Türkiyenin ihracat pörtföyü ( Biz Osmanlı Olmamız Lazım )

İhracatta rekor üstüne rekor kıran Türkiye’ye, çok değişik ürünler için talep yağarken, genişleyen ürün yelpazesi içinde, köpek kılından kedi bağırsağına kadar mal ithal etmek isteyenler bulunuyor.
Ekonominin lokomotifi olarak gösterilen ihracat 2005 yılında 73,4 milyar dolar ile cumhuriyet tarihinin rekorunu kırarken, kuzeyden güneye, doğudan batıya kadar birçok ülkeden, Türk ürünlerine talep yağıyor.
Nargileden seccadeye, Kuranıkerim’den kadın saçına,dansöz kıyafetine, tabuttan nazar boncuğuna, pırasa yağından, semazen terliğine, kadayıftan prezervatif makinasına kadar çok sayıda ilginç mal isteniyor.
Toplam 228 ülkeye dönük, yaklaşık 20 bin çeşit ürün ve 40 bin 304 ihracatçı firma ile dünya ticaret sahnesinde yer alan Türkiye, sanayi, tekstil, konfeksiyon, demir-çelik ve tarımsal ürünleri gibi klasik ürünlerin dışında, akla gelmeyecek kadar ilginç ürün talepleriyle karşılaşıyor.
İhracatı Geliştirme Merkezi (İGEME) bültenleri ile çeşitli ihracat kuruluşlarından derlenen verilere göre, gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra, gelişmiş ülkeler de artık teknoloji ağırlıklı otomobil, buzdolabı, televizyon, müzik seti, çamaşır ve dikiş makinesi gibi Türk mallarını talep ediyorlar.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) raporlarına göre, dünyanın en büyük pazarlarından biri olarak Almanya ve ABD pazarının miktar ve kalem olarak Türk ürünlerine talebi daha fazla olurken, bunu İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya, İsrail ile Arap ülkeleri başı çekiyor.
Belize, Virgin Adaları, Ceuta ve Mellilla, Lesotto, Mayotte, Tuvalu, Virjin Adaları, Sao Tome ve Principe, Pitcairn, Kape Verde, Cayman Adaları gibi, haritada yeri bile zor bulunabilecek ülkeler de, Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkelerden bir kaçı.

NARGİLEDEN, KADIN SAÇINA…
Uzun yıllar boyunca, Türkiye’den alışılagelmiş ürünleri talep eden uluslararası piyasalar, son yıllarda nargileden kilime ve oyalara, yufkadan nazar boncuğuna, dansöz kıyafetinden yöresel giysilere, namaz takkesinden tabuta, ikinci el giysilere, kadın saçından kına, çömlek, kuş tüyü yorgana hatta köpek kılı, kedi ve koyun bağırsağı ile kayısı ve kiraz çekirdeğine kadar çok sayıda ilginç mal istiyorlar. Türkiye’de basılan Kuran’a da Avrupa ülkelerinden yoğun talep geliyor.
Türk ihracatçıları, gelişen dünya pazarlarında ve çetin rekabet ortamlarında mallarını satma çabası verirken, Çin’e rağmen, Türkiye’ye özgü malların ihracında ise ülkenin rakipsizliği tartışılmıyor. Dünyanın birçok ülkesinden, geleneksel Türk yemekleri ve Türk yemek kitapları, milli içecek sayılan rakı ve boza, Türk lokumu, döner bıçağı, çemeni, sucuğu ve baharatları talebi de geliyor.
Sektör temsilcileri, Türkiye’de özgün malların kar marjının yüksek olduğunu fakat ihraç edecek ihtisaslaşmış ve organize olmuş şirketlerin az bulunduğunu belirttiler.

GELEN TALEPLER
Türkiye’ye gelen ilginç mal taleplerinden bazıları şöyle:
ABD: Kuluçka makinası, pipo, meyan kökü, mendil, gümüş eşya ve mücevherat, salça, dansöz kıyafeti ve otantik giysiler, çömlek, baharat.
Almanya: Silah, tavuk bacağı, fındık, çörek otu yağı, şal, lens, gözlük.
Fransa: Doğada çıkan bitkiler, yabani mantar, geleneksel Türk yemekleri konserveleri, örme giyim, antika, sakız hammaddesi, jilet, kemik yağı, tıbbi malzemeler, Türk yemekleri kitabı, saksı, ütü masası, defolu mallar, kayısı, kiraz çekirdeği, dondurulmuş balık.
İtalya: Şifalı bitkiler, mantar, gazyağı, ampul, yılan balığı, keçi kılı, şamdan, çelenk.
İngiltere: Tahin, helva, namaz takkesi, seccade, muhtelif Türk sosları, Kuranıkerim, tütsü, termometre.
Hollanda: Hasta sedyesi, döner makinaları ve bıçağı, Türk motifli ev dekorasyonu eşyaları, kilim, gübre, mayo, kuş üzümü, cevizli sucuk, Türk işi geleneksel kumaş ve halı.
Hindistan: Zirai ilaç, oto yedek parçaları, çiçek, gıda maddeleri, manuel daktilo, nargile çubuğu, küllük, şamdan, koyun yünü.
Güney Kore: Tuvalet ve banyo aksesuarı, hayvan yemi, silikonlu demir, nargile, hoparlör, kedi bağırsağı, pırasa yağı, tavuk bacağı, balık yemi.
Rusya: Çanta, ev gereçleri, ressam gereçleri, hurda, gübre, prezervatif ve prezervatif makineleri, deniz tuzu.
Yunanistan: Tabut, düğün ve vaftiz davetiyesi, kadın saçı, gelinlik, tespih boncuğu, çamaşır lastiği, nargile, antika, dalgıç ve dalış aletleri, Türk hamamı malzemeleri, çiklet, çocuk maması, plastik çöp torbası, diş fırçası, bulaşık teli, kadayıf.
İspanya: Kuş, lahana turşusu, bayrak, ayna, çerçeve, yufka ve hamur işi, çakmak, mum, balon, dantel, dondurma külahı, yabani mantar, tuvalet kağıdı.
İsviçre: Canlı kurbağa, sıhhi banyo ve mutfak malzemeleri, traverten taş, şırınga, plaj malzemeleri, silah aksesuarı, her türlü sürüngen hayvan, avcı kıyafetleri, bulaşık bezi, idrar torbası.
Portekiz: Şapka, anahtarlık, çakmak, plastik hortum, çocuk bezi.
Danimarka: Pipo, dantel, mutfak eşyaları, kadın saçı, kan torbası, çiçek yetiştirmek için toprak, haşhaş tohumu.
Macaristan: Deniz tuzu, kuru soğan ve sarımsak, plaj çantası, trafik işaretleri, ilan panosu.
Birleşik Arap Emirlikleri: Veteriner ilaçları, teneke kutu, hediyelik eşyalar, şekerli gıdalar, lokum, çikolata ve gofret, saksı, kullanılmış oto lastiği, yoğurt, mum, çöp kutusu, kan ve idrar torbası, sanat ürünleri, çatal-bıçak takımları, sucuk.
Japonya: Nazar boncuğu, bujiteri ürünleri, namaz takkesi.
İran: Başörtüsü, alkolsüz meşrubat, binicilik malzemesi, at nalı ve çivisi, gül yağı, boya, kağıt, kadayıf, mobilya.
Doğu Afrika: Tıbbi malzemeler, elektronik malzemeler, hayvan kapanları, ikinci el giysiler, donmuş et, kümes hayvanları.
Pakistan: Jogging giysisi.
İsrail: Oryantal dans kıyafetleri, göğüs pedi, gece elbisesi, tekerlekli sandalye, baston, kıble yönünü gösteren pusula, kadın saçı.
Endonezya: Seccade, meze, semazen terliği.
İsveç: Zar ve zar kutusu.
Suudi Arabistan: Yaprak sarması, emniyet kemeri.
Kuveyt: Buzağı maması, süt sağma makinası, abiye kıyafet, başörtüsü.
Mısır: Güneşte kurutulmuş maydonoz tozu.
Azerbaycan: Oltu taşı

milliyet

Mustafa Kemal’in Ölümü Sirozdan Değil!

Hafta sonu Ceyhan Mumcu’yu dinledim. Konu AB’nin Kemalizm’e bakışıydı. Konuşmasına Attila İlhan’ı anarak başladı. Onun aydınlanma etkinliklerine editörlük yaptığından söz etti. “Parola vatan, işareti namus” sözünü yeniden gündeme getirişini anlattı. Bu söz İzmir’de şehitlik anıtının taşında Arapça harflerle yazılmış biz sözdü. Attila İlhan o yazının tozlarını parmaklarıyla silmiş, yeniden gündeme taşımıştı.

Konuşmasının sonunda sorular-yanıtlar bölümüne geçildi. Ceyhan Mumcu’ya Attila İlhan’ın bir dergide yayınlanan kendisiyle yapılan röportajda “Atatürk’ün nasıl öldüğü araştırılmalıdır” dediğini anımsattım. “Bu sözünü onun vasiyeti kabul etmek gerekir. Sizin bu konuda bir bilginiz var mı?” diye sordum. Aldığım yanıtı okurlarımla paylaşmak istiyorum.

Bir deniz tabip albayın bu konuda yaptığı doktora tezi vardır. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal’dir.

Durumu iyice fenalaştıktan sonra Celal Bayar’ın ısrarı ile dışarıdan bir doktor getirilir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur.

İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştü.

Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi?

Büyük Millet Meclisinde ölüm raporu gündeme getirildi. Mason locaları 1935’de kapatılmasına rağmen Mecliste hala mason milletvekilleri vardı. “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir. Arkasından Yeşilay icad edilir, tarih kitaplarına da böyle girer…

Ceyhan Mumcu’dan bunları duyduktan sonra ne yapmam gerekir diye düşündüm. İlk işim bu bilgiyi okurlarımla paylaşmak.

Şimdi bu bilgiler elimizde ve biz çocuklarımızı terbiye edeceğiz diye, yüce önderimizin hakkındaki bu yalanla O’nu halkımızın gözünde küçültmeye devam edecek miyiz?

Okul kitaplarından Atatürk’ü çıkartmak için elinden geleni yapan AB, bu düzeltmeyi yapmamıza izin verir mi? Demek ki kendi kitaplarımızı kendimiz yazmak zorundayız.

En çok satılmakta olan “Şu Çılgın Türkler” kitabı belli ki bir boşluğu dolduruyor. Demek ki; halkımız şiddetle kendi tarihiyle ilgili doğru bilgilere ulaşma ihtiyacı duyuyor.

Neyse ki Türk ulusu ATATÜRK’ünü hala çok seviyor, hiçbir yalan O’nu gözden düşüremiyor!

Bu yazıya Sayın Yılmaz Dikbaş’ın bir eklemesi oldu onu da aşağıya aktarıyorum;

Başka bir gerçek daha var: Atatürk’ün en yakınlarının anılarını okuduğunuzda, Atatürk’e siroz hastası olduğunun söylenmemiş olduğunu görürsünüz! Hastalığının adı, tanımı, Atatürk’ten saklanmıştır!

Asker, siyasetçi ve devrimci olarak her zaman gerçeklerle yüzleşerek her zaman gerçek olan olguları hesaba katarak yürümüş olan Atatürk’ten, hastalığının adinin gizlenmiş olmasının mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

Daha su yüzüne çıkarılacak çok şey var!

(Mahiye Morgül – Antiemperyalizm.org)

Ay’a ayak basildi mi?

1957 Ruslar Uzaya ilk uyduyu gonderdi. Boylece ABD’nin bir adim onune gecmis oldu. Ardindan uzaya ilk insani da gonderdi. ABD’ye bu yarista one gecmek icin tek bir yol kaldi. AY’A AYAK BASMAK. Goruntulere ve belgelere bakilirsa 20 Temmuz 1969’da bunu basardilar. Ancak fotograflara ve o gunlerin sartlarina bakilinca bazi supheler ortaya cikiyor. Neil Astrong kendisi icin kucuk insanlik icin buyuk adimi atti mi? Yoksa hersey bir senaryo mu?

YIL 1969

  • 60’larin sonunda 70’lerin basinda teknoloji birikimi ne kadardi?
  • O zamanin bilgisayarlari tirlarla tasiniyordu, uzay aracina nasil sigdi?
  • Eger Amerikalilar o zamanin teknolojisi ile Ay’a gidebildilerse simdi Mars’ta koloni kurmalari gerekmez miydi?

    ASTRONOTLAR STUDYOYA INDI

  • Temsili aya inis goruntuleri, genis bir alana kurulu San Benardino yakinlarindaki Norton Hava Üssünde gerçekleştirildi

    KANIT FOTOGRAFLAR

  • Fotograflardaki astronotlarin gölgeleri neden farkli boyutlarda? Oysa Ay üzeride tek isik kaynagi var.

    NASA’ya gore: “Ay yuzeyini bir tepsi gibi dusunursek golgelerden suphelenmekte hakliyiz ancak ancak Astronotlarin bir yamacta oldugunu ve farkli seviyelerde oldugunu dusunursek golgelerin uzunluklarinin ayni olmamasi normal. Ayrica burasi bir studyo ise neden tek golge var?”

  • Modulun altinda niye iz yok? Teknik ozelliklerine bakilirsa Ay modulunun roketi yaklasik 1.5 ton basinc cikariyordu. Ay yuzeyi tasli ve tozlu ise modulun altinda kucuk bir krater olusmasi gerekmez miydi?
  • Ay’da atmosfer yok, oyleyse neden tum fotograflarda hic yildiz gorunmuyor? Gokyuzu neden simsiyah?

    NASA’ya gore: “Fotografla ilgilenenler bilirler, fotografta alan derinligi yani netligi odakladiginiz bolum vardir. NASA yetkilileri bu fotograflarda netligin on plandaki nesnelere gore ayarlandigini yildizlarin da bu yuzden gorunmedigini savunuyor.

  • “Man on the Moon” fotografinda ufuk cizgisine yaklastikca karanligin arttigi goruluyor. Oysa atmosferi olmayan Ay’da ufuk cizgisinin daha keskin ve parlak olmasi gerekir.
  • NASA’nin aciklamasina gore Ay’a Neil Amstrong ve Buzz Aldrin ayak basti. Peki fotografta gorulen ucuncu kisi kim? Ya da orasi neresi?

    KOMIK OLMAYIN BEYLER ORASI AY!..

  • Verilere gore Ay yuzeyindeki gunduz sicakligi 260-280 Fahrenayt. Bu sicaklikta dunyada kullanilanlardan farkli gorunmeyen film makinesi nasil erimiyor?
  • Ayin karanlik yuzundeki hava sicakligi -40 dereceye kadar ulasiyor. Bu sicaklikta elektrikli cihazlarin calismadigi biliniyor (en azindan o tarihlerde oyleydi). Diger taraftan gunese donuk tarafa geciste isi farki nedeniyle cisimlerde esneme ve kirilmalar olur. Astronotlar ve ekipmanlar buna nasil dayanabiliyor?
  • Ay’daki yercekimi Dunya’kinin 1/6’si kadar. Peki goruntulerde zipladigi gorulen Astronatlar zipladiginda neden bir adimdan oteye gidemiyor?
  • Ay’a gonderilen Apolla Uzay araci saatte 6 bin km hizla hareket eden metorlar arasindan parcalanmadan Ay’a nasil gitti ve geri dondu?

    PEKİ NEDEN KANDIRILDIK?

    CUNKU: ABD yönetimi, uzay calismalari icin 30 milyar dolara yakin para harcadi. basarisiz olunsaydi halk vergilerinin hesabini soracakti. Oysa Ay’a ayak basilinca butce onlarca katlandi.

