genellemelere varıyoruz. Oysa ordu içinde ordu var. Hatta ordu içinde ordular var.

Ordu içinde ordu var ne demek?

27 Mayıs darbesi yapıldığında bir teğmen Genelkurmay başkanını tekmeliyor. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun darbeciler tarafından tutuklanıyor, hakarete uğruyor. Generaller genç bir teğmenin önünde ‘hazır ol’da duruyorlar. Bir yanda emir-komuta zincirine sahip bir kurum, bir ordu var. Diğer yanda, aralarında çete oluşturmuş ve darbe yapan bir grup subay var. Bu iki karşı şey Silahlı Kuvvetler’in içinde yer alıyor. Bu durum, bizim ‘ordu’ diye genellediğimiz, yekpare bir kurum gibi algıladığımız kurumun öyle olmadığını gösteriyor.

Bir ordu yekpare olmak zorundadır. Bir orduyu ordu yapan şey emir-komuta zincirinin işlemesidir, hiyerarşidir, disiplindir. Hiyerarşisi ve disiplini bozulmuş bir ordu çok tehlikeli değil midir?

Elbette çok tehlikeli bir şey bu. Zaten bu tehlikeli şey 27 Mayıs’ta Türkiye’nin başına geldi. Tabii ki ordu içinde orduların olması anormal bir durumdur. Zaten bu durum bize, bugün Türkiye’nin çektiği sıkıntıların sebebini ve sakatlığın nerede olduğunu gösteriyor. Ordu içinde ordunun, orduların olması Soğuk Savaş’ın eseridir. Nitekim 28 Şubat da Soğuk Savaş’ın mantığı, ideolojisi ve refleksleriyle yapıldı. 28 Şubat da, 27 Mayıs gibi ordu içindeki bir ordunun, yani bir çetenin, bir cuntanın yaptığı bir darbeydi. O zaman şu çıkıyor ortaya…

Ne çıkıyor?

Bizde bu çeteler 27 Mayıs’la başlayan bir gelenektir. Bu tür oluşumlar ordunun içinde her zaman var. Çünkü Soğuk Savaş’ın gergin ortamı Amerikan şemsiyesi altında askerlere özgür bir hareket alanı sağladı. İllegalite, kontrgerilla, gayrinizami savaş konsepti, Amerika ve NATO tarafından desteklendi ve bu durum, ordunun içinde bu tür çetelere, çeteleşmelere kanal açtı. Şimdi bu kanalın hâlâ var olduğu görülüyor işte.

Dünyada Soğuk Savaş bitti. İllegal güçler, kontgerilla Türkiye hariç bütün NATO ülkelerinde açığa çıkarıldı, tasfiye edildi. Türkiye’de kontrgerilla bitmedi mi? Ordu içinde ordular, çeteler bitmedi mi?

Geçen yıl gayrinizami savaş, Özel Harp Dairesi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’yla ilgili bir tartışma yaşandı. Genelkurmay resmi bir açıklama yaptı. ‘Bu birim, Soğuk Savaş yıllarında özellikle Sovyet yayılmasına karşı, gayrinizami savaşı örgütlemek için kurulmuştur. Çok önemli görevler yerine getirmiştir’ dedi. ‘Ama niye hâlâ var’ sorusunun cevabını vermedi Genelkurmay. Varlığını ve devam ettiğini kabul etti, gerekçesini de Soğuk Savaş’la açıkladı. ‘Peki kardeşim Soğuk Savaş bitti. Bugün bunun ne işi var’, sorusu cevaplanmadı. Silahlı Kuvvetler, Soğuk Savaş yıllarındaki kurumsal yapıyı devam ettiriyor. Yani çetelerin nefes alacağı, yerleşebileceği alanları içine alan bir sistemi sürdürüyor.

Evren’e dönersek… Baskıcı rejimin kendi kurucusundan bile şüphe etmesi aslında paranoyak bir yapıyı gösteriyor. Neden bu kadar büyük bir güvensizlik, korku var?

Çünkü Soğuk Savaş yıllarında oluşmuş, kurumlaşmış bu yapının ve alışkanlıkların artık tükendiği bir evrim yaşanmaya başladı Türkiye’de. Bu ideolojiyle ve araçlarla yol almak, siyaseti yönetmek, toplum üzerinde askeri bir vesayet kurmak imkânsız hale geldi. Bir istihbarat devleti kurmayı tasarlıyorlar ama bugünkü dünyada yapılamıyor bu. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu kanalıyla fişlemeler yapıldı, olmadı. Şimdi en son gazetecilerle ilgili hazırlanmış bir andıç ortaya çıktı. Bütün bunlar, bugünkü hayatın aklına da aykırı, zamana da aykırı. Hayat bugün öyle karmaşık ve zengin ki… Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi insanların ‘dostlar ve düşmanlar’ şeklinde sınıflandırılabileceği bir dünya değil bugünün dünyası. Bu iktidarı sürdürmek için ‘bölücülüğü ve irticayı’ araç olarak kullansanız da, bu askeri vesayet sistemini Soğuk Savaş yıllarındaki gibi sürdürmek imkânsızdır.

Niye?

Çünkü bugün böyle bir istihbarat devletini kurmanız ve yaşatmanız mümkün değil. 28 Şubat’ta bu yapılmak istendi. Hâlâ bu yapılmak isteniyor. Ortaya çıkan andıçlar bu zihniyetin sürdüğünü gösteriyor. Savaş meydanında tatbikat yaparken kuvvetleri ‘mavi kuvvetler-kırmızı kuvvetler’ diye ayırırsınız ve bunları savaştırırsınız ama bir toplumu mavi ve kırmızı diye ayıramazsınız. Ayırmaya kalktığınızda bile bunun için ciddi bir donanımızın olması gerekir. Askerlerde bu donanım yok. Olmadığı da gazetecilerle ilgili andıcı okuduğunuzda görülüyor zaten. 28 Şubat sürecinde yapılan fişlemelerde de durum aynıydı. Onların mantığıyla o kadar çok sosyal demokrat mürteci olarak fişlendi ki… Ayrıca 28 Şubat darbesi toplumu ikna etmek için kendisine ideolojik araçlar aradı ve ortaya tam anlamıyla Alman tarzı bir nasyonal sosyalizm çıktı.

Nasıl çıktı bu?

SS subaylarının kasaturalarında ve flamalarında yer alan ‘Sadakat şerefimizdir’ sözünü bile, bu Nazi sloganını bile taklit ettiler. İstanbul’da ordunun kışlalarının duvarlarına ‘Orduya sadakat şerefimizdir’ diye yazdılar. Böylece topluma, ‘Orduya sadakat göstermeniz lazım’ mesajını verdiler. Ordu sadakat odağı olamaz. Ordu devlete, vatana, millete, Anayasa’ya, demokrasiye sadakat göstermelidir. Onun varlık nedeni budur. Ama sistem bu işte…

Korkan ve korkutan bir sistemle mi karşı karşıyayız biz? Buradaki bütün toplumsal ilişkiler korkuya mı dayanıyor?

Toplum üzerinde baskı yaratan, insanları tehdit eden, korkutan illegal savaş teknikleri kullanan bir aparat çok güçlü bir şekilde hâlâ işliyor. Ve ordunun içinde iki eğilim çatışıyor. Bir yanda, statükoyu devam ettirmek isteyenler var. ‘Aman PKK siyasallaşmasın, elinde silah bulunsun ve arada sırada da eylem yapsın. Eylem yapsın ki, biz silahlı önlemlerle, askeri tedbirlerle Türkiye’nin bölünmesine engel olabilelim’ diye düşünenler var. Bu, statükoyu sürdüren bir düşünce. Şemdinli olayında yaşanan da buydu zaten.

Şemdinli olayı, PKK’yla savaş sürsün, askeri çözüm devam etsin diye mi yaşandı?

Eğer Şemdinli basit bir olay değil de iddia edildiği gibi bir organizasyonun eseriyse… Şemdinli olayı, ‘Eğer PKK yapmıyorsa, PKK terörünü de biz yaparız, PKK terörünü bile biz yaratırız’ şeklinde bir mantığın eseriydi. Türkiye’nin Kürt politikası iflas etti. Askerlerin eseri olan Kuzey Irak politikası da iflas etti. Bu politikalarla hiçbir yere gidilmiyor. Bu iflası da belgeleyen aslında PKK’nın kendisi oldu. Ateşkes ve ardından silah bırakma tartışmaları, herkesin mevcut durumu, statükoyu sorgulamasına yol açtı. Eğer siz Kürt sorunu için ‘askeri çözüm’ diye direniyorsanız, PKK’nın silahlı kalkışmaya devam etmesi lazım. Yoksa öbür tarafta siyasetin konuşulduğu, Kürtlerin barış ortamında taleplerini, farklı siyasi çözümleri önerdiği bir evre geliyor.

Orduda iki eğilim çatışıyor dediniz. Diğer eğilim ne diyor?

Diğer yanda, bu statükoyla vatanın ve milletin korunamayacağını, ordunun gücünü, itibarını muhafaza edemeyeceğini görenler var. Genelkurmay’da hazırlanan andıçın, 28 Şubat’taki andıç gibi gazetecilere sızması bu çatışmanın sonucu olsa gerek. Evren, ‘Artık Soğuk Savaş kurgularından vazgeçip yeni şartlara ayak uydurmak, açılımlar yapmak gerekir’ diyor. MİT Müsteşarı da Evren gibi statükoyu eleştiriyor. ‘Bugüne kadar izlenen politikaları gözden geçirmek gerektiğini’ söylüyor. Bu arada MİT’in doğrudan PKK’yla mücadele etmiş emekli müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de devletin Kürt politikasının yanlış olduğunu, değişmesi gerektiğini açıklıyor. Mehmet Ağar ‘dağdakilerin düz ovada siyaset yapmasını’ istiyor. Birbirine benzeyen bu çıkışlar tesadüf değil.

Peki, Evren’i bile korkutan bu sistemin temsilcisi kim? Kim bu yapıyı temsil ediyor?

Statükoyla birlikte yaşayan karanlık bir bölge bu. Soğuk Savaş döneminde gayrinizami savaş tekniklerini kullanmak için kurulan, örgütlenen ve kendisini hukukla pek sınırlı saymayan ve kanun dışı yöntemleri hâlâ kullanabilen bir yapı bu…

Kontrgerillayı, Özel Harp Dairesi’ni tarif ediyorsunuz siz.

Özel Harp Dairesi… Özel Kuvvetler… Muhtemeldir ki, bunun istihbarat teşkilatında da uzantıları var. Bu gücün hâlâ ciddi bir operasyon yeteneği var. Nitekim Kuvayı Milliye dernekleri diye yapılar ortaya çıkarıyorlar. Bunların ‘yeni ulusalcılık’ diye bir ideolojisi var. Yeni ulusalcılık, bu gayrinizami yapının, bu çeteleşmenin ürediği yapının ideolojisidir. Toplum içindeki gerginlikleri, kutuplaşmaları, düşmanlıkları kullanan, psikolojik harekâtlarla toplum mühendisliği projeleri yapan ve sivil uzantıları da olan güçler bunlar. Şunu hatırlayın… 28 Şubat’ın öne çıkan bütün generalleri karargâh subaylarıydı. Sahada kıtalara komuta eden, PKK’yla mücadele eden muharip sınıftan general yoktu aralarında.

Bu, neyi gösteriyor?

Orduda iki farklı dinamiğin işlediğini ve bunlar arasında ayrışma olduğunu gösteriyor bu. Ordunun bir asıl bünyesi var. Bir de illegaliteye açık olan karanlık bir bölgede ordunun kurumsal kimliğini kendi iktidarı için kullananlar, statükoyu sürdürenler var. Şemdinli’de, Atabeyler, Ergenekon, Sauna gibi çetelerde ortaya çıkan hep bu yapı işte.

Bu ülkede, devletin en tepesindekiler de dahil kendini güvende hisseden kimse var mı?

Yok. Yaşadıklarımıza bakarsak, kimse kendini güvende hissedemez.

Askerler Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında değiller mi?

Soğuk Savaş 18 yıl önce bitti ama asker için bitmedi. Asker için bitmediği için bizim için, Türkiye için de bitmedi Soğuk Savaş. Totaliter bir ideolojiye yaslanan, otokratik, hiyerarşik bir yönetimi kurgulayan, istihbarat devleti ile varlığını sürdürmeye çalışan Soğuk Savaş anlayışı hâlâ devam ediyor. Askerler Soğuk Savaş’ın alışkanlıklarından vazgeçemiyorlar. Bu alışkanlıkların sürdüğünü, fişlemelerde, istihbarat devleti kurma teşebbüslerinde görüyoruz. Çünkü Soğuk Savaş, devletin tek sahibi olma, siyasal alana ve topluma müdahale etme, ideolojiler üretme imkânını sağlıyordu onlara. Oysa askerin siyasete karışmasını önlemek, Atatürk’ün en titiz olduğu konuydu.

12 Eylül ülkedeki güvensizlik ortamını iyice sağlamlaştırdı. Ama daha önce de büyük bir güven yoktu toplumda. Bizim toplumumuz nerede sakatlandı?

27 Mayıs’ta sakatlandı. Halk aşağılandı, devletle halk arasına mesafe girdi. Ülkede geliştirilen demokratik tecrübe bıçakla kesildi. Halka dönüp, ‘senin seçtiğini biz asarız’ dediler. 27 Mayıs, halka verilen bir mesajdı. Türkiye’de birçok şeyin dönüm noktası 27 Mayıs’tır.

Toplumu doğal mecrasından çıkardı.

Devlet, hiçbir vatandaşına güvenmiyor mu?

Silahlı gücün mantığı şudur. Siz bir düşman ve tehlike olduğu için silahlı güce ihtiyaç duyarsınız. Dolayısıyla silahlı güç de kendi durumunu meşrulaştırmak için habire düşman üretir. Askerler hep ‘Cumhuriyet tarihinin en tehlikeli dönemecinden geçiyoruz’ derler. Genelkurmay Başkanı daha yeni Amerika’da söyledi bunu gene. Bu söz, kalıp halinde her yıl, her ay tekrarlanır bu ülkede. Askerin memleket her an bölünebilir, parçalanabilir retoriğine, edebiyatına şiddetle ihtiyacı var. Çünkü kendi varlığını meşrulaştıracak bir altyapıyı kurması lazım. Düşman üretmesi lazım, sonra da bu düşmanın olduğuna inanması lazım.

Yeni bir fikir nasıl cezalandırılıyor bu toplumda? Sadece yargı yoluyla mı yoksa başka metotlar da var mı? Evren neden korktu mesela? Yargıdan mı yoksa başka bir şeyden mi?

Evren’inki cezalandırılma, öldürülme korkusu değil. İtibarını, saygınlığını kaybetme korkusu bu. 28 Şubat’ta Doğan Güreş’e yaptılar bunu. Genelkurmay’dan telefonla arayan askerler, Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir orgenerale ‘Doğan bey’ diye hitap ettiler. Mesela yeni fikirlerin ortaya çıkacağı yer olan üniversitelerde de, eğer tuzunuz kuru değilse, yeni bir fikir ileri süremezsiniz. Sürdüğünüzde, Prof. Atilla Yayla’nın başına gelenler başınıza gelir. Vatan haini, bölen, parçalayan ilan edilirsiniz.

Yeni fikirlere böyle tepki duyarak dünyayla nasıl ilişki kuracağız?

Statükonun, bu askeri vesayet düzeninin kendisi için artık denizin bittiğini fark etmesi gerekiyor.Yaşanan sıkıntı da bu zaten. Bazı şeyler çöküyor işte… Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, Kürt politikası iflas etti. Kıbrıs, Annan Planı çerçevesinde hükümet bir açılım yaptı da bir nefes alma şansına sahip oldu. Statükonun ürettiği çözümler, demek ki Türkiye’yi bir yere götürmüyor. Sadece zaman ve enerji kaybettiriyor. Bu korku iktidarıyla artık Türkiye’nin ulusal çıkarları korunamıyor. Sistemin çöktüğünü sistemin parçaları söylüyor. Evren söylüyor, MİT Müsteşarı söylüyor. Mehmet Ağar söylüyor. Bu düzeni devam ettirmek mümkün değil. Ben bu konuda çok umutluyum.

Niye umutlusunuz?

Türkiye’de milletin ve devletin çıkarlarını koruyan güçlü bir ‘devlet aklı’ var. Türkiye bu statükoyu devam ettirerek çıkarlarını koruyamaz. İşte devlet aklı bunu görür. Ayrıca Tayyip Erdoğan ya da AK Partili birinin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi de, bu statükonun değişmesi ve hükümetle uyumlu bir politika üretecek olması açısından önemli bir fırsat olacak.

Neşe Düzel-Radikal

Bir avuç ölüm: “Atom”un önlenemeyen öyküsü

Atom kötü değil! O sadece bir madde. Kötü ya da iyi olmasına insanoğlu karar veriyor. Nükleer silahlar uyuşturucu bağımlılığı gibi… Bir defa yapmaya başladığınızda kendinizi durduramıyorsunuz.

Soğuk Savaş döneminde ve hatta devamında üretilen nükleer başlık sayısı (2002 de bile 30 binin üzerindeydi) yerküreyi bir kaç defa yok edecek güce ulaşmıştı. Elbette bu paradoks yeni/modern üretimleri hiç engellemedi. Hoş, Hiroşima ve Nagazaki rezaleti bile engellenememişken… Atom bombasının ve türevlerinin öyküsü; bir yandan bilimin ilginç bir kronolojisini sunarken öte yandan tarihi, politik, ekonomik ve askeri bir düzlem de yaratıyor. Nihayet insanlığın dizginlenemez hırslarını da-akl-ı selim bir bakışa sahipseniz-özetliyor. Atom kötü değil! O sadece bir madde. Kötü ya da iyi olmasına insanoğlu karar veriyor. Bu kararın her zaman doğru olmadığının masalını ise herkesin-yeniden-bilmesi gerekiyor. Yani çıkacak kıssadan hisseye göre masalın sonunda gökten ne düşeceğine yine biz karar vereceğiz.

“Şişman” ve “Ufaklık” kadar ünlü olamadı fakat ailenin en büyük çocuğu oydu aslında… Matrix yapımcıları ismi ondan mı çaldılar bilinmez ama “Manhattan Projesi”nin ilk atom bombası “Trinity”di… 16 Temmuz 1945’de New Mexico-Alamogordo’ya atıldı ve-kardeşlerinin tersine-kimseyi öldürmedi! “Little Boy” ise 6 Ağustos 1945’de ilk anda 200 bin kişiyi yok etti. Hiroşima ile birlikte! Uranyum’lu ilk atom bombasıydı. “Fat Boy” da onun izinden gitti. Plütonyum’u Nagazaki’yi yok etti. Kısa süre önce “hepsinin ölüm gününü” idrak ettik. İnsanlığın yarattığı en rezil silahın 70. yılını!

Günümüze kadar-fizyolojik, psikolojik, sosyal ve politik-etkilerini sürdürmüş olsa da, Atom Bombası gibi bir silahın yeniden ve yeniden üretilmesi hırsından vazgeçilmiş değil. Yarattığı yıkımın çapı, hemcinslerinin yapımı bir yana, “daha iyilerinin” binlerce kez imalini de engelleyemedi.

Gerçekte Atom Bombası’nın hakimiyeti o kadar da uzun sürmedi. İlk kez kullanıldığı 1945 yılından kısa süre sonra “popülerliğini” yitirdi. 1950’lerin ilk yıllarında termo-nükleer bombaların geliştirilmesiyle, atom bombaları stratejik silahlar olmaktan çıkıp taktik silahlar sınıfından sayılmaya başlandı. H Bombası ya da Hidrojen bombası olarak bilinen nükleer stratejik silahlar 60 megatona kadar çıkarılabilen tahrip gücüyle dünyanın yeni kabusu oldular. İki silah arasındaki temel fark basitti… Atom Bombası’nda ağır bir atom çekirdeğinin daha hafif iki çekirdek oluşturacak biçimde bölünmesiyle ortaya çıkan enerjiden yararlanılıyordu. Hidrojen bombasında tersini yaptılar! SSCB’nin 1961’de denediği termo-nükleer bomba Hiroşima’ya atılandan 4 bin kez daha güçlüydü. Bundan sonra da ipin ucu zaten kaçtı.

Nuke!..

Bu türden ilk bomba 1952’de ABD tarafından test edildi. Ardından da SSCB, İngiltere, Çin ve Fransa bu silahı üretti ve kullandı. 1980’lerin sonunda yerküre üzerinde 20 binden çok termo-nükleer bomba bulunuyordu. Bu saçma sapan üretimin rakamsal değerlerinden çok daha tatsız bir gelişmeye de neden oldu bu cins bombalar. Güçleri daha az olmasına rağmen (100 kiloton ile 1.5 megaton arasında) bu bombaların küçük boyları (!) stratejik füzelere ve kıtalararası balistik füzelere yerleştirilmeye başlandı. Bir kaç metre uzunluğundaki bu bombaların dünyanın etrafını 20-25 dakikada dolaşabilecek hızda balistik füzelere irtibatlanması dünyanın huzurunu “topyekun” kaçırdı. Gelişen bilgisayar sistemleri bu füzelerin hedef sapma oranlarını da yok denecek kadar aza indirdi. Böylece herkesin evinde huzurlu oturma günleri sona erdi.

1950’lerden başlayarak 70’li yıllara doğru zirve yapan bu türden silahların yayılmasının engellenmesi çalışması çoğu zaman anlamlı bir sonuca ulaşmadı. Tamamen işe yaramadı demek doğru olmaz belki ama herkesi tam olarak tehtid eden bu silahların varlığına son nokta bir türlü konulamadı. 1957’de IAEA kuruldu. Atom Enerjisi Ajansı ülkelerin bu yoldaki girişimlerini denetlemeye başladı. 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) imzaya açıldı ama getirdiği sorumluluklardan “o güne değin nükleer silah üretmiş olan ülkeler” muaf tutuldu. Ne işe yaradı diye sorulabilir ama nükleer silahı olmayan ülkelerin bu silahları yapmasının önüne geçilmesi arzulandı. Tabii bu anlaşmayı imzaladılarsa. Böylece NPT bir güvenlik anlaşması olmaktan çok politik dayatma olarak kaldı.

Türkiye doğal Uranyum rezervlerine sahip bir ülke olmasına rağmen bu pisliğe hiç bulaşmadı. Ama topraklarından uzak tutmayı başaramadı. 1959’da Türkiye ve İtalya gibi NATO üyesi ülkelerin SSCB’den gelebilecek saldırılara karşı nükleer şemsiye altına alınması isteğiyle buralara füzeler yerleştirilmesi kararı alındı ve uygulandı. Çok uzun yıllar sonra, 2006’da, İran kirizi nedeniyle yeniden gündeme gelen nükleer kriz sırasında İnciklik Üssü’nde çok sayıda ancak küçük kuvvetlerde nükleer bombaların bulunduğu gazetelere yansıdı.

Soğuk Savaş döneminde iş gitgide nükleer denge meselesine ve süpergüçlerin hakimiyet kavgasına dönüştü. Sürekli olarak nükleer balistik füze üretildi ve her tarafa yerleştirildi. 1980 ortalarında toplam nükleer silah sayısı 65 bin rakamını aştı. Dünyayı birden çok kez yok edebilecek bu gücün anlamsızlığının herkes farkındaydı ve nükleer bir savaştan kimsenin paçasını kurtaramayacağı biliniyordu. Yine de hız kesilmedi.

SSCB çöktüğünde nispi bir rahatlama oldu. En azından-ne işe yarayacaksa-yeni nükleer silah yapımı düştü. O zaman kadar gelen “azaltma” anlaşmaları moral buldu ve bu silahlar yavaş yavaş yok edilmeye başlandı. 2002 yılında toplam rakam 20 binin biraz üzerindeydi. Sevindirici olmakla birlikte bu tür silahların bini ile yüz bini arasında bir fark olmadığı hala anlaşılmış değil.

Yakın zamana kadar başta ABD olmak üzere bir çok ülke yeni nesil nükleer silahlar ve balistik füzeler üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Sadece ABD’nin bu alana ayırdığı yıllık bütçe 6 milyar dolar. Rusya yeni gelişmelere sıcak bakmıyor ama ama aynı soğukluğu elindeki füzelerin imhası fikrine de gösteriyor. İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde bir değişiklik görülmezken, Uzak Asya’da Kuzey kore ve Çin çalışmalarını sürdürüyor. Ortadoğu ise malum olduğu üzere fırsat kolluyor.

Ek bilgiler…

NÜKLEER ÖLÜM

Plütonyum 239 ya da Uranyum235 izotopları gibi ağır element çekirdeklerinin bölünmesiyle açığa çıkan enerjiden kaynaklanan büyük patlayıcı güç Atom Bombası’nı oluşturuyor. Bu bölünme, çok hızlı bir zincirleme tepkime içinde bölünebilir çekirdeklerin nötronlarla bombardımanı ile başlatılır. Bir atom bombasının gücü, kimyasal patlayıcalarla yapılmış aynı boyuttaki bir bombayla kıyaslanamayacak denli büyüktür. Patlama esnasında, şok dalgaları ve rüzgar basıncıyla şarattığı etkinin yanı sıra; ısı, ışık veöldürnücü radyasyon yayar. Nükleer silah üretmek, nükleer enerji üretmek için gerekli tesislerin ve bilgilerin ötesinde bilgi, beceri, tesis ve malzeme gerektirmektedir.

Nükleer silahın en temel girdileri, yüksek oranda zenginleştirilmişuranyum (HEU) ve Plutonyum’dur. Bir nükleer silahta kullanılacak uranyumun en az 20 kilo kadar ve yüzde 90’lar seviyesinde zenginleştirilmiş U-235 izotopu içermesi gerekmektedir.

Ancak U-235 izotopunu, doğal oranı olan binde 7’den yüzde 90’lara çıkarmak, yani zenginleştirmek son derece zor ve pahalı teknolojileri gerektirmektedir. Bu teknolojilerin kullanıldığı tesisler çok yüksek oranda enerji sarfederler ve geniş bir alana yayılırlar. Daha az alanda kurulabilen ve daha az enerji tüketen, örneğin, lazer kullanılarak izotop ayırımı yaparak zenginleştirme teknolojileri ise, henüz deneme aşamasındadır ve ancak çok gelişmiş bir kaç ülkenin imkan ve kabiliyetleri dahilindedir. Nükleer silahta kullanılan diğer madde Plutonyum’dur (Pu-239) ve her tür nükleer reaktörün atıklarında belli oranlarda bulunur. Plutonyum, nükleer reaktörlerde enerji üretimi sırasında kullanılan yakıt içindeki U-238 izotopunun bir kısmının nötron ışınlaması sırasında bir nötron kaparak yeni bir bölünebilir elemente (U-239 / Pu-239) dönüşmesiyle yapay olarak oluşur. Plutonyum atık yakıt içinden ancak kimyasal ayrıştırma yoluyla elde edilebilir ve nükleer silah yapımında direkt olarak kullanılabilir. Plutonyum ayrıştırma işlemi son derece ileri teknoloji, bilgi ve tesis gerektirmektedir ve dünyada ancak 10 kadar ülke bu imkana sahiptir.

YA ŞİMDİ OLSA!

Hiroşima ve Nagazaki dışında savaş nedeniyle kullanılmış bir nükleer silah örneği bulunmuyor. Testlerse kısıtlı sonuçlar veriyor. Yine de modern nükleer silahların bir şehre atılması halinde nasıl bir sonucun ortaya çıkabileceği “aşağı-yukarı” kestirilebiliyor. Burada önemli noktalardan birisi şu. Hiroşima’ya atılan atom bombası 12.5 kiloton gücündeydi. Bugün kıtalararası balistik füzeler bile bunun 20 katına yaklaşık güce sahip. Haliyle nasıl bir etki ile karşılaşılabileceği “tam” bilinemiyor. Bilinen kesin bir felaketin yaşanacağı.
Bunların dışında bir nükleer saldırıya uğranıldığında ilk karşılaşılacak etkiler açık… Saniyenin onbinde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi gözleri kör eden bir ışık oluyor. Ardından gelen 300 bin °C’lik ısı etkisi yaklaşık 3 km çapındaki her şeyi yakıyor. Daha sonra patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte 1800 km ile esen alev rüzgarı çevredeki her yükseltiyi dümdüz ediyor. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde şehir yok oluyor. Ve bu etkiler henüz atom bombası ile ilgili!