    CUNKU: O gunlerde ABD hukumetinin uzerine Vietnam savasinin kara bulutlari cokmustu. Gundemin degismesi gerekiyordu. Astronotlar Ay’a gidince akillar da Ay’a gitti. Ve savaş unutuldu. Inanmayanlar tarih kitaplarina baksin. Ve iki olayin ne kadar eşzamanli oldugunu gorsunler.

    CUNKU: SSCB uzay yarisinda onde gidiyordu. One gecmek icin tek yol Ay’a ayak basmakti.

  • Fatih Sultan Mehmet & Kont Drakula

    Bu yazıda, gerçeklerle efsanelerin birbirine iyice karıştığı karanlık bir çağda, yakından tanıdığımız iki ünlü tarihsel simanın kan kardeşliğiyle başlayıp ölümcül bir düşmanlıkla noktalanan sıradışı öyküsüne konuk olacağız. Bir cephesinde “Cihan Fatihi” namlı Sultan Mehmet, diğer cephesinde ise “Kazıklı Voyvoda” namlı Romen Prensi Vlad Tepeş’in yer aldığı son derece trajik bir öykü bu… Öyle her yerde okuyamazsınız, o yüzden tadını çıkartın!

    Geçtiğimiz haftanın ortalarında bazı gazetelerimizde Romanya mahreçli ilginç bir haber yayımlandı. Habere göre, Romen Turizm Bakanlığı, başkent Bükreş yakınlarında “Dracula Parkı” adını taşıyacak bir eğlence merkezi açmayı planlıyormuş. Hani şu “Disneyland” türü yerlerden biri…

    Korku edebiyatına meraklı olanların da hemen anımsayacağı gibi, sinemanın ölümsüz vampiri Kont Dracula İrlandalı yazar Bram Stoker’ın aynı adlı romanından doğmuştu. Öte yandan Stoker’ın da bu kahramanı dünya edebiyatına kazandırırken, biz Türklerin tarih kitaplarında “Kazıklı Voyvoda” olarak andığımız ünlü Eflak Prensi Vlad Tepeş’ten esinlendiği günümüzde konunun meraklılarınca gayet iyi biliniyor.

    Malûm, Vlad düşmanlarını kazığa oturtması ve onların kanını içmesiyle nam salmış bir tarihsel kişilikti. “Dracula Parkı” projesinin mimarlarının hedefi de kurulacak parkın içindeki bütün etkinliklerin bu vampir esprisine uygun olmasıymış. Sözgelimi, turistlere kan renginde pudingler, beyin şeklinde tatlılar falan satmayı planlıyorlarmış. Ve tabii Dracula’yı Dracula yapan şu ünlü kazıkların da hemen her köşeyi süsleyeceği belirtiliyordu sözkonusu haberde…

    “Liberal piyasa ekonomisi” tam olarak böyle birşey işte. Ardında yoğun bir trajedi barındıran en istisnai tarihsel olayları ve kişilikleri bile gün gelir para için hiç acımadan soytarıya çevirir. Hele de Vlad’ı yüzyıllardır su katılmamış bir “ulusal kahraman” olarak gören Romenlerin böyle bir işe kalkıştığını gördükten sonra, vahşi kapitalizmin bu yıkıcı kudreti konusundaki endişelerim artık iyice arttı.

    Yakın geçmişte bir belgesel film çekimi kapsamında Transilvanya’yı ziyaret edene dek, doğrusunu söylemek gerekirse benim de Vlad Tepeş’e ilişkin bütün tarihsel malûmatım lise kitaplarından öğrendiklerimle sınırlıydı. Ancak, Karpatlar’da çıktığım o gizemli yolculuğun sonunda, öğrencilik yıllarında adını her okuduğumda gözümün jönünde daima canavara yakın bir surette belirten bu ürkütücü insanın gerçek öyküsünü öğrenme fırsatını elde ettim. Evet, Vlad’ın, bizim okul kitaplarının yazdığından çok daha derin ve trajik bir bağı vardı Osmanlı Devleti’yle. Üstelik, bu bağ, Fatih Sultan Mehmet Han ile çocukluk arkadaşlığına, hatta bir çeşit “kan kardeşliğine” dek uzanıyordu.

    Hemen belirteyim ki bu soluk kesici tarihsel öyküyü, Romanya’da çıktığım renkli yolculuk boyunca bana kılavuzluk yapan son derece aykırı bir adamdan, “Transilvanyalı Dracula Derneği'”nin egzantrik başkanı Nicolae Paduraru’dan öğrendim. Kurduğu dernekten de anlaşılacağı üzere aklını Kazıklı Voyvoda ile bozmuş olan Bay Paduraru, Türklerin Vlad’ın hazin öyküsünün önemli bir bölümünde sürekli ön planda olmalarından dolayı, yalnız Romanya tarihini değil aynı zamanda Osmanlı tarihini de yemiş yutmuş “profesör zihni sinir” tipinde bir adamdı. Romanya topraklarında bir hafta süren çalışmamız boyunca da bana Türk-Romen ortak tarihinin derinliklerinden hiç bilmediğim ve duymadığım nice garip olaylar aktardı. Bu alandaki derin bilgi birikimiyle şöhreti ülkesinin sınırlarını aşan Paduraru’ya, şimdilerde History Channel’de vampir efsanelerinin incelendiği bir belgesel programda da sık sık rastlıyorum.

    Bükreş’ten başlayan yolculuğum sırasında, Kazıklı Voyvoda’nın hayatında dönüm noktası oluşturan bütün ana duraklara tek tek uğradım. Vlad’ın doğduğu Sighişoara kasabası ve müze olarak korunmakta olan evi, Osmanlı ordusu tarafından kuşatma altına alındığı kuş uçmaz kervan geçmez Poeinari Kalesi ve Snagov gölünün üzerindeki bir manastırda bulunan ürkütücü mezarı, bu duraklardan yalnızca bir kaçıydı.

    Gezimizin bir durağında ise Braşov kentindeki görkemli Bran Şatosu’nu ziyaret ettik. Burası görsel açıdan olağanüstü etkileyici bir yer olmakla birlikte, güzergah ve tarihsel kronoloji itibarıyla Voyvoda’nın öyküsüyle pek örtüşmüyordu. Gezdiğimiz şatonun Vlad’ın serüveninde ne gibi bir anlamı olduğunu sorduğum Bay Paduraru bu soruma karşılık acı acı gülerek “Aslında hiç bir anlamı yok” cevabını verdi. “Biz Romenler Amerikalı turizm yatırımcılarının yoğun baskısı altındayız. Bu adamlar yıllardır seyrettikleri şatolu vampir filmlerinden dolayı, turistlere Dracula turu yaptırırken mutlaka heybetli bir şato da görmek istiyorlar. Bizler de mecburen batıdan gelenlere burayı gezdiriyoruz. Aslında Vlad burada hiç oturmadı. Çünkü ömrü boyunca Türklerle savaşmaktan şatolarda keyif çatmaya pek vakit bulamamıştı.”

    Sizin anlayacağınız, öykünün bu deforme edilmiş versiyonunun ilk temelleri, Bran Şatosu’nun efsaneye dahil edilmesiyle, yani benim Romanya’yı gezdiğim 1998’lerde atılıyordu. Para için herşeyi sulandıran kapitalist girişimciler de şimdilerde “Dracula Parkı” gibi numaralarla bu oyunu iyice pekiştirmekteler…

    Bu pazar Amerikan “showbusiness” palavralarını bir kenara bırakıp yine kendi yolumuzdan gidecek, sıradan bir tarih kitabında ayrıntılarına çok zor ulaşabileceğiniz trajik bir öyküyü, Vlad Tepeş ile Fatih Sultan Mehmet Han’ın sonu kan ile noktalanan arkadaşlığının öyküsünü, tamamen alternatif kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle sizlere aktaracağız. Okuduktan sonra şöyle bir düşünün bakalım, İngiliz yazar Tolkien’in bütün dünyayı ayağa kaldıran “Yüzük Kardeşliği” mi daha etkileyici, yoksa bu mu? Üstelik (tarihsel açıdan tam netleştiremeğim bir kaç ayrıntı bir kenara bırakılacak olursa) bu öykü büyük oranda da gerçeklere dayanıyor…

    “Şeytan’ın oğlu” saraya gidiyor

    Türkler, 1431 yılında Orta Romanya’daki Sighişoara kasabasında dünyaya gelen Vlad’ın hayatında, henüz küçücük bir çocuk olduğu günlerden, savaş meydanında son nefesini verdiği ana dek daima en belirleyici unsur oldular. Buna belki de “alınyazısı” demek daha doğru olur.

    Macar kralı Vladislav’ın seçkin birliklerinde yer alan babası Vlad Dracul cengaverliği ve acımasızlığıyla ünlenmiş bir şovalyeydi. Soyadı olarak kullandığı lakabı “Dracul”un Romencede “şeytan” anlamına gelmesi de ona yönelik kitlesel korkunun somut bir ifadesiydi aslında.

    Vladislav’a bağlı diğer bütün seçkin şovalyeler gibi, kılıcında ve zırhında bir ejderha figürü bulunan baba Vlad, giriştiği savaşlarda uçurduğu yüzlerce kafaya rağmen, oğlu doğduğunda bütün babalar gibi pamuk kalpli bir adama dönüştü ve sevinçten bayram etti. Evladını el bebek gül bebek büyütebilmek için de bütün imkanlarını seferber edecekti namlı cengaver…

    Romenlerin “Wallachia” olarak andıkları bu topraklar Sultan 2’nci Murat’ın amansız akınlarının ardından Eflak ve Boğdan adlarıyla Osmanlı’ya bağlanınca, baba Vlad da Türklerin o dönemdeki başkenti Bursa’ya ister istemez bağlılığını iletmek zorunda kalıyordu.

    Osmanlıların fetih politikasında, kazanılan yeni topraklara, merkezden o yöreye yabancı yöneticiler atamak pek sıklıkla başvurulan bir yöntem değildi. Devlet, bunun yerine daha akıllıca bir yola başvuruyor ve ele geçirdiği her yeni diyara yine o bölgelerde doğup büyümüş sadık yerel liderler tayin etmeyi tercih ediyordu. Bu doğrultuda Wallachia’nın sözü geçen soylularının geniş bir istihbaratını yaptıran Sultan Murat Han, onlar arasından Vlad Dracul’un adının ön plana çıktığını görecekti. Bunun üzerine şovalyenin küçük oğlu ile kızı, bizzat babalarının rızasıyla, yetiştirilmek üzere başkent Edirne’ye getirildi. Ablası sarayda “prenses” statüsünde ağırlanırken, gelecekte Eflak ve Boğdan Voyvodası (Osmanlı’da geniş yetkilerle donatılmış, bir çeşit genel valilik rütbesi) olması planlanan küçük kardeş Vlad da seçkin çocuklara verilen özel bir eğitim programına alınıyordu.

    “Ölünceye dek kardeşiz”

    Küçük Vlad, Edirne’yi ve Osmanlı saray hayatını kısa sürede benimser. Murat Han da sarayının koridorlarında ablasıyla birlikte koşturup duran bu küçük konuğun üzerine titremektedir. Gelecekte Osmanlı’nın Balkanlardaki uçsuz bucaksız topraklarını kendisi adına sadakatle yönetecek olan bu zeki Romen çocuğunun her açıdan kusursuz bir eğitim almasını arzulamaktadır Sultan. Türkleri sevmesi için çok geçmeden onun yanına bir de arkadaş verir. Bu kişi, sonradan “cihan fatihi” olarak anılacak olan sevgili oğlu Mehmet’tir.

    Şehzade Mehmet, kendisinden yalnızca bir yaş küçük olan Romen arkadaşıyla yıllar boyunca omuz omuza çok sıkı bir eğitimden geçer. Birlikte en seçkin hocalardan yabancı dil dersleri alır, kılıç kullanmayı, ata binmeyi ve devlet yönetiminin türlü inceliklerini öğrenirler. Zamanla arkadaşlıkları iyice derinleşecektir iki çocuğun. Büyüdüklerinde birbirlerini hiç unutmayacakları ve kanlarının son damlasına kadar destek olacaklarına dair karşılıklı yeminleşir, ardından da kesik parmaklarını birleştirerek “kan kardeşi” olurlar.

    Yıllar geçecek ve yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki arkadaşın yolları zorunlu olarak ayrılacaktır. Vlad seçkin bir yönetici adayı olarak anavatanına geri gönderilir. Babasının 1451 yılındaki ölümü üzerine genç yaşında tahta geçen Sultan Mehmet ise 1453 yılında, İslam aleminin öteden beri en büyük hayali olan İstanbul’un fethini gerçekleştirerek yüce peygamberimizin hadis-i şerifindeki övgülere mazhar olur.

    Onun bu büyük askeri başarısını, yıllar sonra geri döndüğü ülkesinden hayranlıkla izleyen Vlad da yeni başkent İstanbul’a siyasi bağlılığını bildirir. Genç lider bunun üzerine 1456’da Sultan Mehmet Han tarafından Eflak ve Boğdan’a resmen “Voyvoda” olarak atanacaktır.

    Başlangıçta herşey yolunda gitmektedir. Bölgeyi büyük bir başarıyla yöneten Vlad, Osmanlı’nın çıkarlarını içtenlikle korumakta ve devletin vergi gelirlerini düzenli olarak tahsil edip merkeze yollamaktadır. Bunun karşılığında saray da ona her Voyvoda’ya tanınmayan düzeyde çok geniş bir özerklik alanı sunmuştur.

    Ancak, zaman geçtikçe Vlad’a bir haller olmaya başlar. Romen soyluları arasında esen miliyetçilik rüzgarları, İstanbul’a bağlılığı kuşku götürmeyen onu da adım adım etkilemeye başlamıştır. Bölge bağımsızlık hareketleriyle için için kaynarken, herkes Voyvoda’dan bu yeni dalgaya önderlik etmesini beklemektedir. Bu noktada babasının efsanevi savaşçılık kariyeri de sık sık önüne konulur ve aklını başına toplaması istenir. Bir tarafta gönülden bağlı olduğu Fatih, öte tarafta ise bağımsız Wallachia’ya kral olma hayali…

    Vlad giderek öylesine büyük bir açmaz içinde kalacaktır ki bu durum onu kısa sürede alkole düşkün biri haline getirir. Sabah akşam içmekte ve emirlerine uymayanlara akıl almaz işkenceler yapmaktadır. Bu arada Voyvoda babasının bölgede efsaneleşmiş olan soyadı “Dracul”u da “Draculea” (Eski Romencede “şeytanın oğlu”) şeklinde kullanmaya başlar. Eflak ve Boğdan’a egemen olan huzurlu ortam bir kaç yıl içinde yerini tam bir cinnet atmosferine bırakacaktır.

    Adalet duygusunu tamamen yitirmiş vaziyetteki Vlad, kendisine zalimane bir de meşgale bulmuştur: “Kazığa oturtma işkencesi… Sarayının çevresini binlerce sivri kazıkla donatan Voyvoda, suçlu olarak gördüğü kişileri canlı canlı bu kazıklara oturtmakta ve kurbanlarının bazen günler süren can çekişmelerini büyük bir keyifle izlemektedir. Bu arada, halkı arasında, onun şeytani bir güç kazanmak amacıyla düşmanlarının kanını içtiğine dair söylentiler de yayılmıştır.

    Eflak ve Boğdan’da bunlar olup biterken, Voyvoda’nın sapkın davranışları İstanbul’a, Fatih’in kulağına dek ulaşır. Bölgede yaşanan kargaşanın merkezinde çocukluk arkadaşı Vlad’ın olduğunu öğrenen Sultan, duyduğu bu korkunç haberlere ilk anda inanmak istemez. Ancak, hem vergileri toplamak hem de olup bitenleri araştırmak üzere gönderdiği diplomatik temsilcilerinin başına gelen korkunç bir olay, cihan hükümdarını radikal bir karar almaya sevkedecektir.

    Ruhsal dengesini tümüyle yitirmiş durumdaki Vlad, İstanbul’dan gelen elçiler sarayına ulaştığında hayatının hatası sayılabilecek bir adım atar. Konuklarını tutuklatır, onlara bizzat kendi elleriyle işkence yapar ve sonunda da -ellerinde Fatih’in mührünün bulunduğu ültimatom mektupları taşıyan- bu kişilerin hepsini kazığa oturtur.

    Fatih, elçilerinin akıbetini duyduğunda uzun uzun ne yapacağını düşünür. Başka hiç kimseye göstermeyeceği bir tahammülle Vlad’a son bir mektup daha gönderir. Cihan fatihi, çocukluk arkadaşına aklını başına toplamasını ve bu tür vahşet gösterilerinden vazgeçerek Saray’a bağlılığını yinelemesini emretmektedir. Vlad’ın bu son uyarıya verdiği karşılık ise onu geri dönülmez bir yola sokacaktır. Voyvoda artık İstanbul’un otoritesini tanımadığını bildirerek bağımsızlığını ilan eder. Kardeşlik yemini artık sona ermiştir.

    “Geliyorum deyyus Vlad!”

    1462 yılı ilkbaharında emrindeki büyük bir ordu ile Balkan seferine çıkan Fatih için artık tek bir hedef vardır. İbret-i alem için Vlad’ı yok etmek. İsyana destek olan bütün yerel yöneticileri etkisiz hale getirerek Eflak ve Boğdan’ın içlerine doğru ilerleyen kızgın komutan, en büyük hedefi durumundaki Vlad’ı ise Poeinari Kalesi’nde kıstırır. 900 metre yükseklikteki sarp bir dağın zirvesine kurulmuş bulunan Poeinari Kalesi, erişilmezliğiyle tam bir kartal yuvası görünümündedir. Bu haliyle de aşağıdan bir saldırıyla düşürülmesi bir hayli güçtür. Ancak, hiddetinden yanına yanaşılamayan Fatih’i hiç bir zorluk durduramaz. Birlikleriyle kalenin çevresini kuşatan Sultan, Vlad’a son mesajını gönderir: “Artık işin bitti! Geliyorum deyyus Vlad!”

    Her iki komutan da birbirlerinin huyunu suyunu çok iyi bilmektedirler. Vlad bu avantajını kullanarak, kıstırıldığı yüksek kalede aylarca direnmeyi başarır. Buna karşılık, lojistik desteği tam olan Osmanlı ordusu da hiç acele etmemekte ve kalenin dibinde sinir bozucu bir sabır içinde kamp yapmayı sürdürmektedir. Öyle ki sırf kaledekilerin direniş gücünü yıkabilmek için zaman zaman askeri bandonun kılıçların şakırdadığı gösteriler düzenleyip gürültülü savaş marşları çaldığı bile olur. Fatih, kendisine karşı sergilenen bu büyük ihaneti muhatabını aşağılayarak cezalandırmaktadır. İnatçı bir adam olan Vlad Fatih’in taktiklerine direnir direnmesine, ancak kalede kendisiyle birlikte mahsur kalan sevgili eşi Elizabetha ise onun kadar güçlü değildir. Genç kadın bu sinir savaşına daha fazla dayanamaz ve kuşatmanın ilerleyen haftalarında kendisini kalenin burçlarından aşağı bırakarak intihar eder.

    Wallachia, İstanbul Fatihi’nin bağımsızlık peşindeki prense verdiği bu ağır dersi anlatan öykülerle kaynamaya başlamıştır. Vlad’ı kendi egemenlik bölgesinde siyasi olarak bitiren Fatih, isyancı bir Voyvoda için İstanbul’u bu kadar uzun süre sahipsiz bırakmanın riskli olacağına karar verir ve hasmının yakalanmasını beklemeksizin birliklerinden bir kısmını yanına alarak merkeze geri döner. Giderken Eflak’a yeni ve sadık bir Voyvoda atamayı da ihmal etmeyecektir. Eşinin intiharıyla psikolojik olarak çökmüş olan Vlad, kurtulmak için son bir hamle daha yapar. Fatih’in yokluğunda bir ölçüde gevşemiş olan kuşatmayı yarmayı başaran devrik Voyvoda, kendisine yardım eden bazı Rumen köylülerinin de yardımlarıyla bir gece komşu Macaristan’a kaçar. Romen tarihçiler, Vlad’ın kaçışını haber alan Fatih’in buna çok da fazla öfkelenmediğini söylüyorlar. Bugün için büyük Sultan’ın o anda neler düşündüğünü elbette ki net olarak bilemiyoruz, ancak olayların gidişatı onun çocukluk arkadaşına ülkeyi terketmesi için yine de son bir şans tanıdığı kanısını uyandırıyor bizlerde. Malûm, “kan kardeşliği” yeminini öyle bir çırpıda silip atmak kolay değil…

    Son çırpınışlar ve ölüm

    Macaristan’ın Vishegrad ve Pest kentlerinde tam 14 yıl sürgünde kalan Vlad, ülkesinde yönetimi ele geçirebilmek için yıllar sonra son bir deneme daha yapar. 1476’da Macar Kralı Matei Corvin ve Moldova Prensi Büyük Stefan’ın yardımlarıyla yeniden Wallachia prensliğini eline geçiren eski Voyvoda, İstanbul’dan gelen özel bir emirle bu kez ölümüne köşeye kıstırılacaktır. Osmanlı istihbaratı onu hiç unutmamış, Fatih’in özel talimatı üzerine, tehlikeli bir isyancı olarak faaliyetleri yıllarca dikkatle izlenmiştir. Bu kez emir titizlikle yerine getirilir ve bölgeyi yöneten yeni Voyvoda Radu, selefi Vlad’ı yanında bulunan az sayıda destekçisiyle birlikte Transilvanya ormanlarında kıstırıp öldürür. Bu arada prensin başı da yine sarayın isteği üzerine İstanbul’a gönderilecek ve binlerce Türk’ün katili olarak kentin sokaklarında dolaştırılacaktır. Hem de tıpkı onun düşmanlarına yaptığı gibi, bir kazığa saplanmış vaziyette! Prensin başsız gövdesi ise Bükreş kenti yakınlarındaki bir gölün üzerinde kurulu bulunan Snagov Manastırı’na gömülür.

    Saray açısından bu eski hesap artık tümüyle kapanmıştır.

    Peki ya, prensin ülkemize getirilen başına ne oldu? Bunu hiç kimse bilmiyor. İstanbul’da günlerce halka teşhir edilen kesik baş, sonunda kentte bir yerlere gömülür. Ama nereye?

    Siz İstanbullular, bundan böyle hafriyat yaparken çok dikkatli olun. Bir gün bahçenizden ya da inşaat alanınızdan tüm zamanların en korkutucu adamının kafatası çıkabilir. Hele bir de Stoker’in ünlü öyküsünü dikkate alırsak, ertesi sabah boynunuzda iki küçük diş iziyle uyanmanız işten bile olmaz, ona göre!

    Kazıklı Voyvoda’yı Kont Dracula’ya dönüştüren adam: Bram Stoker

    Gerçek bir insan olan “Kazıklı Voyvoda” ile roman ve sinema kahramanı “Kont Dracula” arasındaki bağlantı, edebiyatla ilgisi sınırlı bir çok kişi için hala son derece muğlak bir konu. Dilerseniz bu alandaki bulanıklığı biraz aydınlatalım…

    Geceleri mezarlarından çıkarak insanların kanını emdiğine inanılan vampirler, ilk olarak Slav ve Macar kökenli halk masallarında ortaya çıktılar. Zamanla dilden dile yaygınlaşıp Asya ve Afrika’nın uzak kültürlerinde de boy göstermeye başlayan bu efsaneyi popüler kültüre kazandıran kişi ise hayal gücü oldukça geniş bir İrlandalı yazardı. 1890’larda Dublin Şatosu’nda devlet memuru olarak çalışan Bram Stoker (1847-1912) boş zamanlarını Avrupa tarihi üzerine kitaplar okumakla geçiriyordu. Türklerle Romenlerin giriştiği mücadeleleri incelerken Kazıklı Voyvoda’nın ilginç öyküsünü de öğrenen Stoker, özellikle Prens’in kazık işkenceleri ve kan içme merakından bir hayli etkilenmişti. Voyvoda’nın bu alışılmadık tarzı, ona bir süre sonra kendi muhayyilesinde ürettiği özgün bir kahraman için de ilham kaynağı oldu. Görev yaptığı kasvetli şatoda ölümsüz vampir “Kont Dracula” romanını yazmaya başlayan Stoker, öyküsüne mekan olarak ise o güne kadar hiç gidip görmediği Romanya’nın Transilvanya bölgesini seçecekti.

    İlk kez 1897 yılında İngiltere’de yayımlanan “Dracula” romanı, piyasaya çıkar çıkmaz edebiyat dünyasını birbirine kattı. Gerçek bir tarihsel kişiliğin bozunuma uğratılmasıyla ortaya çıkan bu yeni kahraman, zamanla bütün dünyada en çok tanınan korku edebiyatı figürü haline geldi. 1920’lerden itibaren defalarca sinemaya da uyarlanan “Dracula”yı aralarında Bela Lugosi, Klaus Kinski, Christopher Lee ve Gary Oldman’ın da yer aldığı bir çok ünlü aktör başarıyla canlandırdı. Bunlar arasında özellikle İngiliz oyuncu Christopher Lee, gerek sert fiziği gerekse güçlü oyunculuğuyla Kont’un karanlık dünyasıyla adeta özdeşleşecekti.

    Günümüzde hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş bulunan “Dracula”, geçmişteki onca uyarlamasına karşın sinemacılar tarafından da hala verimli bir kaynak olarak görülüyor. En son 1992’de yönetmen Francis Ford Coppola eliyle bir kez daha beyazperdeye aktarılan roman, her yönetmenin elinde farklı bir biçim alan esnek yapısıyla sinemacılara günümüzün ultra teknoloji çağında bile son derece ürkütücü gotik filmler yapma fırsatı veriyor.

    Çağdaş Romen gençleri ülkelerinin Stoker’ın romanı ve ondan uyarlanan filmler sayesinde uluslararası bir üne kavuşmasından memnunluk duyarken, geleneğe bağlı yaşlı Romenler ise bu durumdan pek hoşnut değiller. Çünkü, onlara göre Vlad, yönetimi sırasında sergilediği bazı acımasız uygulamalara karşın, sonuçta ne yaptıysa ülkesinin bağımsızlığı için yapmış ve bu uğurda kanının son damlasına kadar çarpışmış bir yurtseverdi. Nitekim, bu yaklaşıma Snagov gölünün üzerindeki manastırda Vlad’ın mezarını görüntülerken en çarpıcı biçimiyle tanık olduk. Manastırın tam ortasındaki mezarda çekim yapmamıza uzun süre direnen Ortodoks papaz, tatlı dilimiz ve güler yüzümüzle kendisini ikna edene dek, “Şu adamın ruhunu artık rahat bırakın!” diye bağırıp durmuştu ekibimize: “Siz gazeteciler, onu kan içen vampir olarak göstermekten vazgeçin! Vlad, halkı için ölen talihsiz bir kahramandı!”

    Tarih, insanoğlunun ürettiği en sübjektif bilim dalıdır. O papaz belki kendi açısından haklıydı, ama bizim açımızdan hiç değil!

    ali murat güven

    17 Ağustos Depremi’ni kim neden yaptı?

    Once dinle-1
    Amerika’nin bir deprem olacak diye korku ve endiseyle izledigi San Andreas fay hatti ile bizim Kuzey Dogu Anadolu fayi, birbirlerine ikiz kardes kadar benziyor.

    Bunu da dinle-2
    San Andreas fayi, Amerikan sanayiinin kalbinin attigi, Silicon Vadisi’nin bulundugu bir yerde. Depremin yaratacagi ekonomik kayiplar cok buyuk olacak. ABD’nin korkusu bu…

    BUYUK SORU:
    Amerika, boyle bir depremin onune gecemeyecegini biliyor. Peki, kucuk kucuk depremler yaratarak, bir buyuk depremin onune gecmek, bolgedeki enerjiyi bosaltmak mumkun mu?

    YANITI:
    Bu soruya uzun suredir, “EVET” yaniti veriliyordu. Esrarengiz bilim adami TESLA tarafindan gelistirilen bir “Deprem Makinasi” kucuk depremler yaratarak, buyuk depremler yaratacak enerjiyi bosaltabiliyordu.

    BUNUN BIZIM DEPREMLE NE ILGISI VAR?:
    Amerika, bu esrarengiz makineyi test etmek icin, Turkiye’yi secti. Cunku, Kuzey Anadolu Fay Hatti ile San Andreas Fay Hatti, ikiz kardes gibi birbirine benziyordu. Eger makina, burada basarili olursa, orada da basarili olacaginin garantisi var demekti.

    Makina, Izmit yakinlarinda test edilirken, kontrolu elden kacti ve ulkemiz buyuk bir felaketle karsi karsiya kaldi.

    17 AGUSTOS DEPREMINI, AMERIKALILARIN DEPREM MAKINESI YAPTI…

    MERAKLISI ICIN AYRINTILAR:
    1900’lerin basinda Sirp asilli Amerikali Nicola Tesla adinda bir bilim adami, düsük frekansli elektromanyetik isinimla yüksek enerji transferi yapan bir teknik gelistirdi. Tesla makinesi, olusturdugu elektromanyetik alan sayesinde yeraltinda biriken enerjiyi harekete geçirebiliyor hatta istenilen bölgeye yönlendirebiliyordu.

    Hem Ruslarin hem de Amerikalilarin uzun zamandir gücünü tamamen doga’dan alan bu teknigi bir silah olarak kullanmanin yolunu aradiklari biliniyor. Nicola Tesla, ilk olarak ilkel bir düzenek ile 1908 yilinda Sibirya’da bir deney yapti. Bölgede yapilan denemede Hirosima’nın 40 bin katina yakın enerji açıga cikmisti. Patlamanin etkisi kilometrelerce kare alana yayilmisti. Ancak ortada en ufak bir krater veya madde kalintisi yoktu. Bu durumda bir göktasinin dusmus olmasi ihtimali ortadan kalkiyordu. Bilim adamları Sibirya’da ne oldugunu hala tam olarak cözemedi. ABD, Tesla ile çok uzaklardan hatta uzaydan saldirilar yapmayi planladi. Etkisi ve gücü bir türlü kontrol altına alinamayan silahın denemeleri yillarca sürdü: Avustralya , Kafkaslar, Okyanus tabani ve Güney Amerika’daki Ant daglari.

    Baslangicta askeri amacli gelistirilen doga silahinin kontrolündeki aksakliklar destekcilerini korkuttu. Zamanla ortaya cikan maddi kaynak sorunu bazı barısci yalanlarla asilmaya calisildi. Makinenin depremleri onlemek icin yaratildigi soylentisi yalani yayildi. Iddiaya gore, makinenin amaci “ABD’nin yillarca basina bela olmus San Andreas fay hattindaki enerjiyi kontrol etmek ve etkisiz hala getirmekti.” San Andreas fay hattinda biriken enerji suni depremlerle bosaltilacakti. Ancak projenin denenmesi ve test edilmesi gerekiyordu. Hatalarinin giderilmesi sartti. Bunun icin de iyi bir deneme mekanina ihtiyac vardi. Tipki Kuzey Anadolu Fay Hatti gibi; tipki Turkiye’nin tam deprem kusaginda bulunan sanayii merkezi Izmit gibi…

    NEDEN KUSKULANIYORUZ?:

    BIR
    Bir cok insan depremden hemen once, Golcuk’ten Avcilar’a kadar olan bolgede bir ates topu gorduklerini soyluyorlardi. Kimsenin neden olustugu hakkinda doyurucu yanit veremedigi bu top, TESLA makinesinin olusturdugu manyetik alan olmasin?