Hidrojen bombalarının-aynı ağırlıkta olsalar bile- etki alanı yarıçapı atom silahlarının 2,5 katı. Bu kaba hesaba göre ilk 7 kilometre içinde herşey ilk anda yanacaktır. Bir nükleer infilakta, ilk önce-silahın kudretine göre yarıçapı değişen-bir ateş topu ortaya çıkar. Ateş topunun merkezindeki ısı güneşteki ısıdan 2-3 defa daha fazladır. Ani Etkiler; Isı, Işık, Ani Nükleer Radyasyon ve Basınç olarak ortaya çıkar ve bir thermo nükleer silahta ilk 7 kilometreye hakim olur. Kullanılan kilotona göre değişiklik gösterse bile kesin olan bu alanda canlı ve ayakta hiçbir şeyin kalmayacağıdır., Kalıntı Etkiler ise daha sonra ortaya çıkar. Nükleer infilakın bütün etkilerini 100 kabul edersek, bu etkilerden: %35’i Isı (Işık ile birlikte gelmektedir), %5i Ani Nükleer Radyasyon, %45’i Basınç, %15’i Kalıntı Etki (Radyoaktif Serpinti) olarak karşımıza çıkar.
Bir nükleer patlama, örneğin nüfus yoğunluğu olan bir şehir üzerinde muazzam bir hasara neden olur. Hasarın derecesi patlamanın merkezine (hiposentr veya yer-sıfır noktası olarak da adlandırılır) olan uzaklıkla değişir. Patlamaya yakınlık derecesiyle hasar artar.

Sıfır noktasında yüksek sıcaklık (300 milyon santigrad derece) neticesinde her şey buharlaşır. Merkezden uzaklaştıkça ölüm ve yaralanmaların büyük bir kısmı, ısı dolayısıyla yanmalar, şok dalgasının yıktığı veya uçurduğu binaların kalıntılarından ve yüksek dozdaki radyasyonun sebep olduğu akut-maruziyettendir. Patlama sahasının ötesinde, ölüm ve/veya yaralanmalar ısı, radyasyon ve ısı dalgasının sebep olduğu yangınlardır. Bu da yaklaşık bir 5-7 kilometre daha demektir. Uzun-vadede, radyoaktif serpinti rüzgarların da yardımıyla daha geniş bir alanı etkiler. Radyoaktif serpinti içindeki parçacıklar su kaynaklarına karışır ve çok uzaklardaki insanlar bu parçacıkları solur veya su ve yiyecekler ile sindirir.

Nükleer patlama kadar doğrudan ölümcül bir etkisi olmasa da çevresel etkileri son derece zararlı olabililir. Nükleer ateş topunun yüksek sıcaklığı ani genleşmeyi müteakip ani soğuma atmosferde bulunan oksijen ve azottan dolayı çok miktarda azot oksitler oluştururlar. Patlayıcının her bir megatonu 5000 ton azot oksit oluşturur. Yüksek tahrip güçlü patlayıcı (fazla megaton) ile yükselen ateştopu bu azot oksitleri stratosfer tabakasına ve dolayısıyla ozon tabakasına taşıyabilecektir. Bir dizi patlama ozon tabakasını önemli ölçüde azaltabilir.
Bir bombanın tahrip gücü, patlama sonucu çevreye eşit derecede zarar verecek kimyasal bir patlayıcı olan trinitro-tolüen’ in (bilinen ismiyle TNT) ağırlığı cinsinden verilir. Kimyasal patlayıcıların çevreye zararı ile nükleer bir patlayıcının vereceği zarar arasında binler veya milyon mertebesinde bir fark vardır. Örneğin, Amerikan Minuteman-III Kıtalar Arası Balistik Füzesi içinde bulunan, her biri 170 kt gücünde, ağırlığı yaklaşık 400 kg’ dan az olan W62 nükleer başlıkları, patlama sonucu 170 bin ton TNT’ye eşdeğer bir enerji açığa çıkarırlar. Diğer yandan, dünyadaki en güçlü nükleer bombalar, Çinlilerin CSS-4 sistemleri olup; güçleri 5-10 Mt (5-10 Milyon ton TNT’ ye eşdeğer) ağırlıkları 5 tondan azdır. Böyle bir silahın kullanılması halinde mesafe/hasar tespitinin 20km’den başlayacağı tahmin edilmekte.

Nedret ERSANEL
nedretersanal@superonline.com

Devrimden Önceki Rusya ve Sovyetler Birliği:

9. yüzyılda, İskandinavya’dan gelen Viking kabileleri güneye, Avrupa Rusyası’na doğru, Baltık ve Karadeniz’e bağlanan ana su yollarını takip ederek hareket etmişlerdir.
13. yüzyıldaki Moğol istilasına kadar devam eden ilk monarşik hanedan Kiev’i başkent yapmıştır. Asya kıtasına yayılan Moğol İmparatorluğu birkaç topluluğa ya da bireysel krallıklara bölünmüştür; Rusya, Altınordu Hanlığı hükümranlığı altına girmiştir. Sonraki iki sene boyunca Moskova, eyalet başkenti ve Hristiyan Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olarak sürekli gelişmelere sahne olmuştur.

15. yüzyılın sonlarında Moskova prensi III. Ivan, kuzeyde Novgorod Cumhuriyeti de dahil Rusya’nın önemli yerlerini ilhak etmiş ve böylece ilk ulusal egemenliği kurmuştur. Torunu IV. Ivan (daha çok Korkunç İvan olarak bilinir), daha sonra devleti güneye ve Sibirya’ya doğru genişletmiştir. İvan “çar” (sezar’dan alıntılanmıştır) lakabını ilk kullanandır. 1500 ve 17. yüzyılın ortaları arasındaki dönemin siyasi tarihini çar ile boyarlar olarak bilinen zengin, güçlü ve asil toprak sahipleri arasındaki mücadeleler karakterize eder.

Rus İmparatorluğu yavaş yavaş güneye, Hazar Denizi’ne ve Sibirya’nın güneyine doğru yayılmaya başlamıştır. 17 ve 18. yüzyılların en önemli yöneticileri, Rusya’yı Avrupa’nın lider gücü haline getiren Deli Petro (1682-1725) ile Petro tarafından başlatılan saldırgan dış politikayı devam ettirirken aydınlanma despotizmi politikası izleyen zeki ve enerjik bir yönetici olarak kabul edilen Katherine (1762-96)’dir.

19. yüzyılın ilk çeyreğinde Çar I. Aleksandr döneminde, çoğu insanın egemenliği altında yaşadığı serflik sisteminin parçalanmasına yönelik ilk adımlar atılmıştır. Bununla beraber bu girişim Napolyon’un Rusya’yı işgal etmesiyle kesintiye uğramıştır. 1812’de Napolyon’un ordusu Moskova’dan çekilirken yok edilmiştir. Aleksandr’ın halefleri imparatorluğun Kafkasya (şimdi Gürcistan) ve Ermenistan’a doğru olan yayılışını tamamlamışlar ve İngiltere ile Orta Asya’nın etki alanlarına bölünmesi konusunda anlaşmaya varmışlardır. 1840’larda Sibirya’nın çoğu ilhak edilmiş, fakat 1905’e kadar doğu ve güneye kadar olan genişleme (BDT’nin az ya da çok öncülerini oluşturarak) tamamlanamamıştır.

Rusya iç politikası muhafazakar yapısını sürsürmüştür: Siyasi ve ekonomik reform sadece baskı ile uygulandı. 1917 Şubat ayı itibariyle Rusya, halk tarafından yapılan çok geniş saldırılara, ayaklanma ve ordu isyanlarına sahne oldu ve Çar tahttan inmeye zorlandı. Kontrolü ele geçiren geçici liberal hükümet, aynı yılın Ekim ayında Bolşevik darbesiyle saf dışı edilidi. Bolşevikler (çoğunluk taraf), 1898’de kurulan Sosyal Demokrat Parti’nin en radikal koluydu ve rejime düzenlenen organize muhalefetin çoğu bu grup üzerine yoğunlaşmıştı. Daha çok Lenin olarak bilinen Vladimir Ivan Ulyanov’un liderliğinde devlet kontrolüne toprak, sanayi ve finans sağlayarak yerlerini sağlamlaştırmak istediler. İki yıl içinde, Avrupa’dan destek alan ve Çarlık rejiminin tekrar kurulmasını isteyen sağ kanat Beyaz Ordu’nun askeri ayaklanması bertaraf edilerek Bolşevikler kontrolü ele geçirdiler.

1924’te Lenin’in ölümünden sonra sanayileşme ve tarımın zorla kollektivize edilmesi programı izleyen Josef Stalin yerini aldı. Bu dönemin ayırt edici özellikleri arasında açlık ve kitlelerin tasfiye edilmesi vardır. 1941’de, 1939’da Hitler’le bir barış imzalanmış olmasına rağmen Rusya Nazi Almanyası tarafından işgal edildi ve bu da Rusları savaşa itti. Napolyon’unkiler gibi, Hitler’in orduları da Ruslar’ın büyük kayıplar vermesi pahasına (yaklaşık 20 milyon olarak tahmin edilmektedir) da olsa saf dışı edildi. 1950’lerin başındaki büyük yeniden yapılanma çabalarıyla savaşın yol açtığı zararların büyük çoğunluğu telafi edilmiştir.

Bu süre içinde SSCB ilk atom bombasını 1949’da patlatarak dünyanın ikinci nükleer gücü olmuş ve Doğu Avrupa’da komünist kontrolündeki hükümetlerin tampon bölge oluşturmasına destek olmuştur. Rejimlerin ara sıra vaki olan istikrarsızlıkları SSCB’yi iki kere askeri müdahaleye sevk etmiştir: 1956’da Macaristan ve 1968’de Çekoslovakya. Dış politikayı ise ABD ile olan ve “Soğuk Savaş”ın sınırsız düşmanlığının damgasını vurduğu ilişkiler belirler. Her iki taraf da 1962 Küba kriziyle nükleer savaşın eşiğine gelmişlerdir. O sıralarda Sovyetler Birliği, Stalin’in haleflerinden, 1956’da Stalin’in zulmünü göstererek Komünist Parti’yi şok eden Nikita Krushchev’in elindeydi. Krushchev döneminde olumsuz Çinle dünya komünist hareket birliğini kıran olumsuz münasebetler gerçekleşmiş ve o dönemden beri iki ülke arasında sürekli anlaşmazlık devam etmiştir. 1964’te Krushchev’in yönetimden ayrılmasıyla 1982’ye kadar devlet Leonid Brejnev tarafından yönetilmiştir. Geçmişe baktığımızda Brejnev dönemi, ülke içinde atalet ve durgunlukla beraber uluslararası ilişkiler bazında istikrar ve rahatlama (her ne kadar Afganistan’a asker gönderdiyse de) dönemi olarak görülebilir.

Sovyetler Birliği’nin sonuncu Komünist Parti Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov 3 yıllık bir genel sekreterlik fetret döneminden sonra 1985 Martı’nda başa geçmiştir. Gorbaçov sadece toplumsal, siyasi ve ekonomik reformlar ile nükleer silahların kontrolü konusunda değil, bölgesel politikalar ve Üçüncü Dünya ülkeleriyle olan münasebetler konusunda da dışarıya karşı toptan diplomatik hücuma geçmiştir. Gorbaçov’un ilk başarılarından biri Aralık 1987’de imzalanan ve süper güçlerin silahlanmasını büyük ölçüde azaltan Ara Nükleer Güçler anlaşması olmuştur. Diğeri ise, son Rus güçlerinin Afganistan’dan on yıllık bir savaştan sonra ayrıldığı sırada, 1989’un başında, Amerika’yla olan eski bir anlaşmazlığın halledilmesidir. İçeride Gorbaçov’un programı perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) gibi slogan kavramlar üzerine odaklanmıştı. Glasnost politikasının temelinde, daha önce halktan gizlenen yönetim hatalarına ve siyasi yanlışlıklara dikkat çekme konusunda önemli rol oynayan medyanın liberalleşmesi vardı. Gorbaçov başa geçtiği zaman “uluslar problemi”nin -Sovyetler Birliği’ndeki 100’den fazla değişik etnik gruba işaret eder- ulusun karşı karşıya kaldığı en büyük problem olduğunu açıklamıştır. Ülkenin toplumsal ve politik hayatı üzerinde sıkı denetim kurulmasının, tepkileri -özellikle Trans-Kafkasya ve Orta Asya’da- gün yüzüne çıkaracağı konusundaki iddiaları doğru çıkmıştır. Ekonominin korkunç durumu açığa çıkınca, uluslararası arenada, 1990 Kuveyt krizinde tepkisiz kalması (uysal bir şekilde ABD’ye tabi olmuştur) ve Almanya’nın tekrar birleşmesine direnç göstermemesinde de görüldüğü gibi sadece basit bir oyuncu olarak durdu. Gorbaçov, cumhuriyetlerdeki artan bağımsızlık isteğine rağmen son tavrını SSCB’nin dağılışına karşı gösterdi. Baltık cumhuriyetleri bu konuda kesinlikle taviz vermediler ve bağımsızlık duygusunun konunun üstesinden geleceğini ispatlayan plebisitler organize ettiler. 1991’in başlarında Gorbaçov’un Kızıl Ordu’yu Litvanya’ya gönderme kararı sonun başlangıcı oldu. Bir tarafta radikaller ve geri çekilenler, diğer tarafta ordu ve KGB’nın sıkıştırmalarıyla Gorbaçov’un pozisyonu giderek daha da savunulmaz bir hal aldı. Bu noktada bir rakip doğdu; Moskova Komünist Partisi’nin alaşağı edilmiş başkanı ve 1992’de Rusya Cumhuriyeti devlet başkanlığı seçimlerini kazanan Boris Yeltsin.

Bu arada, KGB, ordu ve partideki muhafazakarlar, giderek artan bir korku içinde, ülkedeki değişimi (kendi durumlarıyla beraber) durdurma konusunu düşünerek beklemekte ve hızlı bir şekilde harekete geçmek istemekteydiler. 19 Ağustos 1991’de Gorbaçov Kırım’da tatildeyken SSCB Acil Durum Komitesi tarafından bir ihtilal yapıldı; Gorbaçov’un pozisyonu tamamen elinden alındı, darbeye karşı direniş ve muhalefet gösteren Boris Yeltsin çok güçlendi. Gorbaçov’un SSCB’yi kurtarma adına yaptığı son çabalar, 1991’in geri kalan aylarını konumlarını sağlamlaştırma ve Sovyetler sonrası için bir taslak çizme çabalarıyla geçiren cumhuriyetlerin liderleri tarafından boşa çıkarılmıştır. 1991 Ekim ayı sonunda sekiz cumhuriyetle bir ekonomi anlaşması ve Aralığın ilk haftasında da Rusya, Belarus ve Ukrayna’nın katıldığı ve BDT’nin temellerini oluşturan üçlü bir anlaşma imzalandı.