    IKI
    Depremin oldugu gun, Israil ve Amerikan ekipleri, bolgede elektro sismik haberlesme tatbikatlari yapiyorlardi. Bu tatbikat, aslinda Tesla Makinesi’nin denemeleri olmasin?

    UC
    Amerika, ulkemizde uzun suredir adim adim sismik ag sebekeleri kuruyor ve bu topraklardaki tektonik hareketleri cok yakindan izliyor. Bu bilgilere neden gerek duyuyor? Deprem Makinasi denemelerinin sonuclarini degerlendirebilmek icin olmasin!

    DORT
    Depremden sonra, bolgede haberlesmek olanaksiz hale geldi. Koskoca bu Cumhuriyetin Cumhurbaskani Demirel bile, o gun telefonlarinin kesik olmasindan yakindi. Bu tele-iletisim aksakliklari, Deprem Makinasi’nin elektromanyetik dalgalariyla iliskili olmasin?

    BES
    Depremden yaklasik 5 saat sonra, bir Rus deniz arastirma gemisinin yarisir gibi bolgeye gelmesinin amaci, TESLA Deprem Makinesi’ni deneyen ABD’nin izlerini incelemek olabilir mi? Rus arastirma gemisinin, bolge karantinaya alindi diye eli bos donmesi, kusku uyandiriyor…

    ALTI
    Deprem sonrasi inanilmaz Amerikan ve Israil yardiminin nedeni, duyulan vicdan azabi olabilir mi?

    İstiklal Marşı yazma yarışmasına kaç (büyük) şairimiz katıldı?

    Merhum Mahir İz, Yılların İzi adını verdiği hatıratında İstiklal Marşı’nın yazılış macerasını şöyle anlatır: “Yeni kurulan devletmizin bir ‘Milli Marş’ yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı ‘İstiklal Marşı Müsabakası’na muhtelif şairlerin gönderdiği tam 724 şiir gelmişti. Bunlar Maarif Vekaleti’nde teşkil edilen bir komisyonda incelenmiş ve içlerinden altı tanesi seçilerek Meclis Matbaası’nda bastırılıp mebuslara dağıtılmıştı.
    Maarif Vekili bulunan Hamdullah Subhi Bey, müsabakaya ‘nakden mükafat’ vadedilmiş olması yüzünden iştirak etmemiş olan şair Mehmet Akif Bey’e müracat ederek, yazmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmet Akif Bey: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; ayrıca yazarım” diyerek teklifi kabul edip, ikamet etmekte olduğu Taceddin Dergahı’nda, ‘Kahraman Ordumuza’ ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı yazdı.
    İstikal Marşı Müsabakası’na gönderilen 724 şiir arasından Maarif Vekaleti’nce seçilen ve Meclis Matbaası’nda basılıp mebuslara dağıtılan altı şiiri de Meclis zabıt katipliğinde bulunmuş olan İhsan Kaftangil’in hususi kolleksiyonunda mevcut matbu nüshadan iktibas ederek aynen naklediyorum. Bunları neşretmekle sadece tarihi bir hatırayı değil; aynı zamanda İstiklal Marşı’mızın mukayese kabul etmeyen misilsizliğini de vesikalandırmış oluruz kanaatindeyim.”
    Mahir İz Hoca’nın bu sayfalarda ayrıca Mehmet Akif’in mükafat olarak ayrılan parayı ne yaptığı konusunda bir açıklaması da var ki, bunu ilerideki satırlarda bulacaksınız. Ancak ondan önce şu yarışmaya katılan şiirlerle ilgili düşüncelerimizi açıklamamız gerekir. Önce, yarışmaya gönerilen, TBMM’nin bastırarak dağıttığı ve Mahir İz’in kitabına aldığı şiirlere kısaca bir bakalım:
    “Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın / Yurduma göz dikenler al kanlara boyansın / Ya ben, ya onlar diyen silahına dayansın… / Türk oğludur bu millet / Türkündür bu memleket.”
    *
    “Seni ihya için ey namı büyük / Vatanım uğruna öldük, öldük / Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük / Siper oldu sana dağlar gibi Türk… / Yürü ey milletin efradı yürü / Ak süt emmiş vatan evladı yürü”
    *
    “Her gün yeni bir hile / Arkasında satıldık / Her gün yeni bir dille / Yurdumuzdan atıldık”…. “Hangi alçak el alır / El zinciri boynuna? / Kim Yunan’ı bırakır / Türk kızının koynuna?”
    *
    “Ey müslüman ey Türkoğlu / Açıldı istiklal yolu / Benim bu son günlerimdir / Diyor bize Anadolu… / Çek sancağı Türk ordusu / Olmaz Türk’ün can korkusu”
    *
    “Altı bin yıl efendilik yaptın / Kahraman Türk idi cihanda adın / Bir ateşten siperdin İslam’a / Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın”
    *
    “Ey mazi-i havariki bin dasitan olan / Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan / Arslan yürekli ordu, demir giy silah kuşan / Zira hududu kapladı ateşle, kan, duman… / Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-şitab / Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılab”
    Bugün elimizdeki İstiklal Marşı’na ve hatta hürriyet konulu başka şiirlere bakarak; bu şiirler ‘İstiklal Marşı’ olmaya gerçekten layık değil, diyebiliriz. Çünkü¸ aşağıda adı geçen nice şairimizin yazdığı nice hamasi şiirlerle kıyaslandığında, bu şiirlerin duygu, heyecan ve kapsayıcılık açısından zayıf olduğunu, Milli Mücadele’nin de sadece Yunanla savaş olarak ele alındığını hemen görüyoruz. Ancak şiirlerin Milli Marş olmaya layık olmadığının gösterilmesi gerekir. Bu şiirleri incelemekle görevli kurulun, Mahir İz’in belirttiği gibi, Mehmet Akif’e vaki teklifi götürebilmesi için bir ön eleme yapması, ikinci elemeye kalanların arasından bu şiiri belirlemesi gerekirdi. Kurul, bu çalışmayı yapmış ve bütün elemeleri aşmış olanlardan altısını bastırmış ve vekillere dağıtmıştır.

    Mehmet Akif’in duyarlılığı…
    *Fakat burada üzerinde durulması gereken bazı noktalar var ki onlar da şunlardır: Mahir İz, İstiklal Marşı’nın yazılış sürecini açıklarken altı ay müddet verildiğinden bahsetmektedir. TBMM 23 Nisan1920’de açıldığına göre, aynı yılın Mayıs/Haziran aylarında bu müsabaka açılmış ve ilan edilmiş olmalıdır. Haziran-Aralık arasında şiirler yazılmış, TBMM’ye ulaştırılmış ve Aralık sonu ile Şubat arasında (iki ayda) bu 724 şiir incelenmiş, elenmiş, basılmış, dağıtılmış ve Milli Marş olmaya yetersiz bulunduktan sonra Mehmet Akif’e teklif götürülmüş olmalıdır. Çünkü hem Mahir İz’in hatıratında, hem Safahat’ı yayına hazırlayan Ömer Rıza Doğrul’un belirttiğine göre Mehmet Akif önce: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; sonra yazarım” diyerek bir düşünme süreci yaşamış ve 1921’in 17 Şubat günü İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Burada Mehmet Akif’e özgü bir duyarlığın altını çizmek gerekir ki, o da, mebus olması sebebiyle katılımcıların değerlendirmelerinin en uzak bir ihtimalle dahi olsa adalete uygun olmayacağı düşüncesi ile müsabakaya katılmak istememesi ve ‘Ben şair Mehmet Akif olarak mebusum ve TBMM’de bulunma sebebim zaten milletime hizmettir; yarışmaya katılarak hizmete bir vesile aramak bana yakışmaz; bu şiiri yazmak olsa olsa bir görevdir ve yapılan görev karşılığında maaştan başka bir ücret alınmaz’ düşüncesiyle bu şiiri yazmış olmasıdır. Şiirlerin ehil eller tarafından ve adalete uygun olarak değerlendirilmesi konusunu açmamızın nedeni şudur ki, 724 şiir iki ay gibi kısa bir zaman diliminde incelenmiş ve yarışma sonuçlandırılmıştır. Acaba bu jüri kimlerden oluşuyordu, aralarında kaç tane şair veya iyi şiirden anlayan kalem erbabı vardı ve bu kadar kısa bir sürede 724 şiiri nasıl eledi? Yukarıdaki şiirleri o zamana mahsus bir şiir zevki almış olan kişi kim olursa olsun elbette Milli Marş olmaya aday göstermezdi, denilebilir. Ama bu değerlendirmemiz bugünden çok kolay görünüyor. Oysa o günkü şartlarda bu kadar kolay bir şey olmasa gerek bu. Bir heyecanı dillendirmesi bakımından saygıdeğer olan bu eserler, ne yazık ki Milli Mücadele’nin ruhunu, milletin hissiyatını dile getiremiyor; bu sözleri bugün söyleyebiliriz. Bu yazının kaleme alınış sebebi, bastırılan ve elenen bu şiirlerin yetersizliğini bir kez daha ilan etmek değildir. Belki bu şiirleri yazan kişiler Mehmet Akif gibi samimi idiler ve müsabakanın mükafatı peşinde değildiler. Belki bir şiirle, bir kalem ürünüyle olsun memlekete hizmet etmeyi fırsat bilmişler, edebiyat tarihine geçmeye bir yol aramışlardır. Aralarında mükafatın yüksek meblağda olmasının kışkırtıcılığına kapılmış kişiler de olabilir. Bunlar kınanacak şeyler değil. Ancak dikkatlerden kaçırılmaması gereken bazı hususlar var bu işte ve yazının yazılış nedeni de bu hususlara dikkat çekmektir.

    Yarışmadan kaçan ‘büyük’ şairler…
    *Tarihi kayıtlar ve hatıratlar müsabakaya katılmak üzere 724 şiirin Meclis’e ulaştırıldığından bahsetmektedir. Mahir İz Hoca o yıllarda Meclis’in zabit katiplerinden olduğu için onun verdiği bilgilerin sıhhati konusunda emin olabiliriz. Ancak:
    1. İstiklal Marşı’nın yazıldığı yıllara bir bakalım. Edebiyat ve fikir dünyası birbirinden birikimli, ünlü romancı, öykücü ve şairlerden başka edebi bir ürüne imza atmakla başlayan gazetecileri de saysak ve o dönemde Anadolu’da yaşayan saz ve halk şairlerini de ilave etsek gene de 724 kişiye ulaşamıyoruz. Bu yarışmaya bazı şairlerin iki eserle katıldığını varsaysak bile bu rakama ulaşılması gene de zor görünmektedir. O zaman sormadan geçmeyelim: Acaba İstiklal Marşı Yazma Müsabakası’na gerçekten 724 şair/şiir katılmış mıdır? Doğrusu, bu sorunun açıklığa kavuşması, cevabını bulması gerekir.
    Düşünmeye devam edelim. Biraz önce Milli Mücadele döneminde birçok kalem erbabının varlığını ima ettik. Bu kalemlerden bazıları Servet-i Fünun dergisinde başlamış edebiyata. Meşrutiyet döneminde ‘hürriyet’ demiş başka bir şey dememiş; hatta edebiyat tarihçilerinin Tanzimat Edebiyatı diye tasnif ettikleri edebi akımın en önemli şairlerinden ve manzum tiyatro yazarlarından Abdülhak Hamit Tarhan dahil‚ hayattadır ve aktif görevdedir o dönemde. Açalım o dönemin şiir kitaplarını, gazete, dergi sayfalarını: ‘Vatan, millet, kahramanlık, yiğitlik, cesaret, savaş, ilerleme, medeniyet, Türklük, milliyetçilik…’ gibi konulardan başka bir şey yoktur doğal olarak. üşenmeyelim ve şu isimleri okuyalım: Cenap Şahabettin, Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Hamit Tarhan, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul, Fuat Köprülü, Halil Nihat Boztepe, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar, Ali Ekrem Bolayır, Süleyman Nazif, Halit Ziya Uşaklıgil, Faik Ali, Celal Sahir, Mehmet Rauf, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Rıza Nur, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel (Ona Behçet Kemal Çağlar’la 10. Yıl Marşı’nı yazmak düştü), İbrahim Alaattin Gövsa, Ali Mümtaz Arolat, Halide Nusret Zorlutuna, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahit Yalçın, Midhat Cemal Kuntay, Falih Rıfkı Atay, Abdullah Cevdet, Memduh Şevket Esendal, Fahri Celal Göktulga…
    Bu saydıklarımın yarısının romancı, hikayeci ve gazeteci olduğunu biliyoruz ve zaten bunu ikinci kez söylüyoruz. Ancak o dönemin nasirleri de edebiyata şiirle başlamış, özellikle divanları hatmetmiş, zihninde tuttuğu bir sürü gazel, kaside, rubai vs. ile yazılarını, konuşmalarını süsleyen kişilerdir ve nazım yazmıyorlarsa; bu, beceremeyeceklerinden değil; nesirde iddia sahibi olduklarındandır. Yoksa onlar kalıpları belli, yerleşmiş bir edebiyatın nazım türünü beceremeyecek kimseler değildir.
    Bu adlardan bazıları, daha sonra 150’liklerden oldukları için Refik Halit Karay, Adıvar çifti, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Refii Cevat Ulunay vs. Milli Mücadele’ye karşı oldukları için bu yarışmaya katılmadılar farz edelim; peki diğer isimlere ne dememiz gerekir?
    Bu listeye o dönemde Anadolu’da yaşayan halk şairleri ile yazarlar ve şairler sözlüğünde adları geçen ancak eserleriyle bir atılımı gerçekleştiremeyen ve beklenen ilgiyi görmeyen bazı isimler dahil edilmemiştir. Yoksa onların yazacakları bir eserin yukarıda adını vermeyen, rumuzla katılan eserlerden hiç de aşağı olmayacağını söyleyebiliriz. Acaba yarışmaya katılanlar arasında yukarıda adları geçen bu kalemler niçin yoktur? Neden? Neden? Neden?
    2. Acaba yarışma, ülkede eli kalem tutan herkese açık olduğundan; zamanın yukarıda adı geçen/geçmeyen birçok kalem erbabı müsabakaya rağbet etmezken; gönderilen şiirler bunlardan dışında, zamanın üniversite, lise ve ilkokul öğrencilerine ve hatta okuma yazması olmayanların yazdıklarıyla sınırlı kaldığı için mi jüri Milli Marş olmaya layık bir eser seçememiştir? Acaba entellektüelllerimiz bu yarışmaya bigane (mi) kalmışlardır? Acaba entelektüellerimiz Mehmet Akif TBMM’de mebus ve üstelik İstiklal Marşı’nı hakkıyla sadece o yazabilir diye bir düşünceden hareketle mi bu yarışmaya katılmadılar? Acaba başlangıçta Mehmet Akif’in bu yarışmaya katılmaması bir tartışma, haber konusu olmuş mudur o dönemde? Bunları bilmiyoruz. Acaba Milli Mücadelede olduğu gibi, yarışmaya ağırlıklı olarak halk katılmıştır da, okumuş yazmışlarımız bundan bile isteye uzak mı durmuşlardır? Uzak durdularsa bunun sebepleri nelerdir acaba?
    3. Yoksa adları geçen bu kalem erbabının birinci elemeyi geçmemesi düşünülemez. Olsa olsa katılmamışlardır ki, o zaman esas sorgulanması gereken de tam bu tutumlarıdır. Söze gelince en ateşli konuşmayı yapan, yazıya gelince bağımsızlık konusunda kaleminden kan damlatan bunca insan nasıl olur da İstiklal Marşı’nı yazmaya ilgi göstermez? Doğrusu bunu anlamak çok zor. Bunu sadece “Şairler yarışmaya girmez” gerekçesiyle açıklayabilir miyiz? Adı geçen/geçmeyen kalem erbabı, yarışmadan sonra yayımladıkları kitaplarda buna dair bir değinmede bulunmamış ve varsa yazdıkları böyle bir şiiri yayımlamamışlardır.

    Mehmet Akif ‘İslamcı’ idi…
    *Bu kalem erbabı, 1937’de İstiklal Marşı’nın tekrar yazılması tartışması başlayınca, Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı’nı hem çok beğendiklerinden, hem de ondan daha güzel bir eser yazamayacaklarını sezdiklerinden bir duyarsızlık gösterdiler diyelim; (İstiklal Marşı’nı yazma işi bir rastlantı olarak Mehmet Akif’ten sonraki Türk edebiyatının en önemli İslamcı ve mistik şairi Üstad Necip Fazıl’a havale edilmiş; o da “bir rejim havası içinde ve bir takım şahısların pohpohlanmaları uğrunda şiirini alçaltmaya razı olmamak” şartıyla Falih Rıfkı tarafından yapılan teklifi kabul etmiş ve Milli Marş olması için Büyük Doğu Marşı’nı yazmıştır. (Ne garip cilvedir ki, Türk Devleti’nin İstiklal Marşı’nı yazması beklenen kişiler hep İslamcıdır ve en çok sıkıntıyı çeken kişiler de aynı kişilerdir.) Ama Atatürk ölünce bu konu rafa kaldırıldığından, Üstad şiirini aynı adla kitabına almıştır. Prof. Dr. Orhan Okay, bir yazısının dipnotunda belirttiğine göre, bu şiir, 1940’lı yıllarda Necil Kazım Akses tarafından bestelenmiştir ve kendisi bu besteyi radyodan dinlemiştir. [Bakınız: Yedi İklim, Sayı: 38, Sayfa 55.] 1943’te Büyük Doğu dergisinin dördüncü sayısında yayımlanan Büyük Doğu şiiri şöyledir:

    BÜYÜK DOÄžU
    Tanrının alnından öptüğü millet!
    Güneşten başını göklere yükselt!
    Avlanır, kim sana atarsa kemend
    Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebed
    Tanrının alnından öptüğü millet
    Güneşten başını göklere yükselt
    Yürü altın nesli Fatih Oğuz’un
    Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
    Nur dolu elinden tut kılavuzun
    Fethine çık, (doğru), (güzel), (sonsuz)un
    Yürü altın nesli fatih Oğuz’un
    Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun
    Aynası ufkumun ateşten bayrak
    Babamın külleri, sen kara toprak
    Şahit ol ey kılıç, kalem ve orak
    Doğsun Büyük Doğu, benden doğarak
    Aynası ufkumun, ateşten bayrak
    Babamın külleri, sen kara toprak

    (Birinci mısra Çile’nin daha sonraki baskılarında: “Allahın seçtiği kurtulmuş millet” olarak değiştirilmiştir. Bu vesile ile “Allah, Türkleri diğer milletlerden üstün yaratmıştır” diyen İsmet Özel’i yad etsek yeridir.)
    4. Acaba bu müsabakaya aslında 724 şiir falan katılmadı da, katılan şiirler Meclis’in bastığı, dağıttığı şiirlerden mi ibaretti? Ve merhum Mehmet Akif’e bu şiiri yazdırmak için böyle bir yol mu izlenmiştir? Bu seçeneğin doğru olması demek; merhum Mahir İz’in de hatıratına aldığı yukarıdaki bilgiyi gönderilen şiirleri bizzat gördüğünden değil; kendisine verilen bilgiden hareketle yazmış olması demektir.
    5. Eserlerinde yukarıdaki konuları işleyen bu kalem erbabı velev ki şair olmasınlar; niçin İstiklal Marşı gibi önemli bir eserin yazarı olarak tarihe geçmek istemesinler? Bunu düşünmemiş, istememiş olabileceklerine ihtimal verebilir miyiz? Doğrusu buna ihtimal veremiyoruz biz.
    Bu yazı; sıralanan soruların cevaplarının araştırılması için yazılmıştır ve ilgililere/bilgililere bu konuda bir cevap aramaya yönlendirirse amacına ulaşmış olacaktır. Bunun yolu da:
    6. Öncelikle TBMM arşivinin, sonra MEB arşivinin incelenmesinden geçmektedir bize göre. Çünkü bütün konuşmaları kayda geçiren TBMM, kendisine gönderilen bu şiirleri kayda geçirmemiş, geçirdiklerini imha etmiş olamaz.
    7. Mahir İz’in bildirdiğine göre bu şiirleri ilk inceleyen heyet Maarif Vekaleti (MEB) ise, o zaman şiirler MEB arşivinde olmalıdır. [Acaba bu belgeler Ulus’taki Maarif Vekaleti’nde 23 Aralık 1947’de çıkan ve binada her şeyi kül eden yangında yanmış olabilir mi?]
    Şimdi durduk yerden, aradan 84 yıl geçtikten ve halka iyice mal olduktan sonra bu tartışmaya girmenin ne gereği var, diyenlere/diyeceklere de meramımızı söylemeden geçmeyelim: Mahir İz’in yayımladığı örneklere bakarak ve (biraz da) Mehmet Akif’i çok sevmemizden ve yıllardır alıştığımızdan hareketle söyleyebiliriz ki, gönderilen şiirler gerçekten yetersiz ve İstiklal Marşı olmayı hak etmiyor. Mahir İz, bu düşüncesini yukarıda görüldüğü gibi ‘misilsiz’ kelimesi ile anlatıyor. Ama bu övgü bize göre, İstiklal Marşı’nın yarışmaya gönderilen 724 şiirle karşılaştırılmasından sonra değil, yukarıdaki altı şiirle kıyaslanarak yapılmıştır. Oysa övgünün gerçeği bu yolla ortaya çıkmaz. Bu, çok yetersiz bir kıyaslama olur doğrusu. Eğer şairin büyüklüğünü göstermek istiyorsak; onu döneminde öncelikle büyük şair olarak tanınan Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Hamit Tarhan gibi dev şairlerin eserleriyle ve yukarıda adı geçen kalem erbabıyla kıyaslamamız gerekir. Eğer adı geçen 724 şiir bugün yayımlanırsa, o zaman hem Mehmet Akif’in büyüklüğü ortaya çıkar, hem de kimlerin yarışmaya ilgi gösterdiği / göstermediği. Dereceye giremeyen yukarıda adı geçen/geçmeyen büyük yazar ve şairlerimiz de böylece töhmetten kurtulurlar. Bu çalışma aynı zamanda 1920 yıllardaki Türk edebiyatının genel bir panoraması serecektir önümüze.

    500 Lira’yı gazilere bağışladı…
    *8. Bu arada İstiklal Marşı kadar, müsabakadan elde edilen mükafatın nereye verildiği konusunda da -İlk ve orta öğretimde okutulan Türkçe, liselerde okutulan Türk Dili ve Edebiyatı ders kitapları dahil- kaynakların birbirini tutmayan bilgiler verdiğini hatırlatalım. Kimseyi incitmemek adına bu yanıltıcı bilgileri kimlerin, hangi kitaplarda kullandığını buraya yazmıyoruz. Ama birinci elden bilgi sahibi olan Mahir İz’in bildirdiklerini paylaşmakta yarar var. Şöyle diyor Mahir İz bu konuda: “Marşın kabulünden sonra Meclis Muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdi mükafatı getirdi ise de Akif Bey: “Ben müsabakaya girmedim; bu para bana ait değildir” diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükafatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir; Meclis Kasası’nda kalamaz. Siz usulen tesellüm edin, sonra istediğinizi yaparsınız” diye ısrar etmesi üzerine Akif Bey, parayı alıp Sarıkışla Hastahanesi’ndeki yaralı gazilere bağışlamıştır. Buradan anlaşılıyor ki, Mehmet Akif’in 500 lirayı almamasının nedeni, müsabakaya katılmamış olmasıdır. Eğer müsabakaya katılsaydı ve derece alsaydı, o ödülü alacaktı, diyebiliriz.
    Yazıyı bitirmeden önce İstiklal Marşı’nın anlamlandırılması üzerinde de bazı sorunlara işaret etmekte yarar varar: İstiklal Marşı’nın bestelenen ilk iki kıtasından arta kalan diğer kıtaların özellikle göz ardı edildiği gözlerden kaçmamaktadır. Göz ardı edilen bu kıtalarda genel olarak iki ayrı mesaj söz konusudur; bunlardan birincisi milletin müslüman kimliği, ezanların kıyamete kadar okunması, sadece Hakk’a tapılması, mabedlerin kutsallığı, şehitliğin önemi, gibi insanlara kimlik kazandıracak esaslarla; din ile hürriyet arasında kurulan ilişkiye dair iken; ikincisi, Batı’nın maddi üstünlüğüne karşı İslam aleminin manevi üstünlüğü, Batı’nın canavarlaşması, ve onların ‘alçaklar’ olarak nitelenmesidir. Bu mesajların seslendirilmesinden hoşlanmayanlar bir yandan İstiklal Marşı’na alternatif olarak Onuncu Yıl Marşı’nı yerleştirmek istemektedirler, diğer yandan da mahalli maçların başlangıcına kadar İstiklal Marşı’nı söyletmek suretiyle bu değeri sıradanlaştırmakta ve içini boşaltmaktadırlar.
    Son olarak sözü şairimiz Mehmet Akif’e getirelim: Mehmet Akif Ersoy, bugün bazı okul adlarından başka, onu çok seven kişiler tarafından çocuklara ve torunlara verilen adıyla yaşamaktadır. Aslında Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazıverdiği ülkeden hicret etmiş ve 1936’da ölmeye gelmiş bir şairimizdir. Bu ülke, paranın üstüne İstiklal Marşı’nın ve Akif’in fotoğrafının konulmasını çok görmüştür. Turgut Özal’ın Başbakanlığı zamanında bin bir güçlükle üzerine koydurduğu İstiklal Marşı ve Akif’in fotoğrafının bulunduğu 100 Türk Lira’sı bu yüzden çabucak eskitilmiş ve tedavülden sessiz sedasız çekilmiştir. Bu arada Mehmet Akif, Arnavut kökenli olmasına rağmen gıyabında Arap milliyetçisi olmakla suçlanma talihsizliğine uğramıştır. Her fırsatta Mehmet Akif’ten şiir okuyan bir Başbakan ve Meclis Başkanı’nın bulunduğu bir ülkede, altı ayrı banknot olarak basılan Yeni Türk Lirası’nın üstünde Mehmet Akif’e ve İstiklal Marşı’na ne yazık ki bir yer bulunamamıştır. Eğer Mehmet Akif, “1921’in 500 lirasını, anasının ak sütü gibi helal sayıp alsaydı, 80’li yıllarda kızı FAKFUNFON’a muhtaç olmayacak; damadı Ömer Rıza Doğrul mason olmak zorunda kalmayacak, oğlu Emin Ersoy bir zenginin yanında kahyalık yapmayacak, Çetin Altan’dan harçlık almak zorunda kalmayacak ve sonunda bir kamyon kasasında ölü bulunmayacaktı. Akif’in kendisi de Gözübüyükzade Ziya Bey’e 250 lira olan borcunu kolaylıkla verecekti.
    Yazımızı vefatının 69’uncu; İstiklal Marşı’nın kabulünün 84’üncü yılında Mehmet Akif Ersoy’u rahmetle anarak ve ona fatiha hediye ederek bitirelim vesselam.

    kamil yeşil

    İnternet Efsaneleri; Kabirde Azap Çeken Genç

    Yeni bir internet hurafesi daha:

    Amerikalı maktul, “kabir azabı kurbanı”na nasıl dönüştü(rüldü)?

    Şimdi anlatacağım “internet efsanesi”nin Türkiye kamuoyunda yayılışının yaklaşık üç-dört aylık bir geçmişi var. Ancak, bu kısa süre zarfında ülke çapında o kadar çok insanın elektronik posta adresine gönderildi ki (görüp de ibret almam için bana bile ardarda üç-dört kez geldi!) milyonlarca kişi bu tüyler ürpertici öyküyle şimdiden tanışmış durumda…

    Dini içerikli propaganda yapma çabasındaki söz konusu gönderi; bir kaç kare fotoğraf ve ona eşlik eden ayrıntılı bir haber metninden oluşuyor.

    Fotoğraflarda, çekimden en fazla bir-iki hafta önce öldüğü anlaşılan orta yaşlı bir insanın çürümeye yüz tutmuş cesediyle karşılaşıyoruz. Ki değişik açılardan çekilmiş olan bu kareler, böylesi görüntülere alışık olmayanlar için son derece sarsıcı…

    Fotoğraflara eklenmiş haber metninde aktarılan bilgiler ise özetle şöyle:

    18 yaşındaki Ummanlı Müslüman bir delikanlı, rahatsızlanınca babası tarafından hastaneye kaldırılır. Genç yaşına rağmen içki, sigara ve uyuşturucu gibi bir dizi kötü alışkanlığa sahip bulunan adam kısa süre sonra da hastanede vefat eder ve cesedi babası tarafından hastanenin gasilhanesinde yıkatılarak İslami kurallara uygun biçimde toprağa verilir.

    Ancak, acılı baba bir kaç saat sonra oğlunun bedeninde var olması muhtemel bir başka rahatsızlıktan kuşkulanır ve yetkililere başvurarak mezarın açılması talebinde bulunur.

    Topu topu üç saat sonra tekrar açılan mezarda, yetkililerin ve babanın karşılaştığı manzara tek kelimeyle dehşet vericidir. Simsiyah saçları olan o gencecik çocuk gitmiş ve yerine bedeninin her tarafı kabirde meleklerden yediği dayaklardan dolayı çürük içinde kalmış, bu ağır darp sonucunda fizyonomisi tamamen değişmiş ve saçları “korkudan” bembeyaz olmuş yaşlı biri gelmiştir.

    Bu noktada, metni yayına hazırlayan propagandacı bizleri “kabir azabı”nın ne denli korkunç bir şey olduğu konuşunda üstüne basa basa uyarıyor ve yanına Kur’an’dan bazı ayetler ve ayrıca Peygamberimiz’den hadisler ekleyerek bu korku duygusunu iyice artırmaya çalışıyor. Fotoğraflar da onun ifadesine göre, “feth-i kabir” (mezarın açılması ve cesedin çıkartılması) işleminden hemen sonra Ummanlı resmi yetkililer tarafından hastanenin morgunda çekilmiş.

    Bu traji-komik öykünün ayrıntılarını daha fazla aktarmaya gerek duymuyorum. Çünkü, artık böyle şeyleri okumaktan da anlatmaktan da içime fenalıklar geliyor. Zaten, gelen mesaja eşlik eden kan revan içindeki fotoğrafları daha ilk gördüğüm anda, bu konu benim için bütünüyle kapanmıştı. Çünkü, “kanıt” olarak sunulan karelere o tarihten önce bambaşka bir adreste rastlamıştım. O yüzden, öykünün aktarımını da kısa keseceğim. İsteyenler, adına özel olarak internet sitesi açılmış olan bu kepazeliği bütün ayrıntılarıyla aşağıdaki adresten okuyabilirler.

    http://www.thegodisone.com/kabir/index.htm

    (Yazarın notu: Yukarıdaki sitenin içeriğinin, bu yazı 25 Ağustos 2006 Cuma günü gazetemizde yayınlandıktan sonra değiştirildiği anlaşılmaktadır.)