Sovyetler Birliği’nin Dağılmasından Sonra
Sovyetler Birliği’nin sona ermesi ve Gorbaçov’un görevinin bitmesi ile Yeltsin Rusya Federasyonu’nda gücünü sağlamlaştırmaya başladı. Sovyet ve Rus Komünist Partileri feshedildi. Yeltsin 1991 Ekim ve Kasım ayları boyunca Rusya için yeni bir bakanlar kurulu ve köklü bir ekonomik program uygulama yoluna gitti. Bu program, eski komünist ve muhafazakar milliyetçilerin işbirliği ile, 1989’da Gorbaçov tarafından kurulmuş olan sözde seçilmiş meclis Halkın Vekilleri Kongresi tarafından büyük bir muhalefet gördü. Devlet başkanı ve Kongre arasında devam eden mücadele 1993’te Yeltsin’in Kongre için yeni seçimlerin yapılacağını ilan etti. Karar, 1993 Ekimi’nin ilk haftasında Kongre taraftarlarıyla Yeltsin’e bağlı güvenlik kuvvetleri (çoğunlukla ordu birlikleri ve içişleri kuvvetleri) arasında sokak savaşlarına sebep oldu. Meclis binası Beyaz Saray -Yetsin’in sadece iki yıl önce ihtilalcilere karşı ilk direnişini yaptığı yer- kuşatma altına alındı. Yeltsin yanlısı güçler galip geldi. Yeltsin, pozisyonunun güvenlik altına alınmasıyla, şimdi, daha güçlü devlet başkanlığı yetkileri ve iki meclisli parlamento imkanı sağlayan yeni bir anayasa hazırlayabilecekti -Aralık 1993’te ulusal referandum yapılmıştır-. Bu yeni model ağırlıklı olarak Amerikan ve Fransız örnekleri üzerine bina edilmişti. Yasama organı Duma’nın yetkileri sıkı bir şekilde sınırlandırılmıştı.

1993’ten beri en istikrarlı başarıyı gösteren parti, 1992 Kasımı’nda yasağı kaldırılan ve tekrar kurulan Gennady Zyuganov başkanlığındaki Komünist Parti’dir. Bunun yanında milliyetçi bir sağ kanat partisi olan ve Vladimir Jirinovsky tarafından yönetilen Liberal Demokrat Parti 1990’ların ortalarında kısa bir dönem çıkış yapmış fakat daha sonra tekrar zayıflamıştır. Duma ile başkanlık arasındaki mücadele devam etmiş ve 1995’te Çeçenistan’da savaş felaketinin ortaya çıkmasıyla yoğunlaşmıştır. 1996’da yapılacak olan başkanlık seçimleri Yeltsin’i makamından kaydıracak gibi görünüyordu. Rusya son beş yıl boyunca çok değişmişti. Komünist Parti’nin yayılmacı etkisi yerini rekabete giren güç merkezlerine bıraktı: Güvenlik kuvvetleri; askeriye ve beraberindeki sanayi kompleksleri; sözde oligarşiler, reform programı sırasında devletin kontrolü kaybettiği sıralarda ekonominin önemli bölümlerinin kontrolünü sağlamayı başaran güçlü iş yöneticileri; ve son olarak kendi topraklarını çok uzaklardan ve Moskova’nın çok az müdahalesiyle kontrol eden bölgesel liderler (Bunun en açık örneklerinden biri eski popüler general, Sibirya Krasnoyarsk oblastını yöneten Aleksandr Lebed’dir. Bu unsurlar arasındaki karışık ve sapkın işbirlikleri şimdi ülkeyi kontrol etmekteydi. Ülkeyi yöneten sınıf zenginleştikçe zenginleşirken, halkın çoğu ekonomi kötüye gittikçe daha çok acı çekiyordu.

Yeni yönetimin gücünü gösteren en göze çarpan örnekler, ekonomik gerilemeye sebebiyet verme ve giderek artan tutarsız kişilik suçlamalarına (sağlıksızlık ve alkoliklik gibi) maruz kalan Yeltsin’in kaybetmesi beklenen 1996 başkanlık seçimleriyle beraber ortaya çıktı. Bununla birlikte, kilit medya oligarşileri ile işbirliğinin sağlanmasıyla (özellikle en büyük medya kuruluşlarının sahibi olan Boris Berezovsky), Yeltsin’in şansı bütün muhalefet adaylarını saf dışı edecek şekilde yükseltilmiştir. Komünist lider Gennady Zyuganov’un ona yakın oy toplamasıyla Yeltsin yarışı kazanmış oldu. Yeltsin, sağlığının giderek bozulmasıyla, ataması Duma’nın onayına bağlı olan başbakanına daha çok güvenmek zorunda kaldı. 1993’ten 1998 martında Yeltsin tarafından azledilinceye kadar Viktor Chernomyrdin beş yıllık süre içinde yegane varlıktı. Yerine Yeltisn tarafından 35 yaşında bir ekonomist atandı. Beş aylık bir süre bu siyasi açmazın onun yapabileceklerinin ötesinde olduğunu göstermeye yetmiş ve Ağustos’ta o da görevden alınmıştır. Yeltsin’in Chernomyrdin’i tekrar görevlendirmesine rağmen Duma onu tekrar onaylamayı reddetti. Nihayet kıdemli bir asker diplomat olan, 1991 Körfez Savaşı’nda Irak’la yapılan anlaşmalarda görev alan ve daha sonra da KGB’nin dışişleri sorumluluğunu almış olan bir aday, Yevgeny Primakov üzerinde anlaşıldı.

Primakov da Yeltsin tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve uyarılmadan görevden alınıncaya kadar bir yıla yakın görevde kalmaya devam etti. Yerine başka bir eski ajan, KGB’nin içişlerinden (şimdi federal güvenlik servisi olarak bilinen FSB) sorumlu olarak görev yapmış Vladimir Putin getirildi. Meşum kökenine rağmen Putin maharetli bir yönetici olduğunu ispatladı: 1999 Aralık ayında yapılan Devlet Duma seçimlerinde, sadece iki ay önce kurulan hükümet yanlısı “Birlik” Partisi, Komünist Parti’nin ardında ikinci olarak yerini aldı. Putin’in artan popülaritesinin asıl sebebi İkinci Çeçen Savaşı’nın başlamasıydı. Rusya Federasyonu homojen bir yapıdan yoksundur ve 16 özerk cumhuriyet ve 30 özerk bölgeyle beraber 100 ulusu bünyesinde barındırmaktadır. Bu sayının çokluğu ve özellikle Müslüman çoğunluğun yaşadığı Güney Kafkasya bölgesi Moskova hükümetinin başının ağrımasına sebep olmuştur. 1991 ve 1992’de Kuzey Osetya ve İnguşetya’da savaş patlak vermiş ve Dağıstan ve Başkurdistan özerk bölgelerinde gerginlikler yaşanmıştır. Bir milyonluk nüfusuyla en geniş bölgelerden biri olan Tataristan’da 1992 Martı’nda yapılan bağımsızlık referandumuyla % 61 lehte oy toplanmıştır. Fakat bunlar arasında en ciddi olanı Ruslar’ın Çeçen ayrılıkçı hareketini engellemeye çalıştıkları Çeçenistan’dır. (Rus-Çeçen tarihini tamamen savaşlar ve geniş çaplı zulümler kaplar. 1944’te Almanlar’la işbirliği yapan Stalin, neredeyse nüfusun hepsini zorla Kazakistan steplerine sürmüştür. Çeçenlerin binlercesi yaşam mücadelesi verdi. Nihayet Krushchev bu insanlara haklarını iade etti ve yurtlarına geri dönmelerine izin verdi.) 1994’te geniş çaplı bir savaş başladı ve 1996 Ağustosu’nda ateşkes ilan edilinceye kadar devam etti. Çeçen gerilla savaşçıları konvansiyonel birlik oluşumlarına ve Ruslar tarafından konuşlandırılan mühimmata karşı bir mücadeleden daha fazlasını yaptılar ve binlerce kazazede (daha önce de olduğu gibi daha çok siviller arasından) ve hesapsız maddi kayıplar verinceye kadar aralıksız savaştılar. 1996 Ağustos kayıtlarına göre Çeçenistan’ın son resmi statüsü 2001 tarihine kadar ertelenmiştir. Bu zamana kadar Çeçenistan resmi ordu komutanı Aslan Mashadov’un devlet başkanlığında bağımsız kabul edilmektedir. Bununla beraber Moskova’ya göre bu yenilgi utanç vericiydi ve her iki tarafın da öç almak ve birbirlerini sınamak için yaptıkları bir savaştı.

Öncekilerden daha hırslı ve saldırgan biri olan Putin’in atanması, ayaklanma olan bölgelerde ordu tarafından yapılacak olan yeni uygulamaların habercisi oldu. 1999 Ekimi’nde Moskova’da apartmanlarda bir çok kişinin ölümüne ve pek çok maddi zarara sebebiyet veren bir dizi bombalama olayları şaibeli bir biçimde Çeçenlerin suçlanmasında bahane olarak kullanıldı. Bu olaydan Çeçen ayrılıkçılarını sorumlu tutan hükümet vakit kaybetmeden ayaklanma bölgelerine saldırı düzenlemeye başladı. Kampanyayı gerilla muhalefet kuvvetlerine karşı, başkent Grozni’yi yok eden ve diğer şehirleri de enkaz yığını haline getiren Rus güçlerinin üstün gelmesi karakterize eder. Daha önce olduğu gibi savaş süreci yavaş ve dolambaçlıydı. Kitle imha silahlarının sistematik olarak kullanımı ve ağır silahlarla yapılan hücumlar izne bağlıydı ancak 2000 yılının ilk aylarında Rusya, ulusal ve uluslararası protestoları dikkate almayarak Çeçenistan’ı tamamen boyunduruğu altına almış oldu. Dağlardan gerilla saldırılarına devam eden savaşçılar ile Çeçenler’in stratejisi Rusya’yı mümkün olduğu kadar uzun süre denge dışı tutmaktır. Putin bu olayla beraber çok puan topladı ve böylece Yeltsin de nihayet, keyifsiz olduğu açıkça görülen başkanlık koltuğunu başkasına devretmek gerektiğini hissetti. Keyifsiz başkan yeni yılın başında emekliye ayrıldığını açıkladı. 2000 Martı’na ayarlanan başkanlık seçimlerinde Putin’in oyların % 50’sini alarak ilk turu alması biraz sürpriz oldu. Bastırılmış Çeçenya problemi çözülmediği takdirde Putin dikkatini Rusya’nın bozuk siyasi ve ekonomik yapıları üzerine yoğunlaştıramayacaktı. Bunun ilk belirtileri arasında Putin’in birçok hükümet tarafından benimsenen geniş özerklik uygulamasını kısıtlamayı önermesi gösterilebilir. Putin’in yakın ilişkiler içinde bulunduğu (FSB) federal güvenlik servisinin büyük bir rol ile görevlendirildiği de gayet açıktır. Ülke dışında Putin’in en büyük problemi, batıda hükümetin puan toplamasını sağlamak ve destek bulmaktır ve buna dayanarak finansal kaynak bulacağını ummaktadır. Daha geniş açıdan bakıldığında Güvenlik Konseyi’ne sürekli üyeliği Rusya’ya üst seviyede ses getirmektedir, fakat bir zamanlar etkisinin yoğun olduğu dünyanın pek çok bölgesinde -örneğin Orta Doğu ve Afrika- ağırlığı göz ardı edilmektedir. Yeltsin dönemi boyunca Ruslar Putin’den ve yeni başbakanı Mikhail Kasyanov’dan daha çok şey beklemişlerdir.

Ay’a ayak basildi mi?

1957 Ruslar Uzaya ilk uyduyu gonderdi. Boylece ABD’nin bir adim onune gecmis oldu. Ardindan uzaya ilk insani da gonderdi. ABD’ye bu yarista one gecmek icin tek bir yol kaldi. AY’A AYAK BASMAK. Goruntulere ve belgelere bakilirsa 20 Temmuz 1969’da bunu basardilar. Ancak fotograflara ve o gunlerin sartlarina bakilinca bazi supheler ortaya cikiyor. Neil Astrong kendisi icin kucuk insanlik icin buyuk adimi atti mi? Yoksa hersey bir senaryo mu?

YIL 1969

  • 60’larin sonunda 70’lerin basinda teknoloji birikimi ne kadardi?
  • O zamanin bilgisayarlari tirlarla tasiniyordu, uzay aracina nasil sigdi?
  • Eger Amerikalilar o zamanin teknolojisi ile Ay’a gidebildilerse simdi Mars’ta koloni kurmalari gerekmez miydi?

    ASTRONOTLAR STUDYOYA INDI

  • Temsili aya inis goruntuleri, genis bir alana kurulu San Benardino yakinlarindaki Norton Hava Üssünde gerçekleştirildi

    KANIT FOTOGRAFLAR

  • Fotograflardaki astronotlarin gölgeleri neden farkli boyutlarda? Oysa Ay üzeride tek isik kaynagi var.

    NASA’ya gore: “Ay yuzeyini bir tepsi gibi dusunursek golgelerden suphelenmekte hakliyiz ancak ancak Astronotlarin bir yamacta oldugunu ve farkli seviyelerde oldugunu dusunursek golgelerin uzunluklarinin ayni olmamasi normal. Ayrica burasi bir studyo ise neden tek golge var?”

  • Modulun altinda niye iz yok? Teknik ozelliklerine bakilirsa Ay modulunun roketi yaklasik 1.5 ton basinc cikariyordu. Ay yuzeyi tasli ve tozlu ise modulun altinda kucuk bir krater olusmasi gerekmez miydi?
  • Ay’da atmosfer yok, oyleyse neden tum fotograflarda hic yildiz gorunmuyor? Gokyuzu neden simsiyah?