    Şu kadarını söyleyeyim ki yukarıdaki sitede anlatılanların istisnasız hepsi “yalan”…

    Fotoğrafların, anlatılan kişiler ve mekanlarla uzaktan yakından hiç bir ilişkisi yok. Propagandacının -ucuz korku filmlerini andıran- iddiasına kaynak teşkil eden ürkütücü fotoğrafları, bundan en az iki yıl önce, dünyaca ünlü şiddet görüntüleri sitesi http://www.rotten.com’da görmüştüm. Olayın kahramanı durumundaki kişi ise ne aslen Ummanlı, ne Müslüman, ne de esmer olan biriydi. Kırsal bir bölgede cinayete kurban gitmiş olan sarışın ve orta yaşlı bir Amerikalıydı bu…

    Birileri bu talihsiz adamı katletmiş, sonra cesedini yarı çıplak bir durumda yakınlardaki ormana atmış ve güvenlik güçleri de cesedi bir kaç hafta sonra bulmuşlardı. Açık hava koşullarında uzunca bir süre kaldığı için de doğal olarak cesette gözle görülür deformasyonlar ve renk değişimleri başlamıştı. Sarışın kişilerin saçlarına bu rengi veren pigmentler, bedenin ölümünden sonra sert güneş ışığı altında yavaş yavaş beyaza dönüşürler. O yüzden, fotoğrafları gördüğümde dikkatimi ilk çeken şey de kurbanın saçlarının sarıdan beyaza çalar bir görünüm alması olmuştu. Ve herşeyden daha önemlisi de, “Babası tarafından hastanede gusül abdesti aldırıldı, sonra da cenaze namazı kıldırılıp toprağa verildi” denilen bu kişi, böyle bir dini ritüelden sonra herhalde “slip” tarzı bir iç çamaşırı ile gömülmüş olamazdı. Ama bizim Ummanlı Müslüman mevta, her nedense fotoğraflarında beyaz iç çamaşırıyla poz vermekteydi. Sanırım, bütün dikkatini “Nasıl daha korkutucu olabilirim” noktasına verdiği için, bu önemli ayrıntı öyküyü hazırlayan kişinin gözünden kaçmış.

    Meçhul propagandacı, uzun uzadıya aktardığı yalanlarına son noktayı ise bir “posta formu” ile koyuyor. Formun başına “Bu yazıyı ve fotoğrafları arkadaşına e-posta ile gönder” yazılmış. Ayrıca, sitenin adını da “God is one” (Allah birdir) koyarak, aklı sıra öyküye evrensel bir nitelik kazandıracak ve bunu uluslararası propagandada da kullanacak büyük tebliğ ustamız. Oysa ki fotoğrafların asılları, bu siteyi okuyacak kişi için topu topu bir tuşluk mesafede durmakta. Ama dünya cahillerin gözünde çok geniş ve kaçıp saklanması oldukça kolay bir yer olduğundan, bizim yalancı için de böyle ayrıntıların hiç bir önemi yok. Bir gün birilerinin aynı anda hem kendi sitesini hem de http://www.rotten.com’daki ilgili sayfaları ziyaret edebileceğini ihtimalden bile saymıyor.

    Merak edenler için http://www.rotten.com’daki özgün adresi veriyorum. Rotten, iki yılı aşkın süredir sitesinde tuttuğu 8 kareden oluşan bu polis fotoğrafları grubuna “Vücutta çürümenin erken aşamaları” başlığını koymuş. Uzmanlık alanı kan ve vahşet fotoğrafları olan bu sitede, savaş, cinayet ya da kaza sonucu öldürülmüş daha yüzlerce insanın görüntüsüyle karşılaşabilirsiniz. Ancak, doğrusu ya, oturup hepsine tek tek bakmanızı tavsiye etmeyeceğim. Siz en iyisi konumuzla ilgili olan karelerle yetinin.

    http://poetry.rotten.com/blonde/

    (Bu linkte, konuyla ilgili fotoğraflar yalnızca ortadaki sayılardadır.)

    İmanlar bu denli zayıf, Müslümanlar da bu denli donanımsız oldukça, kabul etmek gerekir ki ülkemizde ve İslam dünyasındaki hurafeler de hiç bitmeyecektir. Merak ediyorum; bu mesajı alan milyonlarca insandan bir teki olsun, mesaj sahibine “Yahu, dur bir dakika birader” dedi mi, “Allah’ın o nurlu melekleri Latin Amerika ülkelerinin polis karakollarından fırlamış görünümlü birer işkenceci midir? Biz, bize gönderilen kutsal metinlerden ‘kabir azabı’ denilen olgunun fiziksel bir gerçeklik olarak yaşanmayacağını biliyoruz. Elimizdeki bilgilerden, onun ruhsal düzlemde oluşacak, ama fiziksel acılarımız kadar gerçekçi biçimde hissedeceğimiz bir ceza olduğunu anlamaktayız. Eğer her mezara giren bu şekilde falakaya yatırılıyorsa, o halde bedenleri mumyalandığı için günümüze kadar mükemmel durumda kalmış onca eski Mısır firavunu, ayrıca yakın çağın mumyalama teknikleriyle korunma altına alınmış olan Lenin ve Mao gibi tanrıtanımaz liderlerin bedenleri bu yöntemle dayak faslından kurtulmuş mu oluyor? Bu dünyadan, öldüğünde yüzüne son derece huzurlu bir ifade sinen nice kötü kalpli insan ve öldüğünde bedenlerinden yarım kiloluk bir parça dahi kalmayan nice şehit kişi gelip geçti. Bir insanın ölüm sonrasında Yaratıcı’dan ödül mü yoksa ceza mı gördüğünü, bedeninin genel geçer görünümünden mi çıkartırız, yoksa bizlere öte aleme ilişkin olarak verilen sağlam bilgilerden mi?”

    Gerçekten merak ediyorum, söz konusu mesajı aldıktan sonra bunları aklıselim biçimde düşünen bir tek Allah’ın kulu oldu mu… Düşman bombalarıyla bedeni lime lime olmuş, cenazesi tabuta konulamayacak kadar ufalanmış bir şehidin o an itibarıyla evrenin en mutlu insanı olabileceğini, ama cesedi bin bir ihtimamla toprağa verilen, üstüne üstlük kameralara iyi görünsün diye bir de makyaj yapılmış olan bir ateistin ise aynı anda tarifsiz acılar içinde kıvranabileceğine inanan tek kişi ben miyim şu camiada?

    İnsanların en basit bir günahlarında bile üzülüp gözyaşları döken melekleri “kana susamış işkenceci vahşiler” olarak tasvir ederek, bu şiddet kültürü üzerinden kitleleri kendince hidayete ulaştırmaya çabalayan seni kuş beyinli!

    Senden önceki bütün o sürüsüne bereket cahiller ordusu gibi sen de hata yapıyorsun ve senin gibilerin hatalarının kafa karıştırıcı sonuçlarını temizlemek yine bizim gibilere düşüyor. Ama buna sevindiğimi ve bununla böbürlendiğimi sanma sakın; ümmetin iman perspektifini gösteren bu gibi örnekler karşısında yalnızca içim eziliyor ve üzülüyorum.

    Allah, bütün kulları için sonsuz merhamet sahibidir, bağışlayandır, esirgeyendir. Ve hiç kuşkusuz ki onun “cehennem”inin ya da “kabir azabı”nın bile vahşet kültürüne teşne düşük kalibreli insan belleğinin alamayacağı kadar hikmetli, şerefli, eğitici bir içeriği olacaktır.

    Ben ilelebet buna inanacak ve bunu söylemeye devam edeceğim. Bu yola bu şekilde baş koyanlar var ise bilinsin ki hepsi kardeşimdir.

    (Ali Murat Güven)

    İnternet Efsaneleri: Lanetlenmiş Kız

    Sanal alemde dinsel konulara ilişkin olarak türetilen efsanelerin ardı arkası kesilmiyor. Samimi dindarları son derece rahatsız eden bu modanın en son örneği durumundaki “çarpılmış genç kız” hikayesinin de kuyruklu bir yalan olduğu ortaya çıktı.

    Türkiye kamuoyu da dahil olmak üzere İslam dünyasını aylardır meşgûl eden bu olayın kahramanı heykeltraş Patricia Piccinini’ye ulaşan Yeni Şafak, çirkin bir yalana alet olmanın şokunu yaşayan Avustralyalı sanatçıdan olayın iç yüzünü öğrendi.

    İnternet ortamı dinsel inançlar üzerine oynanan sinsi bir oyunun daha arenasına dönüştü. Son birkaç aydır bütün İslam ülkelerinde adeta bir kitle histerisi şeklinde yayılan ve ürkütücü şöhreti kısa sürede ülkemize de ulaşan “Kur’an’a saygısızlık ettiği için hayvana dönüşen Ürdünlü genç kız” fotoğrafının, gerçekte Avustralyalı bir sanatçının silikondan yaptığı ilginç görünümlü bir heykele ait olduğu ortaya çıktı.

    Bir dizi insan-hayvan karışımı canlıyı küçük bir erkek çocuğuyla birlikte tasvir eden bu heykel grubu, ünlü heykeltraş Patricia Piccinini tarafından 2003 yılında tasarlanıp hazırlandı. Halen Sydney’de yaşayan ve sıradışı yapıtlarıyla sık sık uluslararası sergilere davet alan Piccinini’nin anılan çalışmasına ait yakın plan bir fotoğrafı sanatçının internet sitesinden onun izni olmaksızın kopyalayan kimliği belirsiz “tebliğciler”, sözkonusu fotoğrafa bir de “çarpılma hikayesi” ekleyerek bunu sanal alemde elden ele dolaştırmaya başladılar.

    Konunun kısa süre içinde tartışma forumlarının sınırlarını aşıp paranormal olayların incelendiği “ciddi” sitelere sıçramasıyla birlikte olaydan Piccinini’nin de haberi oldu ve sanatçı kişisel sitesinde öfkeli bir açıklama yayımladı. Ancak, buna karşılık, “çarpılan kız” efsanesi, insanların bu tür dinsel hikayelere inanmayı içtenlikle arzu etmeleri üzerine geçtiğimiz yaz ayları boyunca hız kesmeden yayılmayı sürdürdü.

    İslam’ın bu gibi yalanlara ihtiyacı mı var?

    Her ortaya çıkışlarında geniş bir inanan kitlesi toplayan dinsel içerikli kent efsanelerinin, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren ciddi bir artış gösterdiği gözleniyor. İlk çıkış kaynağı genellikle belirlenemeyen ve faillerinin daha etkin bir uluslararası yayılım için interneti başarıyla kullandıkları bu tür paranormal hikayeler, kimilerine göre “biraz abartılı ögeler (!) içermekle birlikte, insanları ilahi gerçeklere yaklaştıran bir tür tebliğ görevi” üstlenmekteler. Ancak, bu sakat düşünce tarzı istisnasız her seferinde olumsuz sonuçlar doğuruyor ve arka plandaki gerçeklerin ortaya çıkmasıyla birlikte, İslam adına yola çıkanlar her seferinde İslam’a izi kolay kolay silinemeyecek türden lekeler sürüyorlar. “Kur’an’a saygısızlık ettiği için çarpılan kızın dramı” gibi vak’alar zayıf olan imanları pekiştirmek adına doğru yöntem olarak kabul edildiği takdirde, benzeri bir başka durum yaşandığında, sözgelimi, “Filistin’de camileri basıp talan eden, Kur’an-ı Kerim nüshalarını yerlere atan İsrail askerlerinin neden olay anında alev alıp yanmadığı” gibi bir sorunsal da bu kez aynı imanları zedeleyen bir anti-teze dönüşebiliyor. Bu açıdan bakıldığında, sözkonusu yalanları ortaya atan kişilerin samimi dindarlardan ziyade, farklı bir taktikle çalışan “din karşıtları” olma ihtimalleri daha yüksek…

    “Olay heykel”in tasarımcısı Patricia Piccinini:

    ‘Fotoğrafı internet sitemden çalmışlar’

    Avustralyalı heykeltraş Patricia Piccinini, sanat dünyasında sıradışı çalışmalarıyla tanınıyor.

    Yeni Şafak’ın, ülkesi Avustralya’dan bağlantı kurarak görüşlerine başvurduğu bayan heykeltraş Patricia Piccinini (40), yapıtı üzerine son aylarda internette ortaya çıkan spekülasyonlardan dolayı tek kelimeyle burnundan soluyor. Olaydan ilk kez geçen Ağustos ayında haberdar olduğunu belirten Piccinini, gazetemize şu açıklamayı yaptı:

    “Doğrusu, bu yalan karşısında söyleyecek söz bulamıyorum. Ben bir sanatçıyım ve dünyadaki bütün dinlere karşı sonsuz saygım var. Ancak, önceki yıl gerçekleştirdiğim bu çalışmanın fotoğraflarının kişisel internet sitemden çalınarak böylesine abuk subuk bir hikayeye alet edilmesi karşısında tahmin edemeyeceğiniz kadar çok yıprandım. Sahtekarların kullandıkları fotoğraf, son iki yıldır dünyadaki bazı önemli sergilere katılan “Leather Landscape” (Deri Peyzajı) adlı yapıtımdan alınma bir detaydır. Bu yapıtı, hayal gücümün ürünü olan, ancak genetik mühendislerinin gelecekte üretmesi olası bazı insan-hayvan karışımı hibrit yaratıkların ve onları ilgiyle izleyen küçük bir oğlan çocuğunun silikondan yapılma heykelleriyle oluşturdum. Beyaz deriden hazırlanmış fütüristik bir dekorun üzerine yayılan sözkonusu heykeller, ilk kez 2003 yılında Venedik Bienali’nde görücüye çıktı ve bir hayli ilgi gördü. O tarihten bu yana da daha bir dizi ülkede sergilendi. Yapıtın hazırlanmasında silikon ve derinin yanısıra tahta, akrilik ve insan saçı kullanıldı.”

    Olayın gerçek yüzünü kişisel internet sitesinde de açıkladığını belirten Piccinini, buna karşılık internetin yalanları yayma konusundaki hızına yetişmenin imkansız olduğunu vurgulayarak, “Hiçbir dinin, varolmak için bu tür komik hikayelere ihtiyacı yok. Bence bu tür kent efsaneleri ilk anda kitleleri bir ölçüde heyecanlandırsa da inançlı topluluklar arasında sonradan büyük bir hayal kırıklığı ve öfkeye yol açıyorlar. O nedenle, yapılanın iyi niyetli bir dinsel misyonerlik çabası olduğundan son derece kuşkuluyum” şeklinde konuştu.

    ‘Belge-fotoğraf’a (!) eşlik eden ürkünç hikaye Patricia Piccinini’ye ait olan hibrit yaratık heykelinin fotoğrafını internet üzerinden kısa sürede bütün dünyaya yayarak özellikle İslam coğrafyasında heyecan verici bir efsaneye dönüştüren sahtekarlar, görenlerin tüylerini ürperten bu “belge”ye (!) şöyle bir de arka plan hikayesi eklemişlerdi:

    Ürdünlü yaşlı bir kadın evinde Kur’an-ı Kerim okumaktadır. O sırada, yan odada yüksek volümde müzik dinleyen kızını teybin sesini kısması için uyarır. Ancak genç kız inançsız biridir; annesini bu uyarısından dolayı azarlar ve elindeki Kur’an-ı Kerim’e saygısızca vurur. Fakat, bunu yapar yapmaz bir anda bütün vücudu alevlerle kaplanır ve odanın ortasında cayır cayır yanmaya başlar. Dehşet içindeki anne hemen yakınlardaki bir battaniyeyi kapar ve kızını saran alevleri söndürebilmek amacıyla onu sıkıca sarıp sarmalar. Biraz sonra battaniyeyi açtığında ise fotoğrafta görülen insan-köpek karışımı korkunç yaratıkla karşılaşır. Kız, biraz önceki çirkin hareketi nedeniyle “çarpılmıştır”.

    Evde yaşananlar kısa sürede Ürdünlü resmi yetkililerin kulağına gider ve genç kız bilimsel olarak incelenmek üzere Hollanda’daki bir askeri hastaneye nakledilir. İnternette dolaşan görüntü de kızın incelemeler sırasında çekilen gizli fotoğraflarından biridir. Olay, “Kur’an’ın mistik gücü ve yüceliği uluslararası kamuoyu tarafından kabul görmesin” diye aylardır bütün dünyadan saklanmaktadır. Ancak, bu muhteşem “kanıt”, nasıl olduğu anlaşılamayan bir yolla Hollandalı yetkililerden kaçırılarak bizim aşırı ateşli tebliğcilerimizin eline geçmiştir.

    Tabii, bütün bu hengamede kaş yapılacak derken bir kez daha göz çıkartılır ve tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi bu olayın balonunun da patlamasıyla birlikte İslam’ın uluslararası alandaki itibarına bilerek ya da bilmeyerek müthiş zararlar verilir. Olayın aydınlığa kavuşmasıyla birlikte, bugünlerde Batı kaynaklı birçok internet sitesinin sözkonusu hikaye nedeniyle Müslümanları makaraya alan yorumlar yayımladığı dikkati çekiyor.

    (Ali Murat Güven)

    Türk Tarihinde İlkler

    Şafak Altun ve Cenk Sarıoğlu, “Türk Popüler Tarihinde İlkler” adlı kitapta, ilk otomobilden ilk siyasi açlık grevine, ilk popstara kadar merak edilen birçok konuda Türkiye’nin ‘ilk’lerini yazdı.

    ’İlk popstar’ımız kimdi Türk basınında kalem kavgasını ilk kim başlattı? İlk popstar’ımızı tanıyor musunuz? Ya da “Ben işçi parası almam” diyen ilk profesyonel banka soyguncusunu? Bu soruların ve daha fazlasının cevabı gazeteci Şafak Altın ile Cenk Sarıoğlu’nun birlikte yazdıkları “Türk Popüler Tarihinde İlkler” adlı kitapta yer alıyor. İşte kitaptan bazı ilginç ’ilk’ler…

    Türkiye güzeli Feriha Hanım
    1929 yılında düzenlenen güzellik yarışmasında birinci olan Feriha Tevfik, Türkiye’nin ilk popstar’ı kabul ediliyor. Günümüzdeki anlamıyla tarihimizin ilk popstar furyası 1929-1933 yılları arasında yaşandı. 1929 yılında Türkiye güzeli seçilen Feriha Hanım’ın popstar’lığı 10 yıl sürdü. Feriha Hanım, Türkiye güzeli olmakla kalmadı, sinema çalışmalarının yanı sıra şehir tiyatrosu kadrosuna da girdi.

    İlk küçük şarkıcı Oy Anam Oy
    1972 yılında tüm dünyada esen “Mammy Blue” rüzgarı Türkiye’yi de etkisi altına aldı. Üç-beş yabancı “Mammy Blue” plağı ise kimselere yetmiyordu. Şanar Yurdatapan hayatının en önemli kararını vererek, henüz dört yaşındaki oğlu Arda’yı müzik piyasasına soktu. Arda, “Oy Anam Oy” isimli plağıyla daha ne olduğunu bile anlamadan ilk ’küçük star’ oldu.

    İlk dert ortağı
    Derdini söylemeyen derman bulamaz
    Okuyucuların sorunlarını dile getirdiği ’dert’ köşeleri ilk olarak İlhami Safa’nın 1936 yılında yayınlamaya başladığı Yeni Hayat dergisinde başlatıldı. “Aramızda” isimli köşeye gelen mektuplar “Adem Baba” tarafından yanıtlanıyordu. Ama basının gerçek anlamda ilk dert ortağı Güzin Abla’ydı. İlk kadın sayfa sekreteri olan Güzin Sayar, Haldun Simavi ve Rahmi Turan’ın isteği üzerine 1960’larda Hürriyet Gazetesi’nde kendi ismiyle köşe yazarlığına başladı. Güzin Abla’nın “Derdini söylemeyen derman bulamaz biçiminde özetlenen köşesi kısa zamanda bütün gazeteler tarafından taklit edildi.

    İlk kadın otomobil yarışçısı
    İlk kadın otomobil yarışçısı Samiye Morkaya, 1930’ların başlarında düzenlenen ilk otomobil yarışlarında kadınlar için ayrı bir kategori olmadığı için erkek şoförlerle yarıştı. Morkaya o kadar hızlıydı ki, birçok yarışta dereceye girdi. Birinciliği Morkaya’ya kaptırmayı kabullenemeyen bazı erkek sürücüler, yarışın iptalini bile istemişlerdi.

    İlk trafik canavarı
    Çarptı ve kaçtı
    İlk trafik kazasını yapan otomobilin karşısında ne bir başka otomobil ne de at arabası vardı. 1912 yılının 26 Ocak gecesi, saat 22.00 sularında Zincirlikuyu’dan Beyoğlu’na giden İtalyan Sefareti’nin şoförü Frederico Rasi, Şişli Camii’nin önünde İdris adlı bir Arnavut’a çarptı. Olayın asıl ilginç kısmı ise Rasi Bey’in kazadan sonra kaçmasıydı. İlk trafik canavarı, Taksim’e varmadan Pangaltı’da yakalandı.

    İlk kalem kavgası
    Her şeyi Şinasi başlattı
    Bugün köşe yazarlarının kafe basma boyutuna taşıdıkları kalem kavgalarının ilkine Şinasi vesile oldu. Türk basınında makale geleneğini Şinasi başlattı ve Tercüman-ı Ahval’in baş yazarı oldu. Gazete modern Türk Tiyatrosu’nun ilk eseri sayılan Şair Evlenmesi’ni tefrikaya başladı. Eski evlilik geleneklerini yeren Şair Evlenmesi, Türk basının ilk polemiğinin çıkmasına neden oldu. Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahval’in bu yayınına çok içerleyerek Şinasi’nin oyununa “Kocakarılara hitap eden bir masal” olarak nitelendiren yazılar yayımlamaya başladı.

    İlk aydın intiharı
    Kanıyla ölümünü yazdı
    Askeri Tıbbiye kökenli yazar Beşir Fuat, Schopenhauer ve Voltaire’den yaptığı çevirilerle tanınıyordu. Ölümü bütün doğallığıyla yaşamak ve gözlemlemek gerektiğini savunan Fuat, 5 Şubat 1887 tarihinde bileğini kesip intihar etti. Sıkı durun Fuat ölüm anını kendi kanıyla kaleme aldı: “Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Baygınlık gelmeye başladı.” Ahmet Mithat Efendi, Fuat Beşir’in kanla yazılmış mektubunu gazetesinde yayınladı ve onu karamsar felsefesinin etkisi altına sokması nedeniyle, gerçek katilin Schopenhauer olduğunu yazdı.

    İlk profesyonel banka soyguncusu
    Ben işçi parası almam
    1961 yılının 18 Ağustos günü elinde Sten marka makineli tüfek bulunan Necdet Elmas, Amerikan filmlerine taş çıkartırcasına İş Bankası’nın Kazlıçeşme Şubesi’ne girip vezneden 165 bin 850 lira çaldı. Soygun sırasında bankada bulunan bir işçinin “Ben işçiyim, yatıracağım 480 lirayı alma” demesi üzerine ilk profesyonel banka soyguncusunun “Ben işçi parası almam” yanıtı kulaktan kulağa yayıldı. İlk profesyonel banka soyguncusunun yakalanış öyküsü daha da ilginç. Soygundan sonra tüm Türkiye ayağa kalkar. Cumhuriyet gazetesi, İstanbul Emniyeti’ne yardımcı olmak amacıyla özel bir araştırma birimi kurup başına gangsterlik vakalarını ABD’de uzun süre tetkik etmiş eski bir polis şefini getirir. 12 gün sürek avının sonucunda Necdet Elmas ve suç ortağı Necdet Sinkil, 30 Ağustos günü Darıca’da yakalanır. Necdet Elmas araba hırsızlığından içeri girmişti. Dördüncü eşinin boşanmak istemesi üzerine ceza evinden firar etmiş ve daha sonra da bu soygunu gerçekleştirmişti.

    İlk dedikodu yazarı
    Fitne Fücur yazıyor
    Lourel-Hardy’ye sesiyle hayat veren ünlü seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur’un kızı olan Adalet Cimcoz, tesadüfen girdiği dublaj aleminde Türkan Şoray, Filiz Akın gibi starları seslendirerek efsane oldu. Cimcoz, aynı zamanda Türkiye’nin ilk dedikodu yazarıdır. Hafta, Aydede, Salon gibi dergi ve gazetelere Fitne Fücur imzasıyla dedikodu yazıları kaleme alan Cimcoz’un 1950’li yıllarda kaleme aldığı dedikodular büyük yankı uyandırdı.

    Hürriyet

    Nerede Türk çizgi kahramanımız?

    Dünyada ve Türkiye’de çizgi film sektöründe neler olup bittiğini, bu zamana kadar neden dünyaca tanınan bir Türk çizgi film kahramanı olmadığını merak ettiniz mi hiç? İşte renkli çizgilerin gerçek dünyası…

    Walt Disney’in hedef kitlesi

    Çizgi dizilerin hayatımızdaki yeri 1960’lı yıllara uzanıyor. Kökeni çok da eskiye dayanmamasına rağmen kendi içindeki gelişimi ve yeniliklere açık olması, çizgi film sektörünü kısa zamanda büyüttü ve uluslararası pazarda sağlam bir yer bulmasını sağladı. Bugün, sektöre Walt Disney, Warner Bros, Paramount Pictures gibi yapım şirketlerine ait kahramanların çizgi filmleri hakim. Çocukları sevindirip eğlendirmeyi hedeflese de çizgi film sektöründe maddi çıkarlar göz ardı edilemeyecek kadar büyük.

    Çizgi film piyasasını büyük oranda elinde bulunduran yapım şirketi Walt Disney. Bu şirketi, sırasıyla Japon animeleri, Warner Bross, Looney Toons ve Paramount Pictures izliyor. Aslında görünen iki dev var. Bunlar Walt Disney ve Japon animeleri. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Animasyon Bölümü öğretim üyesi Tahir Aksoy, Walt Disney ve Japon çizgi filmlerinde iki farklı yaklaşımın olduğunu iddia ediyor. Aksoy’a göre, Walt Disney’in genel hedef kitlesi çocuklar. Animelerinki ise hızlı yaşayan özgür gençlik. Elbette, sadece gençler için çizgi film yapıyorlar demek de yanlış.

    Bir saniye için 25 resim çiziliyor

    Walt Disney’de dünyanın en iyi animatörleri çalışıyor. Bütün çizgi filmler, devasa stüdyolarda her biri kendi alanında başarılı 150 ila 200 kişi tarafından hazırlanıyor. Her bir saniye için 25 resim çiziliyor. Bu da görüntü kalitesini yükseltiyor. Japon animeleri ise, birbirinden bağımsız şirketler tarafından yapılıyor. Pazara hakim bir şirket yok. Japon çizgi filmleri çocuklar kadar gençlere ve yetişkinlere de hitap ediyor. Japonlar, bir saniye için ortalama 12—16 resim kullanıyor.

    Walt Disney’de yapılan çizgi filmin bir dakikası 6 bin dolara mal olurken, Japon filmlerinde bu maliyet 3 bin 500 ila 4 bin dolar arasında değişiyor. Fransa ve Japonya’da yapılan çizgi filmlerin yüzde 70’inin maliyeti devlet ve özel kuruluşlar tarafından karşılanıyor. Yıllık cirosu yaklaşık 60 milyar dolar olan Walt Disney ise devlet desteği almıyor; çünkü 1970’lerde ürettiği çizgi filmlerin bile gösterim hakkını satarak büyük kazançlar elde ediyor. Ayrıca bol Oscar ödüllü film şirketleri, televizyon kanalları ve Disneyland’lerden yüklü paralar kazanıyor.

    Sektörün mali boyutu büyüdükçe yapımcılar, hem kaliteli hem de prestijli çizgi sinemalara yöneldi. Oscar’a layık görülen başarılı eserlere imza attılar. Örneğin, bu ödülü alan Warner Bross’un Aslan Kral’ı (Lion King) bütün dünyada izlenme rekoru kırdı. Walt Disney yapımı Kayıp Balık Nemo da 850 milyon dolar gişe hasılatı yaptı. Bu rakamı, sadece 11 Oscar’lı Yüzüklerin Efendisi geçebildi. Japon yapımı “Ruhların Kaçısı” çizgi filmi de hem Oscar’ı hem de Altın Ayı ödülünü almayı başardı.

    Türkiye’de çizgi film sektörü ne durumda?

    Dünyadaki gelişmelerin aksine Türkiye’de ne çizgi film sektöründen ne de alt pazarlarından bahsetmek mümkün… Sektör, birbirinden bağımsız küçük stüdyolardan ve atölyelerden oluşuyor. Üretim ise yok denecek kadar az. Televizyonda yayınlanan çizgi dizilerin neredeyse tamamı Amerikan ve Japon ürünü. Ülkemizde ayda 2 bin saat çizgi film gösterimi yapılıyor. Bunların yüzde 1’i bile yerli yapım değil. Gösterilen çizgi filmlerin yüzde 60’ı Japon, geri kalanı da Amerikan yapımı.

    Türkiye’de bu zamana kadar yapılmış tüm yerli yapım çizgi filmler dört saatten fazla değil. Televizyon kanalları da yerli yapımlar olmadığı için yabancılara ait çizgi filmleri yayınlamak zorunda kalıyor. Sera Prodüksiyon Yapım Şirketi ve çizgi film pazarlama şirketi sahibi İlker Demirel, pazarlamaya çalıştığı 200’ün üzerindeki çizgi filmden sadece otuzunun yerli yapım olduğunu söylüyor.

    Bir türlü çıkmayan çizgi film yasası

    Türkiye’de yerli çizgiler ancak 20 saniyelik reklam filmlerinde gösteriliyor. Animatör ağırlıklı ders veren tek okul Eskişehir Anadolu Üniversitesi Çizgi Film ve Animasyon Bölümü. 14 yıl önce açılan okuldan bugüne kadar 200 öğrenci mezun oldu. Çizgi film sektörü olmadığından, mezunların hemen hemen hepsi ya film yapım şirketlerine ya da reklam ajanslarına yöneliyor. Yerli çizgi filmler Elle, Düşler Evi, Elif Video, Anatolia, Adım Prodüksiyon, Sera Prodüksiyon gibi yapım şirketleri tarafından üretiliyor.

    Devlet desteği neden sona erdi

    Hiçbir destek almadan ayakta durmaya çalışan bu şirketler, çizgi dünyasının Türkiye’de sektör haline gelememesini ‘çizgi film kanunu’nun çıkmamasına bağlıyor. Çizgi film yapımcıları 8 yıldır bu kanunu bekliyor. Kanun çıkarsa, tüm televizyon kanalları yüzde 5 yerli yapım çizgi film gösterimi yapmak zorunda. Söz konusu kanun bütün ülkelerde olmasına rağmen Türkiye’de yok.

    Kültür Bakanlığı ve TRT, 1990’larda yerli yapım şirketlerine çizgi film siparişi vermişti. Ama, zaman içinde bakanlık da TRT de desteğini çekti. “Düşler Evi” çizgi film yapım şirketinin sahibi Orhan Bal, desteğin bitmesini şöyle anlatıyor: “Kültür Bakanlığı ve TRT’nin sayesinde stüdyolar açıldı. Devlet çizgi filmlerin karşılığında iyi paralar ödedi. Peşpeşe gelen krizler ödemelerin kesilmesine sebep oldu. Bir de sektöre uzak kişiler yapım şirketi kurarak hazırladıkları kötü çizgi filmleri devlete satarak para kazandılar. Bu dönemin etkisini çıkamayan yasa ile hala yaşıyoruz.”