    NASA’ya gore: “Fotografla ilgilenenler bilirler, fotografta alan derinligi yani netligi odakladiginiz bolum vardir. NASA yetkilileri bu fotograflarda netligin on plandaki nesnelere gore ayarlandigini yildizlarin da bu yuzden gorunmedigini savunuyor.

  • “Man on the Moon” fotografinda ufuk cizgisine yaklastikca karanligin arttigi goruluyor. Oysa atmosferi olmayan Ay’da ufuk cizgisinin daha keskin ve parlak olmasi gerekir.
  • NASA’nin aciklamasina gore Ay’a Neil Amstrong ve Buzz Aldrin ayak basti. Peki fotografta gorulen ucuncu kisi kim? Ya da orasi neresi?

    KOMIK OLMAYIN BEYLER ORASI AY!..

  • Verilere gore Ay yuzeyindeki gunduz sicakligi 260-280 Fahrenayt. Bu sicaklikta dunyada kullanilanlardan farkli gorunmeyen film makinesi nasil erimiyor?
  • Ayin karanlik yuzundeki hava sicakligi -40 dereceye kadar ulasiyor. Bu sicaklikta elektrikli cihazlarin calismadigi biliniyor (en azindan o tarihlerde oyleydi). Diger taraftan gunese donuk tarafa geciste isi farki nedeniyle cisimlerde esneme ve kirilmalar olur. Astronotlar ve ekipmanlar buna nasil dayanabiliyor?
  • Ay’daki yercekimi Dunya’kinin 1/6’si kadar. Peki goruntulerde zipladigi gorulen Astronatlar zipladiginda neden bir adimdan oteye gidemiyor?
  • Ay’a gonderilen Apolla Uzay araci saatte 6 bin km hizla hareket eden metorlar arasindan parcalanmadan Ay’a nasil gitti ve geri dondu?

    PEKİ NEDEN KANDIRILDIK?

    CUNKU: ABD yönetimi, uzay calismalari icin 30 milyar dolara yakin para harcadi. basarisiz olunsaydi halk vergilerinin hesabini soracakti. Oysa Ay’a ayak basilinca butce onlarca katlandi.

    CUNKU: O gunlerde ABD hukumetinin uzerine Vietnam savasinin kara bulutlari cokmustu. Gundemin degismesi gerekiyordu. Astronotlar Ay’a gidince akillar da Ay’a gitti. Ve savaş unutuldu. Inanmayanlar tarih kitaplarina baksin. Ve iki olayin ne kadar eşzamanli oldugunu gorsunler.

    CUNKU: SSCB uzay yarisinda onde gidiyordu. One gecmek icin tek yol Ay’a ayak basmakti.

  • Siyasi Tarih VII

    Siyasi Tarih (R-T)

    Ruhr Sorunu
    Almanya ile Fransa arasında tartışma konusu olan bir bölge sorunu. I.
    Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa, Almanya ile fizik garantiler peşinde
    koşuyor, tamirat borcu konusunda ısrar ediyordu. Kendini daha güvenli bir
    konuma getirmek için Almanya’yı “çevreleme politikası” uyguluyordu.
    Almanya ise Alsace-Lorrene bölgesinin Fransa’ya verilmesi ile demir
    cevheri ihtiyacını ithalat ile karşılamaya başladı. Endüstri bölgesi olan
    Ruhr’da yeni demir ve çelik işletmelerinin kurulmasını sağlamaya ve maden
    kömürü işletmeciliğini modernleştirmeye girişti. Almanya’nın Fransa’ya
    olan tamirat borcunun ödenmesinde aksaklık çıkmaya başlayınca, Fransa 1921
    yılında Düsseldorf, Duisburg ve Ruhrort’u işgal etti. Ödemedeki aksaklığın
    devam ettiğini görünce, tamirat borcunu kendisi toplamak için Ocak 1923’te
    Ruhr bölgesini işgal etti. Ruhr bölgesini kendisi işletecek ve elde ettiği
    geliri de tamirat borcundan düşecekti. Daha sonra ortaya çıkacak olan
    “Dawes Planı” ile Almanya’nın tamirat borcu taksitlere bölündü ve nihayet
    işgal 1925 yılında sona erdi.
    Rus Devrimi
    Mart 1917’de Rusya’da Çarlık rejimine son verilmesinden sonra Kasım
    1917’de başlayan değişim. 1800’lerin sonlarında Avrupa’da toplum içindeki
    sınıflar arasında siyasal dengenin sağlanması çabaları, uzlaşmalar yoluyla
    bir ölçüde başarılı olmuşsa da, iki grup bu çaba ve arayışların dışında
    kalmıştı. Bunlardan birincisi; Batı eğitimi görmüş, bulunduğu ortama
    yabancılaşan Doğu Avrupa’nın okumuş kitlesiydi. Toplumdan soyutlanma ve
    ondan uzak kalma, Rusya gibi imparatorluklarda oluşmakta bulunan devrim
    potansiyelini artırmaktaydı. İkincisi, orta sınıfın siyasal önderliğini
    kabul etmeyen fabrika işçileri. Fransız devrimin etkisi ile 1825 Aralık
    ayında çıkan Dekamberist ayaklanması Rusya’da büyük yankı uyandırmıştı.
    Ayaklanma bastırılmıştı. Fakat işçilerin kurtarıcısı olarak gözüken
    Marksizm teorilerinin yayılmasına engel olunamamıştı. Keza, aydınlarda da
    bu gibi fikirler yayılmış, varolan otokratik düzenin yıkılması için
    mücadele veriyorlardı. Rusya’nın beşte dördünü oluşturan köylüler, toprak
    sahiplerinin kölesi durumunda idiler. 5 Mart 1861 tarihinde çıkarılan
    “Kurtuluş Kanunu” ile serflik kurumu kaldırılmış ve ortaya bir işçi sınıfı
    çıkmıştır. Köylüye yapılan toprak dağıtımındaki bozukluk köylü halkını
    tedirgin etmiş, onların çeşitli hareketlere girişmelerine sebep olmuştur.
    1870’lerde ortaya çıkan bu hareketlerden biri “Narodnik” ve
    “Narodniçestro” hareketidir. Bu hareket hükümetin baskısından dolayı
    başarı kazanamadı ve 1881 yılında Rus Çarı II. Aleksandr’ın öldürülmesi
    üzerine, bu “Halkçı Hareket” taraftarları ülkeyi terketti. 19. yüzyılda
    başgösteren yoksulluk, halkın grevler düzenlemesine neden olmuş, bunun
    sonucu olarak da sendikacılık faaliyetleri artmıştır. Bu ortamda Marksist
    örgütler arttı. 1895 yılında Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) tarafından
    Marksist nitelikte “İşçi Sınıfının Kurtuluşu için Mücadele Birliği” ve
    daha sonra 1898 yılında “Sosyal Demokrat İşçi Partisi” kuruldu. Sosyal
    Demokrat İşçi Partisi’nin 1903 yılında yaptığı kongresinde Rusya’da
    Marksist devrimin gerçekleştirilmesi ve bunun için de partinin nasıl bir
    nitelik kazanacağı sorunu, partide görüş ayrılığına sebep oldular.
    Sonraları bu parti Lenin’in önderliğini yaptığı Bolşevik ve Menşevik olmak
    üzere ikiye ayrıldı. Bolşevikler, küçük ve devrimci bir elitin denetiminde
    sıkı bir parti kurmak isterken, Menşevikler daha geniş ve katılmaya açık
    bir örgüt kurmak istiyorlardı. Menşevikler’den Trotsky’nin önderliğinde
    1905 yılında Petersburg’da bir ayaklanma oldu. Moskova ve Peterburg’da
    “İşçi Sovyetleri” kuruldu. Ayaklanma bastırıldıysa da, Çar II. Nikola bazı
    haklar vermeyi ve Rus Meclisi Duma’yı açmayı uygun gördü ve bir seçim
    yasası çıkartıldı. Bu durumu etkileyen olaylar yanında, Rusya’nın
    yenilgisi ile sonuçlanan Rus-Japon savaşı da sayılabilir.
    1917 yılına gelindiğinde Rusya’da vergi sistemi iflas etmiş durumdaydı.
    Savaş harcamaları, erimekte olan altın rezerveleri ve dış borçlar ile
    karşılanmaktaydı ve Rus halkının tek seçeneği Çarlık rejimine karşı
    gelmekti. Ülkenin savaşta da olması durumu gerginleştirdi. Bu ortamda 8
    Mart 1917 tarihinde Petersburg’da başlayan gösteri ve grevler genel
    ayaklanmaya dönüştü. 12 Mart 1917 tarihinde Petersburg’da “İşçilerin ve
    Askerlerin Sovyet”i kuruldu. Üç yıldır aç, silahsız ve bıkkın bir biçimde
    savaşı sürdüren ordu Çar’ın yanında yer almadı ve devrimci hareketin
    üzerine yürümedi. Yapılan devrim iki aşamalıydı. Mart 1917’deki birinci
    aşamada, Sovyet yetkilileri ile Duma temsilcileri arasında yapılan
    görüşmeler sonucu Çarlık rejimine son verilmiş ve liberal görüşlü Prens
    Lvov’un başkanlığından Bolşevikler hariç hemen hemen bütün siyasal
    eğilimli partilerin katıldığı bir koolisyon hükümeti kurulmuştur. Kurulan
    hükümetin beklenen barışı sağlayamaması, toprak reformunu
    gerçekleştirememesi, işçilerin sorunlarına eğilememesi ve ekmeğe ihtiyacı
    olan halkın isteklerini gerçekleştirememesi koalisyonun başarısızlığını
    göstermiştir. Bunun sonucu Bolşeviklerin halktaki desteğinin artmasına
    oldu.
    Devrimin ikinci aşamasında, Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, hemen
    hemen tek kurşun bile atmadan 7 Kasım 1917 tarihinde yönetimi ele
    geçirdiler. Ordu bunların yanında yer aldı. Böylece Rusya’da Bolşevik
    Devrimi gerçekleşti.

    Rus-Japon Savaşı, 1904-1905
    Rusya ve Japonya arasında sürdürülen ve tarihte en önemli ve uzun vadeli
    sonuçlar yaratmış bir savaştır. 1902 yılına gelindiğinde Japonya İngiltere
    ile ittifak kurmuş, doğal yayılma alanı olarak gördüğü Mançurya ve Kore
    üzerinde var olan Rus etkisini ortadan kaldırmak için bölgeye, göz
    dikmişti. Rusya ile yapmak istediği savaşın hazırlıklarını yapıyordu. 1904
    yılında bir bahane ile Port Arthur limanına bir baskın yaparak, Rusya ile
    savaşa girmiş ve bir buçuk yıl sürecek olan savaşta hem denizde hem karada
    Rusya’yı yenilgiye uğramıştır. Savaşın Avrupa’ya sıçramaması için, işe
    karışmayan Avrupa devletleri savaşın Uzakdoğu ile sınırlı kalmasını
    istemişlerdi. Pasifikte sömürgeci durumu gelen ABD Japonya’nın güçlenmesi
    karşısında elinde bulundurduğu adaları tehlikeli duruma düşürmemek için,
    Rusya’nın yardımına yetişti. O zaman ABD devlet başkanı olan Theodore
    Roosevelt, arabuluculuğa soyunarak, tarafların Portsmouth Barış
    Konferansı’na katılmalarını sağladı. Yapılan antlaşmaya göre, Port Arthur
    ile Sakhalin adası Japonya’ya verilecek, Ruslar Mançurya’dan askerlerini
    çekecek ve buradaki demir ayrıcalıklarını da Japonya’ya devredecekti.
    Rus-Japon savaşı uzun vadeli sonuçlar yarattı:
    a)Savaştan galip çıkan Japonya’nın tıpkı Batılılar gibi emparyalist bir
    devlet olarak ortaya çıkması.
    b)Rusya’nın Uzakdoğu’da başarısız olmasıyla, dikkatlerini Balkanlar’a
    yöneltmesi. Bunun sonucu olarak da, I. Dünya Savaşı’nın başlaması.
    c)Çarlık hükümetinin başarısızlığa uğraması, savaşın yarattığı sıkıntılar,
    halkın tepkisine yol açtı ve 1971 yılında yapılacak olan Rus Devriminin
    kapısını araladı.
    Saar Plebisiti, 1935
    Saar bölgesine ilişkin halkoylaması. 28 Haziran 1919 tarihinde Almanya ile
    yapılan Versailles Barış Antlaşması “Saar” bölgesini Fransa’ya bıraktı.
    Ancak bu bölgede 15 yıl sonra plebisit yapılacak, ve hangi devlete
    bağlanacağı kesin olarak o zaman kararlaştırılacaktı. 13 Ocak 1935
    tarihinde plebisit yapıldı ve 539.000 Saarlı’dan 477.000’i Almanya ile
    birleşme lehinde oy kullanınca 1 Mart 1935’de “Saar” bölgesi Almanya’ya
    teslim edildi.

    Saint Germain Barış Antlaşması, 1919
    I. Dünya Savaşı sonunda iki dünya savaşı arasındaki dönemin özelliklerini
    belirleyecek olan Paris Barış Konferansında, bir yenik devlet olarak
    Avusturya’ya imzalattırılan antlaşmadır. Antlaşma 10 Eylül 1919 tarihinde
    imzalanmıştır. Buna göre, Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ile
    Yugoslavya’nın bağımsızlıklarını tanıyacaktı. Önemli toprak parçaları olan
    Galiçya Polonya’ya; Hırvatistan; Yugoslavya’ya; Tirol ve Tireste İtalya’ya
    ve Bukovina Romanya’ya bırakılıyordu. Avusturya’ya, Almanya’ya olduğu
    gibi, kısıtlayıcı askeri hükümler getirildi ve tamirat borcu yüklendi.
    Böylece Avusturya’dan zorunlu askerlik kaldırılacak ve ordu 30.000 kişiye
    indirilecekti.

    Saint Jean De Maurienne Antlaşması, 1917
    I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, itilaf devletlerinin (İngiltere,
    Fransa ve İtalya) Osmanlı devletinin yıkılması durumunda ortaya çıkacak
    olan “toprak mirası”nı nasıl paylaşacaklarını belirleyen antlaşmalardan
    biri. Antlaşma Nisan 1917 tarihinde yapıldı. Buna göre, Fransa’ya Adana;
    İtalya’ya ise İzmir-Kayseri-Mersin üçgeni arasında bulunan güneybatı
    Anadolu bölgesi veriliyordu. Antlaşma, 18 Ağustos-26 Eylül 1917 tarihleri
    arasında üç devlet tarafından onaylandı.

    Salt: bkz. Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri
    Samimi Anlaşma (Entente Cordiale), 1904
    Fransa ile İngiltere arasında Nisan 1904’te imzalanan anlaşma. 1900’lere
    gelindiğinde denge Fransa’nın aleyhine döndü. İngiltere sömürge elde etme
    savaşlarında Fransa’yı yenilgiye uğrattı. Denizaşırı çatışmalarda
    Fransa’nın Avrupa’daki durumu zayıfladı. Almanya’nın deniz silahlarında
    İngiltere ile arayı kapatmaya başladığı anlaşılınca, sömürge yollarının
    korunmasında rekabete tahammülü olmayan İngiltere, 1902’de Japonya’yla
    imzaladığı İngiliz-Japon ittifakına bağlı olarak Uzakdoğudan çıkması
    muhtemel bir Rus-Japon savaşında, 1894 ittifakına göre Fransa Rusya’ya
    yardım ederse, Fransa’ya karşıt bir kamp içinde yeralmak istemedi. Avrupa
    ülkeleri arasında silahlanma yarışı başlamış ve Üçlü İtilaf Devletleri
    hızla silahlanmaya yönelmişlerdi. Balkanlar’da barış hızla bozulmaktaydı
    ve bunun da büyük bir savaşa yolaçabileceği her iki devletce de
    anlaşılmıştı. Sonuç olarak İngiltere ve Fransa, yakınlaşmaya zemin
    oluşturması için sömürge konularını bu anlaşmaya çözüme bağladılar.
    Bu anlaşmaya göre, Fransa Fas’ın siyasal statüsünü değiştirmeme sözü
    veriyor, topraklarına katmama yükümlülüğü altına giriyor; buna karşılık
    İngiltere Fransa’yı Fas’ta ekonomik, mali ve askeri yenilikler yapabilme
    noktasında serbest bırakıyordu. İngiltere de Mısır’ın siyasal statüsünü
    değiştirmeyecek, Fransa da İngiltere’nin 1882’de işgal ettiği Mısır’dan
    çıkmasını istemekten vazgeçecekti. Bu anlaşmayla aynı zamanda Üçlü
    İtilaf’ın ikinci kanadı ortaya çıkmış oldu.

    San Fransisco Konferansı, 1945
    Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulması ile sonuçlanan uluslararası
    konferans (25-26 Nisan 1945) II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Müttefikler
    uluslararası bir örgütün kurulması çabalarını yoğunlaştırmışlardı. Bu
    örgütün temel ilkeleri, 1944 yılında toplanan Dumbarton Oaks Konferansında
    ortaya atılmıştı. San Fransisco Konferansına Müttefiklerin siyasal
    amaçlarını ele alan Birleşmiş Milletler Bildirisini imzalamış kırk altı
    ülke ile Mihver devletlerine karşı savaşmış yirmi ülkenin temsilcisi
    katılmıştır. Konferansta büyük ve küçük devletler arasında çeşitli
    anlaşmazlıklar çıktı. Dumbarton Oaks ilkelerine göre kurulacak örgüt büyük
    devletlere geniş yetkiler veriliyordu. Konferans’ın çoğunluğunu oluşturan
    küçük devletlerin istekleri şunlardı: örgütün bütün ülkelerin eşitlik
    ilkesi çevresinde temsil edildiği Genel Kurul’un yetkilerinin
    genişletilmesi, uluslararası Adalet Divanı’nın yetkilerinin
    genişletilmesi, kurulacak örgüt ile ilgili olarak işleme alınacak
    anlaşmayı yorumlama yetkisinin Genel Kurul ya da Adalet Divanı’na
    verilmesi, büyük devletlerin “veto” yetkisinin sınırlandırılması. Küçük
    devletlerin isteklerinden çok azı gerçekleşmiştir. Konferansın savaşın
    devam ettiği bir ortamda yapılması ve Mihver Devletlerine karşı yürütülen
    mücadelede büyük devletlerin önemi, onların isteklerinin kabul edilmesini
    kolaylaştırmıştır. Konferans 26 Haziran’da elli ülkenin BM Antlaşmasını
    imzalanması ile sonuçlanmıştır.

    San Remo Konferansı, 1920
    I. Dünya savaşından sonra Ortadoğu üzerindeki barış konferansı. 24 Nisan
    1920’de San Remo’da açıldı ve burada Avrupa devletleri dağıtılacak
    “Mandat”lar üzerinde anlaşmaya vardılar. Suriye’de Fransız, Irak ile
    Filistin’de ise İngiliz “Mandat”ını kuran antlaşmaya Balfour Deklarasyonu
    da dahil edildi. Böylece yapılan anlaşmalar her yönüyle, self
    determination ilkesine aykırı hale geldi. Konferans, ayrıca
    Mezopotamya’nın petrol kaynakları sorununu da çözdü. Musul, Fransız etki
    alanından İngiliz etki alanına geçirildi ve petrol gelirlerinden Fransa’ya
    da pay ayrılacağı kabul edildi. Suriye, Mezopotamya ve Filistinli Araplar,
    San Remo’nun kurduğu bu yabancı yönetimine karşı çıktılar ve düzenlemeyi
    Wilson ilkelerinin açık bir ihlali olarak değerlendirdiler.

    Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA)
    Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri arasında 11 Aralık 1980
    tarihinde yürürlüğe giren, beş yıllık süreler ile yenilenen antlaşma.
    Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın ilki 3 Temmuz 1969 tarihinde
    gizli olarak imzalandı. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında, A.B.D.
    sözkonusu antlaşma hükümlerine aykırı olarak Şubat 1975 tarihinde
    Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başladı. Bunun üzerine antlaşma
    gizliliğini yitirdi ve Türkiye-Amerika’nın üslerini kapattı. Amerikan
    ambargosunun Eylül 1978’de kaldırılması ile başlayan görüşmeler sonucunda
    29 Mart 1980’de Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalandı.
    Hükümetleri açıklanmayan antlaşmanın süresi dolduğunda, Amerikan
    yönetiminin antlaşma hükümlerini yerine getirmemesi, silah için verdiği
    kredilerin faizlerini düşürmemesi, Kıbrıs konusunda lobilerin etkisinde
    kalması gibi nedenlerle antlaşma yeniden ele alındı. A.B.D. Dışişleri
    Bakanı George Schultz’un 16 Mart 1987 tarihli bir mektupla, Türk silahlı
    kuvvetlerinin güçlenmesine yardım edileceğini, terörizm ile mücadelede
    Türkiye ile işbirliği yapılacağını, Türk Silahlı Kuvvetlerinin
    modernizasyonu için gayret gösterileceğini, Ortak Savunma Sanayi Yürütme
    Komitesi’nin düzenli olarak toplanacağını, iki ülke arasında karşılıklı
    ticaretin teşvik edileceğini bildirmesi üzerine, Türkiye Dışişleri Bakanı
    Vahit Halefoğlu’nun mutabakat mektubu ile antlaşma 1990 yılı sonuna kadar
    uzatıldı. Fesih sözkonusu olmadığı için antlaşmanın yürürlüğü devam
    etmektedir.

    Schengen Antlaşması, 1990
    Avrupa Topluluğu üyesi beş ülke arasında, sınır kapılarındaki polis ve
    gümrük kontrollerini 1 Ocak 1992’de bütünüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan
    antlaşma. Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında
    Haziran 1990’da imzalanan antlaşmaya göre, Topluluk üyesi olmayan
    yabancıların “Schengen Alanı” adı verilen bu beş ülkeye girişlerinde
    çeşitli şartlar aranacaktır. Bu antlaşma, Avrupa’nın siyasi birliği
    doğrultusunda önemli bir adımdır. İtalya, sınır kontrollerinin yeterince
    sağlam olmadığı gerekçesiyle bu alan içine sokulmamıştır. Danimarka bu
    antlaşmaya siyasal nedenlerle katılmazken, İrlanda, Yunanistan ve
    İngiltere coğrafi nedenlerle bu antlaşmaya uygun olmayan ülkeler olarak
    değerlendirildiler. Almanya’nın birleşmesiyle Doğu Almanya da doğal olarak
    bu alanın içine girdi. Haziran 1991’de İspanya, Portekiz ve İtalya bu
    antlaşmaya katıldılar.

    Schuman Planı, 1950
    9 Mayıs 1950’de Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın Batı Almanya ve
    Fransa’da çelik ve kömür üretimini denetleyecek tek bir organ oluşturması
    ve bu ortaklığın diğer Avrupa ülkelerinin üyeliğine ve Birleşmiş
    Milletlerin işbirliğine de açık tutulması konusunda önerdiği plan. Robert
    Schuman, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kuran ve “Avrupa Birleşik
    Devletleri”nin kurulması konusunda çaba göstermiş bir kişidir. Robert
    Schuman’ın önerisi Fransız hükümeti tarafından “Avrupa’nın birleşmesi
    konusunda atılan ciddi bir adım” olarak değerlendirildi.
    Dokuz ay süren uzun müzakerelerden sonra, “Avrupa Kömür ve Çelik
    Topluluğu” kurulması konusunda ortaya atılan tasarı (Schuman Planı) Batı
    Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya Dışişleri
    Bakanlarının katıldığı Paris konferansında kabul edildi (18 Nisan 1951).
    Yapılan antlaşmaya göre, üye ülkeler arasında kömür ve çeliğin dolaşımında
    var olan bütün sınırlamalar kaldırılacak, üretim ve fiyatların kontrol
    altına alınması için, önlemler alınacaktı.
    Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun ilk başkanı, Fransız ekonomi uzmanı ve
    diplomat olan Jean Monnet’ti.
    Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1958 Roma Antlaşmasıyla, “Avrupa Atom
    Enerjisi Topluluğu”na (EURATOM) dönüştü.

    SEİA: bkz. Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması
    Sevres Barış Antlaşması, 1920
    I.Dünya Savaşından sonra galip devletlerle İstanbul’daki Osmanlı hükümeti
    arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan bir barış antlaşmasıdır.
    Sevres, galiplerle öteki Avrupa devletleri arasındaki antlaşmalardan çok
    daha ağırdır. Sevres sadece eski, köhne ve yenilmiş bir imparatorluğu
    parçalayan bir antllaşma değildir. Sevres, yalnız Türklere bağımsız yaşama
    hakkını tanımayan bir antlaşma da değildir. Sevrek Türkler’e “yaşama
    hakkını” tanımayan bir barış antlaşmasıdır.
    Sevres Antlaşmasına göre, Osmanlı devletinin Rumeli sınırı bugünkü
    İstanbul ilinin sınırına getiriliyor ve böylece “Türklerin Avrupa’dan
    atılması” ile ilgili yüzyıllık Avrupa amacı gerçekleşiyordu. B. Anadolu
    Yunanistan’a; güneyde Mardin, Urfa, Antep ve Amonos dağları Fransa’ya
    veriliyordu. Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir
    Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölgede Kürdistan kuruluyordu.
    Irak İngiltere’ye bırakılıyordu. İstanbul uluslararası bir kent olacak ve
    Boğazlarda donanması, ordusu ve bütçesi olan bir Boğazlar Komisyonu
    kurulacaktı. Bütün bunların dışında Osmanlı devletinin askeri gücü de
    kolluk kuvvetleriyle sınırlandırılıyordu. Kısaca, Osmanlı devleti İtilaf
    devletlerinin ortak bir sömürgesi haline getiriliyordu.

    Silahların Denetimi
    Silahların geliştirilmesini, denenmesini, konuşlandırılmasını ya da
    kullanılmasını denetim altına tutmaya yönelik uluslararası sınırlamalar.
    Silahların denetiminin iki ana işlevi vardır: Askeri durumun içerdiği
    belirli riskleri azaltarak topyekün savaş olasılığını azaltmak ve
    çatışmaların baş göstermesi durumunda serinkanlı politikalar uygulanma
    olasılığını artırmak. Silahsızlanma ve silahların sınırlandırılmasından
    farklı bir anlam taşıyan silahların denetimi, mutlaka silah üretiminin
    yasaklanmasını getirmez. Ama bu alanda kısıtlayıcı bir rol oynayabilir.
    Silahların denetimi, askeri politika alanlarındaki karşıt güçler arasında
    bir tür işbirliğinin sağlanmasıdır. Bu aynı zamanda, bir ülkenin dünya
    güvenliğini desteklemek için tek taraflı olarak savaş gücünü azaltma
    kararını da içine alabilir.
    1960’lardan bu yana uluslararası politikada toplu bir silahsızlanmadan
    çok, silahların denetimine doğru bir eğilim olduğu gözlenmektedir. Bu
    konuda ABD ve SSCB başı çekmektedir. Bu antlaşmaların en dikkate değer
    olanı nükleer silahların Atmosferde, Dış Uzayda ve Su Altında Denenmesini
    Yasaklayan 1963 tarihli Anlaşmadır. Yeraltında Nükleer Denemeleri
    Sınırlandıran Anlaşma ve Stratejik Silahların Sınırlandırılması
    Görüşmeleri bu kapsamda imzalanan anlaşmalardır.
    Siyasi Tarih
    Devletlerden, devletlerin ortaya çıkışından, değişme, gelişme,
    yıkılışlarından ve devletler arasındaki siyasal ve bir dereceye kadar
    ekonomik ilişkilerinden söz eden disiplindir. Bu tanımdan esinlenerek buna
    uluslararası ilişkiler tarihi de diyebiliriz. Genel olarak baktığımızda
    “siyasi tarih” terimi iki kavramı içermektedir. Bunlar:
    1) Devletlerin kuruluşlarını, geçirdikleri gelişmelerini, devlet içindeki
    bireylerin ya da grupların çatışmalarını ve devletlerin dünya tarihi
    içindeki yer ve önemini inceleyen siyasi tarih;
    2) Uluslararası ilişkilerin temel birimlerinin birbirleriyle olan
    ilişkilerinin tarihini inceleyen siyasi tarih.