    Kültür Bakanlığı bizimle ilgilenmiyor

    Kültür Bakanlığı, çizgi film sektörüne yeterince destek vermediği eleştirilerine katılmıyor. Konuyla ilgili olarak yazılı bir açıklama gönderen bakanlık, mevcut kaynaklar doğrultusunda gerekli desteğin yapıldığını; ancak proje destek fonuna çizgi film yapımcılarının rağbet göstermediğini savunuyor. Verilen bilgiye göre, son beş yılda 150 başvurudan sadece beşi çizgi film projesine ait. 2004’te ise bakanlığa çizgi film için sadece 3 başvuru yapılmış.

    15 yıldır animatörlük yapan Zafer Kalkın’ın iddiası aksi yönde. 15 bölümlük Nasreddin Hoca çizgi filmi yaptıklarını, fakat yayınlanmadığını söyleyen Kalkın, “Kültür Bakanlığı ile Ormandaki Apartman, Hezarfen Çelebi gibi çizgi filmlerde çalıştık. Götürdüğümüz projelere bakılmıyor bile. Masanın üzerine bırakıp gitmemiz söyleniyor. Bırakın desteği, projelerimizi tam anlamıyla sunamıyoruz” diye konuşuyor.

    1992 yılından bu yana Fatih Sultan Mehmet, Sonsuza Yolculuk gibi yerli çizgi film çalışmaları yapan animatör Ahmet Kaya, çizgi filmin çok masraflı bir iş olduğunu belirterek mütevazı bir çizgi filmin dakikasının 4 bin dolara mal olduğunu söylüyor. Kaya, Türkiye’de çizgi film sektörünün yüksek maliyetten ötürü gelişemediğinin altını çiziyor: “Çizgi filmi 20 bin dolara mal ediyorsunuz. Eğer şanslıysanız yarı fiyatına satabiliyorsunuz. Bu iş için dört yıl savaştık. İslami konulara sahip çizgi filmler yaparak bu alandaki boşluğu doldurmak istedik. Ama olmadı.”

    Zafer Kalkın, maliyeti yüzünden sektörün gelişemediği konusunda Ahmet Kaya ile hemfikir. Kalkın’a göre, Türkiye’de insanlar kolay yoldan para kazanmaya alışmış ve çizgi filme milyonlarca dolar yatırıp sonra da bu paranın geri dönmesini bekleyecek kadar sabırlı değil.

    En iyi pazarlamacı Walt Disney

    Çizgi filmi yapmak kadar onu pazarlamak da büyük maharet istiyor. Bir çizgi filmi tek bir kanala satarak maliyetini karşılamak mümkün olmadığından iyi bir pazarlama yöntemi ile yerli ve yabancı piyasalara açılmak gerekiyor. Pazarlama ayağı güçlü olduğunda bir film, maliyetinin on katı kadar para kazandırabiliyor. Walt Disney’i sektörün lideri yapan en önemli faktör, uluslararası pazarlama tekniklerini çok iyi kullanmasıdır. Türkiye’deki yapım şirketleri ile sponsor firmaların en büyük handikapı da burada.

    Animatör Orhan Bal pazarlama problemini, çizgi film sektörünün olmamasına bağlıyor. Sermaye sahiplerinin ya da devletin sahip çıkması gerektiğini dile getiren Bal, “Uluslararası çizgi film ve animasyon fuarları oluyor. Bütün uluslar kendi çalışmalarını pazarlıyor. Biz şimdiye kadar Endonezya ve Malezya’ya fuarlar aracılığıyla filmlerimizi sattık. Eğer hepsine katılabilme gücümüz olsaydı dünyada çizgi filmlerimizle tanınıyor olabilirdik” diye konuşuyor.

    Kiloyla alınan çizgi filmler

    Yerli sektörün kanayan yaralarından biri de televizyon kanallarının yerli çizgi filmleri tercih etmemesi. Animatör Ahmet Kaya televizyon kanallarının işe tamamen ticari yaklaştığını belirterek, “Yurt dışına çıkıp kilosu 2 bin dolara çizgi film satın alıyorlar. Buradaki stüdyolarda seslendirip kullanıyorlar. İstisnasız hiçbir kanal hassas davranmıyor” diye konuşuyor. Ella’dan Abdullah Koçyiğit de aynı konuya temas ediyor ve televizyonların çocukları düşünmediğini dile getiriyor. “Televizyonlar 300 dolara çizgi film alıyor. Hala 1970’li yılların çizgi filmleri gösteriliyor” diyen Koçyiğit’e göre suçlu televizyonlar. Çünkü, talep olsaydı sektör gelişecekti.

    Gün içinde yayınladığı uzun süreli çizgi film kuşaklarıyla dikkat çeken Show Televizyonu Programlar Birimi, bu eleştirilere katılmıyor. Yerli yapımcıların değerlendirmelerini haksız buluyor ve çizgi film piyasasında bir tekel olduğunu hatırlatarak sektörün yabancı şirketlerin kontrolü altında olduğunu vurguluyor.

    Türk çizgiler Ortadoğu pazarında

    Türkiye’de, yerli çizgi filmler genelde Samanyolu ve Kanal 7 gibi kanallarda izleyicinin karşısına çıkıyor. Bir de Ortadoğu ülkelerinde kendine yer buluyor. Halihazırda çizgi filmlerimiz İran, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Irak, Tunus, Mısır, Ürdün, Tayvan gibi ülkelerde gösteriliyor. Sinemada olduğu gibi çizgi filmde de gelişmiş tek Müslüman ülke İran. Diğer ülkelerdeki boşluğu Türklerin yaptığı çizgi filmler dolduruyor. Ayrıca, bu işi öğrenmek için Irak, Suudi Arabistan, Tunus, Ürdün, Cezayir, Mısır, Endonezya gibi ülkelerden gençler Türkiye’ye geliyor. Amaçları, yapım şirketlerinde çalışıp öğrendikleri bilgileri ülkelerinde uygulamak. Bu geri dönüşümden dolayı İslami çizgi film açısından Ortadoğu ülkelerinde bir canlanma görülüyor.

    Animatör Orhan Bal, animasyon açısından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında en iyi olduğunu, çizgi filmlerimizin Türkiye’de görmediği ilgiyi Ortadoğu ülkelerinde bulduğunu söylüyor: “İslam dünyası çizgi filme aç. İran’da devlet destekli bir stüdyo var. Suriye’de küçük işler yapan 2—3 stüdyo, Endonezya ve Suudi Arabistan’da da yeni yeni başlayan çalışmalar var. İran’daki fuarda büyük ilgi gördük. Fil Vakası, Şeyh Şamil, Ella’nın yaptığı Fatih Sultan Mehmet iyi yapımlar olmasa da çok tutuldu. Örneğin Barbaros Hayrettin Paşa çizgi filmi tüm İslam ülkelerine satıldı.”

    “Elle” en eski yapım şirketi

    Ortadoğu ülkelerinde ilk olarak pazar bulan yapım şirketi Elle Prodüksiyon. 1982 yılında Suudi Arabistan’daki zengin kişilerin desteğiyle kurulan Elle, Türkiye merkezli bir şirket. Şimdiye kadar 24 çizgi film üretti ve bunları İran hariç bütün İslam ülkelerine ve ABD, İngiltere, Avustralya gibi Batılı ülkelere pazarladı. Ortadoğu ülkelerine pazarlanan filmlerde genellikle tarihi konular işleniyor, büyük İslam alimlerinin hayatları anlatılıyor. Bunlar arasında Sonsuza Yolculuk, İnci Adası, Ali Baba, Toraman ve Afacan Çocuk gibi kurgusal çizgi filmler de yok değil. Fatih Sultan Mehmet çizgi filmi sadece Suudi Arabistan’da 250 bin adet satılmış.

    Elle Çizgi Film Yapım Şirketi Türkiye Müdürü Abdullah Koçyiğit, yaptıkları eserleri, “ideolojinin olmadığı, tarih ve sosyolojinin ön planda olduğu” çizgi filmler olarak nitelendirerek, “Aslında, renkli çizgilerle, ‘iyi bir insan nasıl olunur’u anlatıyoruz” diye konuşuyor. Ortadoğu pazarına giren bir diğer şirket ise Elif Video. Karagöz, Masal Bahçesi, Kestane Sultan, Binbir Gece Masalları, Önder İnsanlar ve Hay bin Yeksan gibi çizgi filmleri pazarlayan Elif Video’nun sahibi Ali Osman Emiroğlu, çizgi filmin Türkiye’de sektör olamayacağını savunuyor.

    Çocuklara çizgi film yapmıyoruz

    Yerli çizgi film sektörü yavaş da olsa dışa açılıyor. Ancak, hiçbir şirketin çizgi dizisine imza atmaması hayli düşündürücü. Sebebi ise yüksek maliyetler ve dizi karakterlerinin zihinlere yerleşmesinin zaman alması… Bugüne kadar yapılanları eleştiren çizgi film pazarlamacısı İlker Demirel, Türkiye’deki sektörün çocuklar için çizgi film yapmadığını savunuyor. Hareketlerin bir çocuk için ağır kaçtığını öne süren Demirel, “Çocuklar için yapılan çalışmalar sadece Keloğlan, Ali Baba, Nasreddin Hoca gibi çizgi filmler. Biz ne kadar çocuklar için yaptığımızı iddia etsek de aslında yetişkinlere hitap ediyoruz. Kendi içimizde bir değişim yaşamalıyız” diye konuşuyor.Çizgi filmlerin evrensel bir dili olduğu muhakkak. Herhangi bir dilde yayınlanan bir çizgi filmdeki hareketler, mimikler ve genel tasarım, insana aynı dili konuşuyor hissini veriyor. Kısa çizgi film ve animasyonlardan oluşan “Animatürk” sitesinin yapımcısı Mehmet Şenocak, anlatmak istenilen bir şeyin çizgi filmle en etkili ve kolay yoldan anlatılabileceğini söylüyor.

    Öğretim üyesi Tahir Aksoy, çizgi filmi iletişim aracı olarak kullanılmaya en elverişli alan olarak görüyor. Bu konuda Japon animelerinin kendi kültürlerini anlatmak için başarılı biçimde kullanıldığını söyleyen Aksoy’a göre, “Pokemon” adlı çizgi filmin tek derdi oyuncak ve kart satmak. Eğitelim, mesaj verelim gibi bir kaygısı yok. Tahir Aksoy, bu zamana kadar evrensel dilin sadece ‘Karınca Z’de kullanıldığını da sözlerine ekliyor.

    Çizgi filmi, taşıdığı içeriğe göre değerlendirmek gerektiğini söyleyen Mehmet Şenocak, evrensel dilin zaman zaman iyi şeyler için de kullanıldığına dikkat çekerek ‘Pinokyo’ filmini örnek gösteriyor. Pinokyo gibi bir çizgi filmde, yalan söylemenin ne kadar kötü olduğunu öğretiliyordu. Animatör Ahmet Kaya evrensel dili kültür empoze etmek maksadıyla kullananlardan şikayetçi. Kaya, “Çocuklara iyi şeyler veren çizgi diziler de var. Ama geneli şiddet ağırlıklı. Bizim kültürümüzü anlatan filmler yok” diyor.

    Aytekin Can, çizgi filmlerin ortaya çıkışında, eğlendirirken eğitme kaygısı olduğunu hatırlatarak, 1930’lu yıllarda yaşanan süreci anlatıyor: “Miki fare sigara içmez, içki kullanmaz, sahtekarlık yapmaz ve yalan söylemezdi. Propaganda aracı olarak kullanılan Red—Kit’in bir zamanlar ağzından eksik olmayan sigarası, sigara içmenin kötülüklerinin iyice anlaşılmasından sonra, bir saman çöpüne dönüştürüldü.”

    Nerede Türk çizgi kahramanımız?

    Kuşkusuz, çizgi film yapmak kadar belli bir karakteri zihinlerde oluşturmak da önemli. Bugün hangi çocuğa sorulsa, Bugs Bunny, Tweety, Ayı Yogi, Tazmania Canavarı, Tom ve Jerry gibi çizgi kahramanları bir çırpıda sayacaktır. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor: “Neden bizim tanınmış bir Türk çizgi film kahramanımız yok?”

    Bu soruyu Abdullah Koçyiğit, kendilerinin de suçlu olduğunu belirterek cevaplıyor. “Biz bu konuda ne araştırma ne de özel çalışma yaptık. Tek bir kahramanın üzerinde odaklanmayı düşünmedik” diyen Koçyiğit, bu eksikliği şimdi yaşadıklarını belirtiyor ve zaman içinde dünyaca tanınan bir Türk kahramanın olacağına inanıyor. Animatör Mehmet Şenocak’a göre, Türk kahramanın ortaya çıkması için sektörün beklediği yüzde 5’lik yerli yapım mecburiyetinin uygulanması lazım.

    Ali Osman Emiroğlu, çizgi romanlardan yola çıkarak bir çizgi film kahramanı ortaya çıkarılabileceğini savunuyor. Emiroğlu’na göre, eğer çizgi roman kahramanı tanınırsa bunu çizgi diziler ve sinema filmleriyle destekleyerek bir kahraman ortaya çıkarılabilir. Damlacık ve Toraman adında iki karakter çalışması olan animatör Orhan Bal, bir kahramanın oluşması için filmin dizi şeklinde olmasının şart olduğunu söylüyor.

    Sevimli ve bir o kadar da karmaşık çizgi dünyasında yeni gelişmeler, beklenen yasanın çıkmasıyla farklı farklı renklere bürüneceğe benziyor. Zamanla canlanan yerli çizgi film camiası belki de Ortadoğu’ya tamamen hakim olabilecek. Belki de bir Türk çizgi film kahramanı yakın zamanda ekranlarda boy gösterebilir ve tarafınızdan sevilmeyi bekliyor olabilir.

    ÇİZGİ FİLMLER NASIL YAPILIYOR?

    Çizgi film uğraş gerektiren bir iş. Bir çizgi dizinin yapılabilmesi için en az 100 ila 150 kişi arasında bir kadro ve büyük stüdyolar lazım. Bir çizgi sinemanın yapım aşaması bir ile bir buçuk yıl arasında değişiyor. Maddi açıdan ucuza mal olan çizgi filmlerin maliyeti, sarf edilen emek ve titiz çalışmalar sonucu milyon dolarlara çıkabiliyor. Mütevazı bir çizgi filmin bir dakikasının maliyeti 4 bin dolar. Bir animatörün aylık maaşı bin ila bin 500 dolar iken bir yönetmenin maaşı 2 bin ila 2 bin 500 dolar arasında değişiyor. Bir film çalışmasında 14 birim bir araya geliyor. Her bir birimin de yardımcı alt birimleri oluyor.

    Bir çizgi filmin önce sinopsisi yazılarak senaryo yazar grubuna gönderiliyor. Eskizler yapım sorumlusu ve yönetmen tarafından değerlendirildikten sonra senaryoya uygun karakter analizi, tasarımı yapılıyor. Yönetmen, sahne ve plan zamanlamasını ve arka plan tasarımını yaptıktan sonra kullanılacak renkler kararlaştırılıyor. Layout ressamı arka planı, karakterleri, zamanlama ve kadrajlamanın yapıldığı resimleri çiziyor. Animatörler de uç resimleri çizerek hareketin nasıl olacağını kararlaştırıyorlar. Çizilen uç resimlerin ardından ara ressam, hareketin oluşabilmesi için arada kalan boşlukları resimler çizerek dolduruyor. Her bir saniye için 25 resim çizildiğini de unutmamak lazım. Bitirilen planlar bilgisayara yüklenerek çizgi–zaman uyum testi işlemi yapılıyor ve karakterlerin boyanmasıyla çizgi filmin yapımı tamamlanmış oluyor.

    (Aksiyon)