    Siyonizm Hareketi
    Filistin toprakları üzerinde ulusal bir yahudi devleti kurma amacı taşıyan
    milliyetçi yahudi hareketi. Yaklaşık iki bin yıl kadar önce bölgeden
    çıkartılan Yahudilerin tekrar bu topraklara dönmeleri için, XVI ve XVII.
    yy.’da bir dizi “mesih”, hareketleri ortaya çıktı. Fakat Yahudilerin
    Filistine dönmesi konusu daha çok XIX. yy. başlarında Hristiyan çevrelerce
    gündeme getirildi. Batı’nın laik kültürüne ayak uyduramayan Doğu Avrupalı
    Yahudiler, Çarlık yönetiminin Yahudi karşıtı “pogrom (yıkım yada kargaşa)
    hareketleri üzerine, Filistin’e yerleştirmeyi özendirmek için Havevei
    Sion’u (Sionu Sevenler) kurdular. Bu hareket eski Kudüs tepelerinde,
    Sion’da somutlaşan Filistin topraklarına bağlılığın uzantısıydı.
    Avrupa’da anti-semitizm hareketinin yaygınlaşması ve Theodor Herzl’in
    savunduğu yurt edinme düşüncesi, siyonizme siyasal bir nitelik kazandırdı.
    1897 yılında Herzl ve Weizmann’ın öncülüğünde İsviçre’de toplanan Siyonist
    Kongre Siyonizmin Yahudi halkının Filistin topraklarında bir yurt
    yaratmayı amaçladığını içeren Basel Programını onayladı. Bu dönemden sonra
    Filistin’e Yahudi göçü hızlanmıştır. İngiltere siyonizmi bölgede güçlenen
    Arap ulusçuluğunu dengeleyecek bir araç olarak görüyordu. I. Dünya
    Savaşının başlamasıyla siyonizmin siyasal yönü yeniden ön plana çıktı.
    İngiltere’de yaşayan Rus yahudilerinden Weizmann ve Sokolow Filistin’de
    Yahudi devletinin kurulmasını öngören Balfour Bildirisinin yayınlanmasında
    önemli rol oynadılar. Milletler Cemiyetinin Filistin’i İngiliz Manda
    yönetimine bırakan belgesinde de (Temmuz 1922) bu bildiriye gönderme
    yapılarak konuya yer verilmiştir. Dünya Siyonist Örgütünün
    yönlendiriciliği ile bölgede Yahudi göçü hızlanmış ve Filistindeki Yahudi
    nüfusu 1933’te 238 bine yükselmiştir. Filistin’in giderek Yahudi devletine
    dönüşümü, Arapları siyonizme ve onun destekçisi İngiliz politikasına karşı
    ayaklandırdı. 1929’da ve 1936-1939 arasında Arap ayaklanmaları,
    İngilizleri soruna bir çözüm bulmaya yöneltmiştir. Almanya’da Nazilerin
    iktidara gelmesi ile göç hareketi hızlanırken, bir çok ülkedeki Yahudiler
    de siyonizme daha sıcak bakmaya başladılar. Araplarla Yahudiler arasındaki
    gerginliğin giderek artması sonucun, İngiltere sorunu 1947 yılında BM’ye
    götürdü. Burada yapılan çalışmalarda Filistin topraklarının bölünmesine
    karar verildi. Bu kararın verilmesinden sonra beliren kargaşa ortamında 14
    Mayıs 1948’de Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi İsrail
    Devleti’nin kurulduğunu ilan ederken Siyonizm bölgedeki siyasal amacına
    ulaşmış oluyordu.

    Soğuk Savaş
    II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler
    Birliği arasında sürdürülen sürekli gerginlik ve sınırlı çatışma
    biçimidir. Soğuk savaş, 1917’den başlayan Doğu-Batı çekişmesinin bir
    ürünüdür. Bu çekişme II. Dünya Savaşı’ndan sonra daha belirgin hale geldi.
    Soğuk savaş geriliminin azaldığı ya da çok yoğunlaştığı dönemler olmuştur.
    “Soğuk Savaş” deyimi ilk kez 1947 yılında ABD’li Bernard Baruch tarafından
    kullanılmıştır. II. Dünya Savaşından sonra Orta, Doğu ve Güneydoğu
    Avrupa’da SSCB’nin etkisi artmaya başladı ve bu bölgedeki ülkeleri bir
    ölçüde kendi şemsiyesi altına aldı. Bundan korkan ABD ve İngiltere, Batı
    Avrupa’da ve başka yerlerde ve Sovyet yanlısı komünist partilerin iktidara
    gelmemesi için çeşitli girişimlerde bulundular. Uyguladıkları Marshall
    Planı ile Batı Avrupa ülkeleri ABD’nin nüfuzu altına girerken, Doğu Avrupa
    ülkelerinde de Sovyet yanlısı komünist hükümetlerin kurulması ile Soğuk
    Savaş doruğa ulaştı. Bunun yanında ABD, Truman Doktrini çerçevesinde, Batı
    Avrupa’nın SSCB’ye karşı korunması için çaba harcadı. Bunun sonucu olarak
    da NATO (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması
    Örgütü) kuruldu. Buna karşı, SSCB’de Varşova Paktı’nı kurdu ve Çin’de
    Sovyet yanlıları iktidarı ele geçirdiler. Böylece soğuk savaşı daha
    belirgin hale getiren bloklar oluştu ve çeşitli çatışma konuları ortaya
    çıktı. Kore ve Vietnam savaşları, Berlin Sorunu, 1956-59 yılları arasında
    Ortadoğu’daki çekişme, U-2 casus uçağı olayı, Küba krizi gibi olaylar
    soğuk savaşın doruğunu oluşturdu. Soğuk savaşta blok liderlerinin kendi
    blokları içerisinde yer alan ülkelerin içişlerine karıştıklarına
    rastlanmıştır. 1962’den sonra (özellikle Küba bunalımından sonra) yavaş
    yavaş ortaya çıkan “detant” (yumuşama) dönemiyle karşıt iki blok, yerini
    daha karmaşık bir yapıya bıraktı. Yeni bağımsız ülkeler ortaya çıktı.
    Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda görüşler vurgulamaya
    başladılar. İki blok arasındaki çekişmeyi sona erdirmek için 1975 yılında
    iki blok ülkelerinin katıldığı AGİK (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
    Konferansı) çerçevesinde Nihai Senet imzalandı. Fakat Asya ve Afrika’daki
    karışıklığın tırmanması bu detente (yumuşama) sürecini sona erdirdi.
    1980’lerin başında yeniden soğuk savaş dönemine girildi. Fakat 1985
    yılında SSCB Komünist Parti Genel Sekreterliğine Mikhail Gorbaçov’un
    gelmesi ile, iki blok arasındaki buzlar eriremeye başladı. Ve 1989 yılında
    Doğu Avrupa’da başlayan rejim değişikliği, ve soğuk savaşı simgeleyen
    Berlin Duvarı’nın yıkılması ile II. Dünya Savaşından sonra başlayan süreç
    sona ermeye başladı.
    Sosyalist Enternasyonel
    Sosyalist ve sosyal demokrat partilerin aralarında örgütledikleri birlik.
    Bu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist eğilimli partilerin
    başlattıkları örgütlenme girişimlerinin ürünüdür. 1946’da kurulan ve daha
    sonra bir danışma organı olan Uluslararası Sosyalist Konferans
    Komitesi’nin (COMISCO) girişimi ile Temmuz 1951’de Sosyalist Enternasyonel
    kuruldu. Birlikte her partinin bir oyu vardır ve kararlar oybirliği ile
    alınır. Birlikte bir hiyerarşik düzen oluşturulmuştur. En yüksek organ
    “Kongre”, onun altında bütünüyle parti temsilcilerinin yeraldığı alt
    örgütler ve on iki ülkenin temsilcisinin oluşturduğu “Büro” bulunmaktadır.
    Bu birlik Sovyet türü Komünist sisteme karşı çıkarak demokrat sosyalizmi
    savunmaktadır. Birlik, NATO tarafından da desteklenmektedir. Bundan
    etkilenerek de insan hakları, demokrasi, genel silahsızlanma, barış içinde
    yaşamak gibi noktaları savunmaktadır.
    Birlik, Avrupa Birliği çalışmalarına da katılmaktadır. Birliğe Dünya
    çapında altmış dolayında sosyalist eğilimli parti üyedir. Türkiye’den
    Sosyal Demokrat Halkçı Parti (şimdiki CHP) Haziran 1989’da birliğe üye
    olmuştur.

    Sovyet Alman Paktı: bkz. Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı
    Sovyet-Çin Çatışması: bkz. Çin-Sovyet Çatışması
    Sovyet Devrimi: bkz. Rus Devrimi
    Soykırım Sözleşmesi
    Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun dünyada soykırım suçunu önlemek
    amacıyla 9 Aralık 1948’de kabul ettiği uluslararası sözleşme. Bu sözleşme
    ve taraf olan devletler gerek savaş, gerekse barış zamanında izlenen
    “soykırım” (genocide) suçunu bir uluslararası suç saymakta ve bu suçu
    önlemeyi bir yükümlülük olarak kabul etmektedir. Türkiye 29 Mart 1990
    tarihinde, 5930 sayılı kanunla bu sözleşmeye taraf olmuştur.
    Sömürgecilik
    Bir devletin egemenliğini başka topraklar ve halklar üzerinde kurması ya
    da genişletmesidir. Sömürgeciliğin tarihi çok eskilere gitmektedir.
    İlkçağların devletleri de çevrelerindeki güçsüz ülkelerin kaynaklarından
    yararlanmak için onları sömürgeleştirirlerdi. Daha sonra, XV. yüzyılın
    sonlarında başlayarak çeşitli Avrupa devletleri dünyanın geniş alanlarını
    keşif, fetih, ilhak ve iskan etmeye başlamışlardır. Bu, XV. yüzyıldan beri
    Avrupa tarihinin önemli bir özelliğidir. Sömürgeciliğe çok yakın olan
    Emperyalizm sömürgeciliğin bir biçimidir. Emperyalizm, Avrupa’nın büyük
    devletlerinin XIX. yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerinde
    genişlemelerine verilen addır. Bugünkü tanımlanışı ile, Avrupa’da kuvvet
    politikasının, devletlerarası sürtüşme ve ekonomik rekabetin denizaşırı
    bölgelere yayılmasıdır. Sömürgeciliğin tarihi çok geçmişlere dayansa da,
    Avrupa’nın XIX. yüzyılda endüstri devrimi sonucu karşılaştığı ekonomik ve
    toplumsal sorunlara çözüm getiren yöntem olarak yenidir. Sömürgecilik
    olgusunun temelinde şu unsurlar yatmaktadır: 1) Ekonomik unsur,
    2)Demokratik unsur, 3)Güvenlik endişesi, 4)Ulusal itibar ve büyüklük
    duygusu. 20. yüzyılda ortaya çıkan iki Dünya Savaşı, sömürgeciliğin
    gerilemesi sonucunu doğurmuştur. 1960’larda başlayan hızlı uluslaşma
    süreci, hemen hemen sömürgeciliğin sonunu gösteriyordu. Ve 1989 yılında
    Doğu Avrupa’da başlayan rejim değişikliği, ve soğuk savaşı simgeleyen
    Berlin Duvarı’nın yıkılması ile II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan süreç
    sona ermeye başladı.

    Sputnik Olayı, 1957
    Sovyetler Birliği’nin 4 Ekim 1957’de yapay bir uyduyu, yani Sputnik’i
    uzaya yerleştirmesi. Bu başarı Sovyetler Birliği’nin 1949 yılında atom
    gizlerini elde etmesinden sonra, şimdi kıtalararası füze yapımını da
    gerçekleştirdiğini vurguluyordu. Sovyetler Birliği o ana kadar, atom
    silahına sahip olmasına rağmen, bu silahı ABD’nin topraklarına kadar
    fırlatacak teknikten yoksundu. Şimdi bir yapay uyduyu uzaya yerleştiren
    Sovyetler Birliği, aynı füzenin ucuna atom silahını da kolaylıkla
    yerleştirebilirdi. Bu olay ABD ve NATO’nun stratejilerini temelden
    değiştirmiştir. Bu olaytan sonra ABD, Sovyetler Birliği’ne yakın olan
    müttefiklerinin topraklarında Orta Menzilli Güdümlü Füze
    (IRBM-Intermediate Range Ballistic Missile) yerleştirmeyi düşünmüştür.
    Sri Lanka Konferansı, 1976
    Bağlantısız ülkelerin devlet ya da hükümet başkanlarının Sri Lanka’nın
    başkenti Colombo’da (yeni adı Srilanka) yaptıkları toplantı. 1975 yılında
    Peru’nun başkenti Lima’da yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında yeni
    tam üyelik ve gözlemcilik teklifleri ele alınmış, uluslararası para
    sisteminin yeniden düzenlenmesi konusu görüşülmüştü. Bağlantısızlar
    Koordinasyon Bürosu’nun 1976 yılı başlarında yaptığı toplantıda aynı konu
    önem taşırken, aynı yılın Temmuz ayında Hindistan’ın başkenti Yeni
    Delhi’de yapılan bir başka toplantıda da Bağlantısız ülkelerin kitle
    iletişim araçları ile ilgili konularda yapabilecekleri işbirliği üzerinde
    durulmuştur. Zirveden önce Sri Lanka’nın başkenti Colombo’da yapılan
    Dışişleri Bakanları toplantısında konferansa çeşitli statülerde katılacak
    ülkeler belirlenmiş ve Koordinasyon Bürosu’nun on yedi olan üye sayısı
    yirmi beşe çıkarılmıştır. Konferansta, Bağlantısızlar hareketinin genel
    durumu, bazı sömürgelerin bğımsızlıklarına kavuşmaları, Güney Afrika ve
    ırk ayrımı sorunu, Ortadoğu ve Filistin sorunu, Hint Okyanusu ve Kore’nin
    silahtan arındırılması konuları görüşüldü. Kıbrıs sorununa ilişkin olarak
    da, Türkiye’nin tamamen aleyhine bir ifade siyasal bildirgede yer
    almıştır.

    Stalin, Josif
    Asıl adı Joseb Vissarionoviç Cugaşvili (Doğumu 21 Aralık 1879; ölümü 5
    Mart 1953). Sovyetler Birliği Genel Sekreteri (1922-53) ve SSCB Başkanı
    (1941-53). Çeyrek yüzyıl boyunca sınırsız bir otoriteyle yönettiği SSCB’yi
    dünyanın en güçlü ülkeleri arasına sokmuş, Stalinizm adıyla anılan
    ekonomik ve siyasal düşünce ve uygulamaları 1980’lerin sonlarına değin
    sosyalizm tarihine damgasını vurmuştur. Kurumsal olarak, dünya devrimi
    olmadan da Sovyetler Birliği’nin ayakta durabileceği inancıyla “tek bir
    ülkede sosyalizm” fikrini ortaya attı. Bu öğreti, işleri çekip çeviren
    orta kademe parti kadrolarınca benimsendi.
    Stalin, 1928’de Lenin’in Yeni Ekonomik Politikasına (NEP) son vererek,
    birbirini izleyen beş yıllık planlarını sıkı merkezi disiplinli altında
    hızlandırılmış, sanayileşme programı başlattmıştır. 1937’de SSCB toplam
    sanayi üretiminde ABD’nin ardından dünyada ikinci sıraya yerleşti.
    II. Dünya Savaşı’nda Stalin hiç umut vermeyen bir başlangıcın ardından
    büyük iradesi, enerjisi ve örgütleyiciliği ile savaşan tarafların üst
    yöneticilerinin en başarılısı oldu. Bu dönemde Sovyetler Nazizme karşı
    zikzaklı bir politika izledi. Savaş içindeki ve sonundaki düzenlemelerde
    başrol oyuncularındandı.
    Stalin, resmi açıklamaya göre, bir beyin kanaması geçirerek öldü.
    Stoica Planı, 1957
    1957 yılında Romanya Başbakanı Chivu Stoica, kendi adı ile anılan ve
    Balkanlarda işbirliğini savunan bir plan ortaya attı. 17 Eylül 1957
    tarihinde açıklanmış bulunan planın önemli noktaları şunlardır:
    1-Balkanlardaki ekonomik ve kültürel gelişmenin şu aşamasında, bölge
    ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişme ve güçlenme imkanları çok
    büyüktür. 2-Balkanların bazı devletleri arasında çözülmemiş anlaşmazlıklar
    vardır, ama bunlar işbirliğini engellememelidir. 3-Ekonomik işbirliğinin
    geliştirilmesi Balkan ülkelerinin yararına olacaktır ve bu yüzden ortak
    ekonomik girişimlerde bulunulmalıdır. 4-Balkan halkları arasında kültürel
    bağlar güçlendirilmelidir. Stoica Planın önemli bir özelliği nükleer
    silahlardan arındırılmış Balkanlardan söz etmemesidir.
    Stoica, 1959 Haziran’ında işbirliği önerisini tekrarladı. Bu önerinin
    önceki plandan üç farklı özelliği vardır. 1-Balkanlarda nükleer
    silahlardan arındırılmış bir bölge kurulmasını öngörüyordu. Burada amaç
    ABD’nin, Türkiye, Yunanistan ve İtalya’ya yerleştirmiş olduğu füzelerdi,
    bunların sökülmesini amaç edinmişti. 2-Bu planın arkasında Sovyet desteği
    birincisinden çok daha açık ve güçlüydü. 3-İşbirliğinin alanı İtalya’yı da
    alacak bir şekilde genişletilmişti.
    Stratejik Savunma Girişimi (Strategic Defence Initiatives-SDI)
    Yıldız savaşları olarak da bilinir. SSCB’nin olası nükleer saldırısına
    karşı ABD yönetimince tasarlanan stratejik savunma sistemi.
    SSCB’nin kıtalararası balistik füzelerinin uçuşlarının çeşitli
    aşamalarında yok etmeye yönelik olan SDI, üzerinde hala çalışılması ve
    geliştirilmesi öngörülen sistemleri gerektirmektedir. Sistemin esası,
    uzaya ve yeryüzüne konuşlandırılmış lazer savaş istasyonlarının yok edici
    ışınlarını, çeşitli yöntemlerle hareketli Sovyet hedeflerine yöneltmesine
    dayanmaktadır. Sistemin bir başka önemli öğesi, havadan ve yerden
    fırlatılan füzelere nükleer olmayan öldürücü mekanizmalar ekleyerek,
    ABD’ye ait kıtalararası balistik füze siloları gibi ana hedefler
    çevresinde yoğunlaştırılmış bir geri savunma kademesinin oluşturulmasıdır.
    Ayrıca Sovyet saldırılarını ortaya çıkarmak için yeryüzüne, gökyüzüne ve
    uzayayerleştirilecek alıcılarda radar, optik araçlar ve kızılötesi ışın
    gibi tehdit algılayıcı sistemler kullanılması öngörülmektedir.
    ABD Kongresi 1980’lerin ortalarında konuyla ilgiliçalışmalar için gerekli
    fonu onayladı. Ama program, doğuracağı askeri ve siyasal sonuçlar ve
    teknik uygulanabilirlik açısından silah uzmanları ve devlet görevlileri
    arasında tartışmaya yol açtı. SDI’yi savunanlar etkili bir savunma
    sisteminin olası bir Sovyet saldırısını caydıracağını öne sürmektedir.
    Programa yöneltilen eleştiriler ise, bu sistemin ABD’yi tümüyle bir
    nükleer saldırıdan koruyamayacağı, programın her iki süper gücü hem
    savunma, hem saldırı alanında çok pahalı bir yarışmaya sürükleyeceği,
    program iki süper gücü de birden fazla antibalistik füze üssünü yasaklayan
    1972 tarihli Antibalistik Füze Antlaşması’na ait 1974 Protokolü’nü
    tehlikeye düşürecek ve genelde, silahların sınırlandırılmasına yönelik
    anlaşmaların gerçekleşme olasılığını zayıflatacaktır.

    Stratejik Silahların İndirimi Antlaşması (START)
    1980’de ABD Başkanı olan Ronald Reagan, başlangıçta SALT II antlaşmasına
    karşı bir tutum takınmasına karşın, büyük ölçüde NATO’nun Avrupalı
    müttefiklerinden gelen baskılar karşısında Stratejik Silahların
    Azaltılması Görüşmeleri (START) adıyla bilinen bir öneride bulundu ve ABD
    ile Sovyetler Birliği arasında 1982 Haziran’ında Cenevre’de görüşmeler
    başladı. Ancak, NATO’nun Avrupaya Cruise ve Pershing II gibi orta menzilli
    füzeler yerleştirmesi ve Reagan’ın uzayda füze savunması temeline
    dayananStratejik Savunma irişimi (SDI)çalışmalarını başlatması üzerine
    Sovyet tarafı görüşmelerden çekildi.
    1985 yılında yeniden başlayan START görüşmeleri daha kolay anlaşmaya
    varmak için üç ayrı bölüme ayrıldı. Stratejik nükleer silahlar, orta
    menzilli füzeler ve uzay silahları. İki önderin 1986 Ekim’inde katıldığı
    Reykjavik zirvesinde görüşmeler, Reagan’ın SDI’da ısrarı yüzünden başarıya
    ulaşamamışsa da, 1987’de orta menzilli füzeler üzerinde anlaşmaya
    varılmasıyla START’ın önündeki engeller kalktı. Sovyetler Birliği, 1989
    Eylül’ünde SDI konusunda yumuşamadı ve ABD’nin yeni Başkanı George Bush’a
    görüşme önerisinde bulunuldu. İlk önder 1990 Haziran’ında Washington’da
    bir araya gelerek START kapsamına giren konularda bir ön anlaşmaya
    vardılar. ABD ile Sovyetler Birliği’nin savaş başlıkları sayısının
    12.000’den 9.000 dolayına indirilmesi öngörülmekteydi. 31 Temmuz 1991’de
    Moskova’da Bush ve Gorbaçov START I Antlaşmasını imzaladılar. Anlaşma, ABD
    ve Sovyet stratejik nükleer güçlerinde yaklaşık %25 ile %30 oranında bir
    indirime gidilmesini öngörüyordu. Buna ek olarak, anlaşma koşullarına
    uyulup uyulmadığını izlemek üzere geniş ve önceden izin almayı
    gerektirmeyen bir yerinde denetim sistemi kurulacaktır.

    Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri (SALT)
    Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri (Strategic Arms
    Limitation Talks-SALT) A.B.D. ile Sovyetler Birliği arasında stratejik
    nükleer silahların, fırlatma sistemlerinin ve bunlarla ilgili saldırı ve
    savunma silah sistemlerinin denetimi üzerinde anlaşmaya varmak amacına
    yönelik çabalardır. SALT görüşmeleri ilk olarak 1969 yılında Helsinki’de
    başladı. Başlangıçtaki amaç, tarafların o sırada yapmayı tasarladıkları
    füze-karşıtı silah sistemlerinin (Anti-Ballistic Missiles-ABM)
    sınırlandırılması ya da tümüyle ortadan kaldırılmasıydı. Daha sonra şu
    konular da görüşmeler içine alındı: Nükleer denemeleri kapsamlı bir
    biçimde yasaklama, belirli bölgenin silahlardan arındırılması, belirli
    tipte nükleer silah fırlatma sistemlerinin sayılarının sınırlandırılması,
    çok başlıklı nükleer füzelerin (MIRV) sayısına bir tavan konması,
    füze-karşıtı silah depo alanlarının azaltılması ve sınırlı savaşın genel
    bir nükleer savaşa doğru tırmanmasından kaçınılması.

    Stresa Antlaşmaları, 1935
    Almanya’nın Versay Antlaşmasının en önemli hükümlerini tek taraflı olarak
    feshetmesi üzerine imzalanan antlaşmalar. Almanya’nın Versay hükümlerine
    aykırı bir şekilde silahlanması sonucu Fransa, İtalya ve İngiltere
    arasında, 14 Nisan 1935’te Stresa Antlaşmaları imzalandı. Almanya’ya karşı
    ortak bir cephe kuran bu antlaşmalar, Almanya’nın hareketini belirtiyor
    protesto ediyor, Locarno anlaşmalarına olan bağlılığı ve Avusturya’nın
    bağımsızlığını koruma amacını ifade ediyordu.

    Süveyş Bunalımı, 1956
    Mısır Devlet Başkanı Genel Abdülnasır’ın 1956 Temmuz ayında Süveyş
    Kanalını millileştirmesiyle ortaya çıkan bunalım. Bu davranışla, Batı
    Avrupa’nın petrol yolu artık Nasır’ın denetimi altına girmiş ve özellikle
    Fransa ve İngiltere için çok karlı olan Kanal Şirketi elden çıkmıştır.
    Sorunu çözmek için toplanan Londra Konferansı (Ağustos 1956) ve B.M.’den
    çözüm çıkmadı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Kanal bölgesine ortak bir
    harekat düzenlemeyekarar verdiler. Bu iki devlet Mısır’a karşı hava
    saldırısına giriştiler ve 5 Kasım’da hava saldırısı yerini paraşütçü
    birliklerinin indirilmesine bıraktı. ABD ve SSCB bu açık saldırıya karşı
    BM’de cephe aldılar. Bu baskılar karşısında önce İngiltere, daha sonra da
    Fransa geri çekildi. Mısır bu olaydan sonra Kanal üzerinde tam denetim
    sağladı.

    Sykes-Picot Antlaşması, 9 Mayıs 1916
    I. Dünya Savaşı sırasında, İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Osmanlı
    Devletinin paylaşılmasını öngören gizli antlaşma. 1915’te Arabistan
    yarımadasını ele geçiren İngiltere, Osmanlı devletine karşı ayaklanan
    Mekke Şerifi Hüseyin’i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde
    kendisine bağımlı bir Arap devleti kuracaktı. Fransa böyle bir plana karşı
    çıkıp İngiltere’ye baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi.
    Rusya’nın onayı ile imzalanan bu antlaşmaya göre; I-Rusya’ya, Trabzon,
    Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı, II-Fransa’ya,
    Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye
    kıyıları, III-İngiltere’ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Güney
    Mezopotanya verilecekti ve IV-Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği
    topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz
    denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak V-İskenderun serbest liman
    olacak VI-Filistin’de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir
    uluslararası yönetim kurulacaktır.
    Şam Deklarasyonu, 5 Mart 1991
    5 Mart 1991’de Irak’ın Kuveyti işgaline karşı oluşturulan Müttefik ülkesi
    Dışişleri Bakanları Şam’da biraraya geldiler. Mısır, Suriye ve Körfez
    İşbirliği Konseyi ülkeleri arasında yapılan görüşmeler sonunda yer alan
    bildirgede “Körfezde güvenliğin sağlanması için bir Arap barış gücü ve
    entegre savunma sisteminin kurulması” kararı alındığı belirtilmekteydi.
    Şovenizm (Chauvinism)
    Aşırı milliyetçilik. Napolyon’un askerlerinden Nicholas Chauvin, liderine
    ve ülkesine körü körüne bağlılık göstermiştir. Bu dönemden itibaren de
    aşırı nitelikte, başkalarına hayat hakkı tanımayan türden bir
    milliyetçilik anlayışı “şovenizm” olarak adlandırılmıştır. II. Dünya
    Savaşı öncesinde Nazi Almanyası’ndaki Alman milliyetçiliği şovenizmin
    belirgin örneklerindendir.

    Tahran Konferansı: bkz. İkinci Dünya Savaşı
    Tamamlanmamış Nükleer Yayılma Sistemleri
    ABD ve Sovyetler Birliği (Rusya) dışında başka ülkelerin de nükleer güce
    sahip olduğu sistem. ABD ve Sovyetler Birliği’nin (Rusya) yanı sıra diğer
    güçlerin de minimum nükleer caydırma kapasitesi vardır. Bu sistemde, küçük
    güçlerin büyük güçlerle veya birbirleriyle ittifaklar oluşturması
    olasıdır. Savaşlar sınırlı nitelik taşımakla birlikte, uluslararası
    sistemdeki gerginlik ile yerel ve diğer ülkelerin içişlerine karışma
    eğilimi artmakta ve uluslararası hukuk normlarına uyulma eğilimi de
    azalmaktadır.

    Tarafsızlık Kanunu, 1935
    ABD’nin kriz içindeki Avrupa ile diplomatik ilişkilerini belirlemesine
    ilişkin kanun. 1933’ten itibaren. Avrupa’nın kriz içinde olması karşısında
    ABD, Avrupa diplomasisinin bu krizler içine sürüklenmekten korkmuş ve
    yalnızcılık politikasına daha fazla bağlanmıştır. Bunun için 1935 Ağustos
    ayının içinde “Tarafsızlık Kanunu” çıkarılmıştır. Bu kanuna göre bir savaş
    durumunda Başkan, savaşan taraflara silah ve malzeme satılmasını
    yasaklayabilmekteydi.